Perşembe , 28 Mart 2024

Alaçatı’da Bir Türküdür Rüzgar

Rüzgar; dağ ve denizin ortak paydası.. Ya da dağ ile denizi birleştiren, bütünleştiren iksir.. Kimine nefes, kimine ruh, kimine ferahlık, kimine yanış, kimine felaket veya yok oluş.. Birinde ayaz, diğerinde boran ama ikisinde de bazen fırtına, bazen kasırga. Seher yeli ve meltem olur kimi zaman, kimi zaman da bir sam yeli olur yakar çorak gönülleri, bozkırı yaktığı gibi..

Yazı: Hayrettin Oğuz Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz, Zeynep Çayırlıoğlu

Varlığın iki vechesini en iyi rüzgarda hisseder eğer görebilirse insan.. Şehirde nefesi tükendiğinde dağlara, yaylalara çıkan insan, tipiye de dağlarda yakalanır. Ya da denizden gelen bir melteme yanaklarını vererek ferahlamaya çalışan bir insan, en deli en azgın dalgaları da yine denizde yaşar.. Çünkü rüzgar da insana benzer.. Kimi zaman fısıldar, kimi zaman haykırır.. Bazen sessizdir, içine kapanır, bazen ise haykırır, bağırır çağırır, hıçkırır..

Rüzgarın dilini anlamak zor değildir kendini tabiatla aynı gören insana. Aidiyet duygusunu yitirmeyen bir insan için rüzgar, dili olan bir varlıktır kendi gibi. Rüzgar havaya konuşur, suya yazar, toprağa dertlenir, ağaçlara ağlar, yağmurla öfkelenir, karla ve denizle adeta çığlık atar..

İnsanın içinde esen fırtınalardan, kasırgalardan, tipilerden farkı yoktur rüzgarın. Hakikatte dışımızda gördüğümüz de içimizde yaşadığımız değil mi? Rüzgarın yalnızca dili değil hikayesi de vardır. Kendi yanaklarını, saçlarını, şakaklarını hissetmeyen anlamaz onun dilinden.. Rüzgarın titrekliğini bilenler, kendinin tabiattaki yerini bilenlerdir. Rüzgar muhayyileye benzer. İnsan nasıl kendi içinde eser çeker giderse ötelere, rüzgar da insanı, duygularını, düşüncelerini, muhayyilesini alır götürür ötelere, sürükler. Ama aynı zamanda geri getirir de. İnsanın yanaklarına atılan iki tokat olur bazen ve onu kendine getirir, bazen de alıp gider ötelere.. Rüzgar esmediğinde mahzundur insan; bunalır, yaprak bile kımıldamıyor der, bir ferahlık umar. Çünkü nefestir rüzgar. Aslında o an insan rahmeti istemektedir, rahmetin nefesine muhtaçtır..

Rüzgar derttaştır insan için.. Mecnun Leyla’yı rüzgara anlatır. Kerem Aslı’yı rüzgara şikayet eder.. Seven sevgiliyi rüzgarla paylaşır ilk.. Dert rüzgarlara anlatılır, derttaştır rüzgar. Rüzgara fısıldar insan sırrını.. Duyan için rüzgar da insana fısıldar.. Bir sevgilinin yüzünde dalgalanan zülüflerinin teli değil, gerçekte onun yüreğidir, gönlüdür, ruhudur, duygularıdır.. Sevgiliden haber gelmiyorsa rüzgara sitem edilir, neden yarin kokusu veya sesinden bir tını gelmiyor diye..

Bad-ı saba benden yare haberi Vahdetine daldı diye söyleyin Hatırlayıpta o yar beni sorarsa Can cananda kaldı diye söyleyin

Diye rüzgarla ulaştırır yare özlemini, sitemini, hasretini.. Ya da bu kez rüzgar seher yeli olur;

Seher yeli nazlı yare bildir beni bildir beni Düşmüşüm elden ayaktan kaldır beni

Kaldır beni diyerek bir yakarışa dönüşür.. Eğer yar bir bir gönülü ve yüreği çoraklaştırdıysa bu kez de rüzgar bir sitem aracı olur;

Sanki sam yelisin estin bağıma Soldurdun bağımda gülümü kader Düşürdün yolumu gönül dağına Aşırdın dağlarda yolumu kader

Tabiatın beyaz adam tarafından acımasızca ve yalnızca bir çıkar aracı uğruna istismar edildiğini anlayan bir kızıl derilinin şaşkınlığı ve afallaması belki de 500 yıldır devam ediyor.

Nasıl satabilirsin havayı diyen ve tabiatın istismarını sorgulayan kızıl derili, aynı zamanda rüzgarı en iyi anlayandır da. O rüzgarı insandan ayrı düşünmez. Tabiattaki her şey ona göre insana benzer. Fırtına ile konuşmalısın der bir kızılderili, gök gürültüsü ile konuşmalısın, onlar senin arkadaşındır, seni koruyacaklardır diye uyarır. Bir anlamda modernite ile oluşacak yeni düzen ve dünya anlayışının sızısını yüreğinde hissetmektedir kızılderili. Özgürlüğün sembolü olan rüzgarın da tutsaklaştırılacağını hissetmektedir.

Batılının muhayyilesi rüzgara kılıç sallayan “kahramanlar” yetiştirir. Batılı tabiatı düşman olarak görür ve onu yenmek için, ona boyun eğdirmek için çalışır. Oysa ki tabiata ve rüzgara kılıç sallayan değil, kendini ona ait olarak gören anlar ancak onun dilini.. Rüzgarın her şeyi arıtıp temizleyeceğine inanır. O gerçekte sun’i olanı, bize ait olmayanı alır bizden..

Kuran rüzgarı bir “aşılayıcı” olarak niteler. Rüzgarlarla yer ve gök arasındakileri, bulutları evirip çevirmesinin bir anlamı olduğuna işaret eder. Rüzgar O’nun rahmetinin önünde bir habercidir, bir müjdeleyicidir, bir yol göstericidir, rahmeti taşır. Anadolu insanı yağmura hala rahmet der. Rüzgar aynı zamanda rahmetle birlikte can taşır, ruh taşır. Onun diriltici özelliği Rahmanın nefesinden bir tecellidir. Ve aynı zamanda rahmetle birlikte azabı da taşır rüzgar. O’nun gazabını da taşır. Helakın da bir işaretidir kimi zaman.. Rüzgar bir peygamberin emrinde rahmet olurken, yoldan çıkmış bir kavmi de bertaraf eder. Ad kavmi rüzgarla helak edilmiştir.

Alaçatı denilince akla rüzgar, rüzgar denilince de daha pek çok şey geliyor.. Edebiyatımızda, şiirimizde, türkümüzde rüzgarsız ne bulabiliriz? Alaçatı’ya yaklaşırken arabanızın pencereleri kapalı da olsa, dışarıda rüzgarın estiğini hissediyorsunuz. Yel değirmenleri yol boyunca size eşlik ediyor. Diğer tabirle rüzgarın sizi karşılayışıdır bu. Rüzgarın diyarına yaklaşırken egenin türküleri rüzgarın sesine karışır.

Rüzgarın getirdiği koku ise sizi içinizde yolculuğa başlatacak bir sessizliğe sevkeder. Alaçatı’ya girdiğinizde rüzgar ile denizin sarmaş dolaş olmasını adeta müşahhas olarak görürsünüz. Arnavut kaldırımlarını hissettiğinizde, Rum evleri ile Türk evlerinin karşılıklı sohbetlerini duyar gibi olursunuz ve yeni adına yapılan her şeye hayıflanarak, hala güzel dersiniz. Alaçatı sokaklarında gezerken sardunyalar size eşlik eder ve hoş geldiniz der. Her sokakta her pencere önünde sardunyalar size bir şeyler söyler.. Ve kediler.. Sardunyaların gölgesine uzanmış, size bakarak uzun uzun süzen ve bir şeyler  düşünen kediler.. Ne düşünürler bizimle ilgili? Keşke bilebilsek!! Alaçatı’da zaman durur. Zamanın derinleştiğini anlayamıyorsanız, içinde bulunduğunuz mekanı henüz farkedememişsiniz demektir. Turistlere yönelik her türlü değişim ve yozlaşmaya rağmen Alaçatı sokaklarında, geçmişin ve geleneğin ruhu dolaşır durur. Siz onu farkettiğinizde o da sizi farkeder. Ama bu ruh uzaklardan bakar size. Sanki zamanından ve mekanından kovulmuş gibidir. Çünkü zamanı ve mekanı işgal edilmiştir. Bunu çay içmek için oturduğunuz eski mekanlarda daha iyi hissedersiniz. Hadi bıraktık bir ege türküsünü bir rum tınısını bile duymak istiyoruz ama nafile.. Popüler ve yozlaşmış kültür ve hayat anlayışı her yere egemen. Hiçbir zamana ve mekana ait olmayan bir takım sesler yükseliyor Alaçatı’nın sokaklarında.. Yel değirmenlerine kılıç sallayan zihniyet bile ne kadar klasik bugünün insanına göre..

16. yüzyılda Sakız adasından getirilen Rum işçiler için inşa edilmiş bir yer Alaçatı. Yüzyılın başında mübadele ile birlikte yöredeki Rumlar, Balkanlardan gelen göçmen Türklerle yer değiştirir. Üzüm asmaları ve sakız ağaçları hemen dikkatinizi çeker. Yel değirmenleri rüzgarla oyunda oynaştadır. Onlara rüzgar gülleri diyen ne güzel demiş.. Ancak yorgunluğunu hissediyorsunuz rüzgar güllerinin. Herodot bölgeyi anlatırken, en güzel gökyüzünden ve en güzel iklimden söz eder.. Üzümü, zeytini, sakız ağaçları hatta tütününün yanında son  zamanlarda Alaçatı dendiğinde akla rüzgar geliyor. Yani sörf.. Özellikle 1990’lardan sonra rüzgar ile denizin birlikteliğinden doğan bu spor Alaçatı’nın ekonomik yapısında da belirleyici bir özelliğe sahip. Hep düşünmüşümdür, sörf yapan insanlar sadece o anki hissettikleri zevki mi yaşarlar, yoksa o an rüzgarın anlamını hissederler mi? Rüzgarın içine girebilirler, mahiyetini anlayabilirler mi? Bilinmez.. Rüzgarla dertleşen, kendini onun yeline bırakan ve her şeyden soyutlanmak için gelen kaç kişi vardır acaba?

Her şeye rağmen Alaçatı’da rüzgarın sesini hala dinleyebiliyorsunuz.. En azından şimdilik burada rüzgar beton sütunlarda kaybolmuyor. Hala ağaçların yapraklarına ulaşabiliyor ve ağaçların dallarından kayışını ve yapraklarından sesini duyabiliyorsunuz.. Keşke çay ocaklarında plastik sandalyelere gösterilen (hiçbir kahve ve benzeri yerde plastik sandalye ve masa kullanılmıyor) hassasiyeti, değişimin her sürecinde aynı bilinçle ve dikkatle gösterebilsek.. Şehrin dışına çıkmadan tabiatın sesini duyması imkansız insanoğlunun.

Rüzgar özgürlük, ama şehir tutsak ediyor rüzgarı, tıpkı insanları tutsaklaştırdığı gibi.. İnsanoğlu medeniyet şuurunu ve estetik duyarlılığını yitirdikten sonra, tabiata yabancılaştığı gibi tabiatı da yabancılaştırmaya başladı. Rüzgar şehirde tutsaktır. Dağlarda özgür eser, bozkırın nefesidir o. Denizlerin ise delisi ve ruhu. Rüzgar bir dalgada türkü olur, bir sarp kayada ya da ulu bir ağaçta ıslık ya da ağıt.. Bir ormanda ise adeta ayin olur, senfoni olur..

Tabiattan uzaklaşarak kalbini ve gönlünü katılaştıran insan için bir uyarıdır rüzgar. O sürekli tecellinin kendisi.. Gönlünde, ruhunda, yüreğinde fırtınası olmayan ne bilsin rüzgarı ve bir rüzgarın içine girebilmeyi.. O yokluğun kokusunu getirir Yakub’un gönlüne, ötelerden kelimeler taşır sevdayı bilenin ve hissedenin yüreğine. Yarin gidişiyle gönlü çoraklaşana umut olur. Oturur bir yüreğin eşiğine ve rüzgarın yari getirmesini bekler. Ve rüzgar da bekler, tıpkı insan gibi.. Herkes ve her şey çekildiğinde, tabiattaki her şey sustuğunda bir türkü çığırır rüzgar.. Sessizliğin ve yalnızlığın türküsünü.. Hepimizin türküsünü..

 

Bu yazı 2011 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 55. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir