Cuma , 29 Mart 2024

Ağaçbaşı Yaylası

Tirebolu’dan hareket vakti. Rota belli, sisli anıların ardında: Ağaçbaşı Yaylası

Yazı ve Fotoğraflar: Asiye Yılmaz

Bir yolun, yolculuğun başlangıcı beni yıllar öncesine, 7 yaşımdaki halime götürüyor. Güneş yeni doğuyor, evde bir koşuşturmaca. Ablamın ‘hadi kalk gidiyoruz’ demesiyle uyanıyorum. Günlerdir beklediğim anın heyecanıyla yataktan kalkıp annemlere yardıma koşuyorum. El birliğiyle eşyaları kamyona taşıma işini bitiriyoruz. Sonunda kamyonun içindeyiz. Akılda ‘neden kamyonun üstünde gitmiyoruz’ sorusu, Karadeniz türküleri eşliğinde yolculuğumuz başlıyor. Önce kasabalar sonra köyler geçiyoruz. 2 saatin sonunda Ağaçbaşı Yaylası’ndan önceki son merkezî noktaya Şantiye’ye ulaşıyoruz. Verilen molada ablamla aklımızda tek bir şey var: Dedemizi kandırıp yolun kalan yarım saatini kamyonun üstünde temiz havayı ciğerlerimize doldurup güzelim manzarayı izleyerek gitmek. Sonuç mu? Dedenin yanaklarına konan öpücüklerden ve “Dedecim n’olur” yalvarışlarının sonunda tabii ki mutlu son 🙂 Kamyona çıktığımızda ineğimiz Sarıkız bizi karşılıyor. Kamyonun üstünde geçen yarım saat boyunca ablamla sanki bulutların üstündeyiz. Havada hafif bir rüzgâr, bulutlu bir gökyüzü, her taraf yemyeşil… O yolculuğumuzu, ablamla rüzgarda uçuşan saçlarımızı, yüzümüzdeki kocaman gülümsemeyi aradan geçen onca zamana rağmen aynı yolun başında bir kez daha hatırlıyorum.

Ağaçbaşı Yaylası, 7 yaşını takiben 5-6 yıl aynı hevesle heyecanla gidip gelinen, gidildi mi mutlaka iki üç ay kalınan, güneşten yanarak soyulmuş burun ve yanaklarla Tirebolu’ya dönülen masalsı bir yerdi bizim için.

Masalsı yayla zamanla bizim için büyüsünü kaybetmeye başladı. Çocukluk bizi yavaş yavaş terk ederken yayla artık zorla gidilen, anneyle pazarlık yaparak yola çıkılan bir yer oluverdi. Bir bastırdı mı günlerce kalkmayan sisin yanı sıra elektriğin –ve tabii ki televizyonun– olmaması; yaş ilerledikçe arkadaşların azalması gibi etkenler de eklenince bir an önce dönmek istediğimiz bir yer haline geldi. Önceleri 1 ay için yapılan pazarlıklar yıllar geçtikçe 10 güne düşmeye başladı.

Bu pazarlık ne zaman mı bitti? Aslında hiç bitmedi, sadece yıllar geçtikçe  sustuk! Kötü geçen bir sınav sonrası , yaşadığımız hayal kırıklıkları sonrası, her şeyden uzaklaşmak istediğimiz anlarda kaçış noktamız oldu. 10-15 gün telefonsuz, bilgisayarsız, internetsiz, televizyonsuz kısacası sırtımızdaki yükleri bırakarak kaçtığımız bir yer oldu bizim için.

Şimdi yıl 2012, Tirebolu’dan hareket vakti… Rota belli: Ağaçbaşı Yaylası. Yaylamıza gelmek isteyenleri hesaba katarak yolculuğumuzu adım adım anlatmaya başlıyorum: İlk durağımız Giresun’un Güce ilçesi. Yol 30 dakika ama Güce’ye ulaşıldığında sanki 24 saattir yolda gibiyiz herkes kendinden geçmiş baygın bir vaziyette. Bunun sebebi 15 km boyunca bitmek bilmeyen virajlar. Güce’den sonra İlit Deresi boyunca uzanan kısım başlıyor. 1 saatin sonunda dere bizle vedalaşırken Boynuyoğun Köyü’ne ulaşıyoruz. Burası son merkezî yer. Küçük bir okul ve sağlık ocağının olduğu, yani devletin varlığını gördüğümüz son nokta diyebiliriz. Bu noktadan sonra dağları döne döne tırmanmaya başlıyoruz. Biz tırmandıkça ağaç türleri de değişmeye başlıyor. Gürgen ağaçlarının yerini Çam ağaçlarına bırakmasıyla beraber hava da bir anda soğuyunca, yanımıza aldığımız hırkaları giymeye başlıyoruz. Biz keyifle çam ağaçlarını, dağların başındaki sisleri izlerken babam yağmurdan bozulan toprak yolla boğuşuyor, bir yandan da söyleniyor: “Ah şu yolu da olmasa…”

Bu zorlu yolculuğun ardından sislerin arasında yaylanın meydanı görünüyor. Meydanı biraz geçtikten sonra, sislerin arasında üstü kirlenmiş bir kar yığını gözüme çarpıyor. Yazın ortasında karşılaştığım bu kar yığını beni çok fazla şaşırtmıyor ama yine de eski bir ana götürüyor: Ellerinde kırmızı bir kova, keser; üç çocuk, dedelerinin verdiği görevi başarmak için kar yığınına emin adımlarla yürüyorlar. Kara ulaşınca verilen görev unutulup karda kaymaya, kar topu oynanmaya başlanıyor. İçlerinden birinin uyarmasıyla görev hatırlanıyor ve başlıyor bir telaş. Üstteki kirli kar sıyrılıp temiz beyaz kara ulaşılınca hızla kırmızı kova karla dolduruluyor. Sonra kaybedilen vakti kazanmak için başlıyor bir koşuşturmaca. Olimpiyat bayrak yarışı koşucuları gibi, kovayı sırayla taşıyarak eve ulaşıyoruz. Kova dedeye teslim edildiği anda, görevi azar işitmeden tamamlamış olmanın rahatlığı üçümüzü de sarıyor. Peki bunca emekle getirilen kar ne için miydi? Elektrik –dolayısıyla buzdolabı– olmayan yaylada etleri korumak için tabii ki.

Ben bu ânı düşünürken bir de bakıyorum sislerin arasından bizim oba karşımızda duruyor. Sisten görebildiğim kadarıyla bu sene de iki katlı betonarme evlerin sayısı artmış. Çocukluğumuzdaki ahşap yayla evlerinin yerini son 10 senede modern 2 katlı betonarme binalar aldı maalesef. Tepeden bakınca göz alabildiğine uzanan yeşilliklerin arasında oraya ait olmadıkları hemen fark ediliyor. Biz eşyaları eve taşırken sis yavaş yavaş çekilmeye, derelere doğru çökmeye başlıyor. Sislerin çekilmesiyle, önümüzde bir deniz gibi uzanan bulutlar manzaramız oluveriyor. Bu manzaraya bir de gün batımı eklenince kızıllıkların içinde yüzen beyaz bulut denizi karşısında fotoğraf çekmek şart oluyor ve basıyorum deklanşöre.

Yaylaya ulaştıktan sonra hemen ortama uyum çalışmalarına başlıyoruz. Hırkalar, çoraplar valizden çıkıyor. Anneye hemen soba yaktırılıp, başında sıraya geçilip, ısınmaya çalışılıyor. Bu arada bizim uyum çalışmalarınızdan anlayacak olduğunuz gibi yolunuz Karadeniz yaylalarına düşecek olursa valizinize kalın hırkalarınız ve kalın çoraplarınızı koymayı unutmayın ve Türkiye’nin dört bir yanı sıcaklardan kavrulurken geceleri yün yorgana sarılarak uyuyacağınızı bilin.

Ertesi gün bulutlu bir hava bizi karşılıyor. Bu hava, öğleden sonra gelecek olan sisin habercisi oluyor. Annem komşulardan küçük mayıs çileklerinin ormanda bol miktarda olduğu haberini alıyor ve alır almaz babamı ormana doğru sürüklüyor. Tabii ki ben de peşlerinde. Benim aklımda mayıs çileklerinden çok nasıl fotoğraf kareleri çıkacak düşüncesi. İyi ki de gitmişim. Çilek toplama işinin sonlarına doğru sis tekrar açılıp yerini eşsiz bir manzaraya bırakıyor ben de bu anı ölümsüzleştiriyorum.

İlerleyen günler, adı sisli yaylaya çıkmış olan Ağaçbaşı’na inat günlük güneşlik geçiyor. Güneşi görmemizle beraber komşu yaylalara yolculuklarımız da başlıyor. İlk önce HES yapımının sürdüğü, annemlerin yaylası olan Karaovacık’a doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu vızır vızır çalışan iş arabaları bize eşlik ediyor. Sonunda annemlerin küçükken kaldığı evin yıkıntılarına ulaşıyoruz. Orada birkaç anı fotoğrafının yanına 2 aydır yaylada olduğu yanaklarından belli olan küçük çocukların fotoğraflarını ekleyip yolumuza devam ediyoruz. Yüksekçe bir tepeden geçerken yol kenarında koyunlarını bekleyen çoban bir dedeyi ve yanındaki sahipsiz atları görüyorum. Görmemle babama arabayı durdurtmam bir oluyor. Artık bu duruma alışan babam 5 dakikadan uzun sürmesin uyarısıyla arabayı hemen kenara çekiyor. 5 dakika da, bir yandan çoban dedeyi konuşturmaya çalışarak bir yandan da deklanşöre basmaya çalışarak geçip gidiyor. Aklımda alelacele çekilmiş fotoğraflar, sahipsiz atların güzelliği ve  atlardan kalan özgürlük hissiyle, oradan ayrılıyoruz. Tepeyi geçince bizi bir diğer HES barajının biriktirilmiş suyu karşılıyor. Yeşilliklerin arasında mavi bir göl manzarası sanki insan elinin ürünü değilmiş, yıllardır oradaymış gibi karşımıza dikiliyor. Yapay gölü takip ederek eski yerleşimlerin olduğu şimdi suların altında kalan  bölgeye ulaşıyoruz. Yazın sular çekildiği için birkaç ev ve caminin minaresini görebiliyoruz. Söylenenlere göre kışın bu bölge yola kadar tamamen sular altında kalıyormuş. Batık köyü geçtikten sonra hedefimiz olan Kazıkbeli Yaylası’na doğru yol alıyoruz. Kazıkbeli denince, her sene temmuz ayında yapılan Kazıkbeli Yayla Şenlikleri’ne yıllar önce gidişimiz geliyor aklıma. Yolculuk boyunca çiçek tarlaları bize eşlik ederdi. Renk renk, bin bir çeşit çiçekler… En çok da kıpkırmızı gelincikler… Şimdi ise tek tük mor çiçekler kalmış yalnızca. Anneme sorduğumda ‘iki hafta önce gelecektin’ cevabını alıyorum. Hayvanları olan insanların kışın onlara yem olsun diye çiçekleri biçtiğini öğrenip rengârenk çiçeklerin fotoğraflarını çekemediğime üzülüyorum. Kısmetse seneye diyorum. Çekemediğim kır çiçekleri için en güzelini Şair İbrahim Tenekeci söylemiş: “Kır çiçekleri, mevsimlik işçileri dünyanın.”

Yolun sonunda bizi 2 yıl önce yapılan, yayla koşullarına göre devasa boyutlardaki lüks Kazıkbeli Camisi, önünde dalgalanan Türk bayrağıyla karşılıyor. Yaylanın meydanını turluyoruz. Annemler bu sırada uygun fiyata buldukları taze tereyağı, taze kekikleri kaçırmıyor, hemen satın alıyorlar. Herkes alacağını alıp göreceğini gördükten soran dönüş yolumuz başlıyor. Aynı yerleri bir de akşam ışığıyla gün batarken izlemenin keyfiyle yaylamıza dönüyoruz.

İlerleyen günleri yaylada kendime ve fotoğrafa ayırıyorum. Normal zamanda beni zorla dahi kaldıramayacakları bir saatte kendi kendime kalkıp ‘acaba sabah ışığında bir şeyler yakalayabilir miyim’ diye tek başıma obayı geziyorum. Bir ara fotoğrafı unutup kitap okumaya kaptırıyorum kendimi. Sonra yoldan koşarak geçen bir çocuk grubu beni yeniden fotoğrafa döndürüyor. Onları durdurup sohbet ederek fotoğraflarını çekmeye başlıyorum. Başka bir gün karşı komşunun ot toplamakla uğraştığını görüp yardım etme bahanesiyle yanlarına koşuyorum. Fotoğraf çekme hevesiyle gidip ot toplarken buluyorum kendimi. Teyze tam bir Karadeniz kadını edasıyla ‘öyle bedavaya fotoğraf yok’ deyip beni de çalıştırıyor. Ben yaylayı, yapılacak bir işin olmadığı dinlenme yeri olarak görürken Karadeniz kadınlarının yaylada bile bir an boş durmadıklarını görüyorum. Yaşlı bir teyzeyle yük taşıma ipi örerken, bir başkasıyla kışlık çorap örerken karşılaşıyorum. Kimisi de dağlara kekik toplamaya, ormana küçük mayıs çileği toplamaya gidiyor. Bu çalışkan Karadeniz kadınlarının içinde beni en çok etkileyen 85 yaşındaki Hatice teyze oluyor. Hatice teyzeyle elinde bir balta, evinin ilerisindeki ormandan topladığı çalı çırpıyı keserken karşılaşıyorum. Hemen yanına sohbete –tabii biraz da fotoğraf çekmeye– gidiyorum. Yanında küçük bir kız torunu varmış sadece. Bir de 2 tane inek . Onların  bütün bakımı Hatice teyzeye ait. O yaşında, halinden o kadar memnun ki ‘ben bu işlerle büyüdüm’ diyor ‘asıl bunları bıraktığım gün hastalanırım’. Şimdiden beli, sırtı ağrıyan biri olarak onun yaşına geldiğimde nasıl bir halde olacağımı düşünmeden de edemiyorum. Hatice teyze ‘seneye görüşebilirsek fotoğraflarımı isterim’ diyerek dualar eşliğinde uğurluyor beni.

Bazılarını makinemle ölümsüzleştirdiğim bazıları sadece hafızamda kalacak olan  bir sürü yaşanmışlıkla,  tanışılan yeni insanlarla dolu 15 günün ardından dönüş zamanı gelip çatıyor.  Aklımda ‘Seneye tekrar gelebilecek miyim?   Hatice teyzeye fotoğraflarını ulaştırabilecek miyim? Çiçek tarlalarının fotoğraflarını çekebilecek miyim?  En önemlisi; seneye aynı hevesle gelebilecek miyim?  ‘ soruları, çocukluğumu arkamda bırakıyormuş hissiyle arkamda kalan Ağaçbaşı Yaylası’na uzun uzun bakıyorum.

Düşünüyorum da herkesin hayatında derin izler bırakan insanlar, anılar var. Şimdi bu yazıyı yazarken bir kez daha fark ediyorum. Benim için o insanlardan biri dedem ve onunla geçirdiğimiz yayla günleriymiş. Şimdi sizleri bu yazı ve fotoğraflarının vesilesiyle benim için çok kıymetli olan Ağaçbaşı Yaylası’na, güzel anılar biriktirmek birkaç günlüğüne de olsa hayat koşuşturmasından uzaklaşmak için davet ediyorum…

Bu yazı 2012 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 68. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir