Perşembe , 28 Mart 2024

Boğaz’ın en eski sakini: Amcazade yalısı

Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı İstanbul’un değerli kültürel varlıklarından birisi olup Boğaz’daki en eski yalı olarak bilinir. Esasen deniz üzerinde adeta asılı duran bu yapı, yalının orjinal halinden geriye kalan küçük bir bakıyedir. Eserin orjinal hali, iki büyük ahşap yalıdan müteşekkildi. Bir de divanhanesi bulunmaktaydı ki bugüne kadar ulaşan kısım, işte o divanhanenin bir parçasıdır. Divanhane de yatılmaz, sadece yalıya gelen konuklar ağırlanırdı. Yazık ki, 19. yy.da yalının aslî unsurunu oluşturan her iki büyük parça da ortadan kalkmıştır. Ayrıca yalının arka tarafında büyük bir hamam, cirit oynanabilecek büyüklükte bir bahçe ve oldukça geniş bir koru bulunmaktaydı. Binanın banîsi Köprülü Mehmet Paşa’nın yeğeni, önce Kaptan-ı Derya ve sonradan da Sadrazam olan Amcazade Hüseyin Paşa, Köprülü ailesinin hemen her ferdi gibi önemli bir kültür muhitinde yetişmiş olup, devrin ilim adamlarına sağladığı himaye ile tanınırdı. Mevlevi tarikatına müntesib olan paşa, dönemin ünlü tarihçisi Naima’yı himayesi altına almış, Naima da kaleme aldığı tarihini velinimeti olan bu sadrazama ithaf etmişti.

Yazı: Önder Kaya Fotoğraflar: Zeynep Azize Su

13 Eylül 1697 ile 4 Eylül 1702 tarihleri arasında sadrazamlık yapan Amcazade’nin sadarete getiriliş hikayesi oldukça ilginçtir. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa zamanında 4. Mehmet’in hanımlarından birine intisap eden Hüseyin Paşa, devrin sadrazamı ile amca çocuğu olduğu için Amcazade unvanı ile anılır. Amcası Köprülü Mehmet Paşa’nın damadı olan, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa döneminde onunla  beraber İkinci Viyana Kuşatması’na katılan Amcazade Hüseyin Paşa, bu seferin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine padişah emri ile tutuklanmış ancak sonradan af edilerek çeşitli valilik hizmetlerinde bulunmuştur. İstanbul’da Sadaret Kaymakamlığı gibi önemli bir görevi de üslenen Paşa, sonradan Kaptan-ı Deryalığa yükseltilmiştir.

2. Mustafa’nın tahta çıkışı Amcazade için sadrazamlığa giden yolu açmıştı. Dedelerinden Kanuni Sultan Süleyman döneminin özlemi ile yanan Sultan 2. Mustafa, Osmanlı Devleti’ni eski günlerine döndürmek ve devlete son zamanlarda kaybettiği prestijini yeniden kazandırmak amacıyla Avusturya üzerine sefere çıkmaya karar verir. Sefer sırasında Belgrad’da bir savaş meclisi toplayan padişah, Sadrazam Elmas Mehmet Paşa ve diğer önde gelen devlet adamlarının isteği üzerine Temeşvar civarına doğru yürüyüşe geçmeye karar vermiş, ancak bu fikre Amcazade Hüseyin Paşa şiddetle tepki göstermiştir. Paşa, takip edilecek güzergahın pusu için Avusturya ordusuna büyük avantajlar sağlayacağına dikkat çekmiş, özellikle de Tuna, Temeş ve Tisa gibi nehirleri geçerken ordunun savunmasız kalacağını beyan etmişse de kararı değiştirememiştir. Osmanlı ordusu gerçekten de Tisa nehrini geçerken Fransız asıllı Avusturyalı kumandan Prens Eugene’nin tuzağı ile karşılaşmıştır. Ordunun henüz bir bölümünün karşı kıyıya geçtiği bir sırada Avusturyalılar, isabetli bir top atışı ile köprüyü havaya uçurmuşlar ve köprüyü o sırada geçmiş bulunan Sadrazam Elmas Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerini de yok etmişlerdi. Bu büyük bozgundan bir hafta sonra 2. Mustafa, şehit düşen Elmas Mehmet Paşa yerine savaş meclisinde isabetli görüşleri ile ön plana çıkan Amcazade’ye sadrazamlığı verecekti.

Amcazade yalısı Anadolu hisarına yakın bir konumda

Osmanlılar açısından oldukça buhranlı bir devrede sadaret makamına gelen Hüseyin Paşa, ülkedeki sorunların giderilmesinin yolunun iç huzurun sağlanmasından geçtiği fikrindeydi. Avrupa’nın büyük devletleri ile yıllardır süren savaşlar, hem hazinenin hem de halkın belini bükmüştü. Bu nedenle Paşa, Osmanlı tarihinin en ağır anlaşmalarından bir olan Karlofça Anlaşması’nı imzalama yoluna gitmiştir. Ülke içinde  yapmış olduğu düzenlemelerle “Devlet-i Aliye’ye nefes aldıran adam” olarak bilinen Hüseyin Paşa, inşa ettirdiği hâyır eserleri ile de tanınır. İstanbul, Edirne ve Bursa’da pek çok çeşme yaptırdığı gibi, Fatih’te bulunan ve kendisinin de ebedi istirahatgâhı olan Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesini de inşa ettirmiştir. Geçirdiği bir dizi restorasyon sonrası günümüze kadar gelen külliyede; medrese, dershane, mescit, kütüphane sıbyan mektebi ve bir de  çeşme bulunmaktadır.

Paşa’nın İstanbul’da yaptırdığı ve günümüze gelen en önemli yapısı ise hiç şüphesiz Anadolu Hisarı yakınlarındaki Amcazade Yalısı’dır. Sadrazamlığı döneminde inşasına başlanan yalı, kitabesinden anlaşıldığına göre 1700’de bitmişti. Aynı yıl yalı, Osmanlı Devleti açısından oldukça talihsiz bir misafiri de ağırlamış. Karlofça Anlaşması’nın ağır maddelerini padişah 2. Mustafa’ya onaylatmak amacıyla İstanbul’a gelen Nemçe yani Avusturya elçisi Oettingen Nisan 1700’de bu yalıda şerefine verilen bir ziyafete katılmıştı. Birkaç ay sonra da bizzat 2. Mustafa, Üsküdar Sarayı’nda kaldığı bir sırada Sadrazamının kendi onuruna verdiği bir ziyafete katılmak amacıyla deniz yolunu kullanarak yalıya gelmişti. Bu ziyaretten kısa bir süre sonra aynı yıl, muhtemelen yine Karlofça Anlaşması ile ilgili olarak İstanbul’da bulunan Lehistan yani Polonya elçisi, burada ağırlamıştı. Amcazade, yalının inşasından bir süre sonra, devrin padişahtan sonraki en nüfuzlu kişisi olan 2. Mustafa’nın hocası Feyzullah Efendi ile arası açıldığından oldukça sıkıntılı günler yaşamıştı. Hüseyin Paşa’ya yakın bazı devlet adamları, bu gerginlik nedeniyle Feyzullah Efendi’nin etkisiyle önce görevden alınmış daha sonra da bir kısmı canından olmuştur. Gelişmelere oldukça canı sıkılan sadrazam, hastalığını bahane ederek Mühr-ü Hümayun’u padişaha göndermişti. Görevi bıraktıktan sonra Boğaz’daki yalısı yerine Silivri yakınlarındaki çiftliğine çekilen Paşa’nın, bu şekilde hareket etmesindeki en önemli etken, her halde kendisi için bir tehdit olarak gördüğü Feyzullah Efendi’nin hışmından uzaklaşma isteği olmalıdır. Paşa’nın Eylül ayında görevi iade ettiği düşünülürse bu zamanlar, yalı mevsimi için pek de müsait bir dönem olmasa gerektir. Paşa, görevi bıraktıktan yaklaşık 3 hafta sonra 22 Eylül 1702’de Silivri’de vefat etmiştir.

Fakat yalı, Amcazade Hüseyin Paşa’nın ölümünden sonra da diplomatik önemini kaybetmedi. Zira Paşa’nın ölümünden üç yıl sonra 1705’de İstanbul’a gelen İran elçisi Murtaza Kuli Han burada ağırlanmıştır. Lale devrinin başlangıcı olarak kabul gören 1718 tarihli Pasarofça anlaşması için İstanbul’a gelen Avusturya elçisi Virmon da yine burada misafir edilmişti. Elçi onuruna, adeta yaklaşan Lale devrinin habercisi olarak ney, tanbur, santur, kanun gibi müzik aletlerinin eşlik ettiği 50-60 hanendenin şarkı söylediği mükellef bir ziyafet verilmiş, yalının bahçesinde cirit müsabakası düzenlenmişti. Sonraki yıllarda sultan 2. Mahmud’un da yalının müdavimi olduğu ve burada çubuk içmekten pek keyif aldığı söylenir.

Bugün Fatih semtinde, kapısında ‘İnşaat Eserleri Müzesi’ diye bir tabelayla ‘ziyarete kapalı’ bekleyen Amcazade Medresesi

19. yüzyıla gelindiğinde yalının ahşap olan haremlik kısmı tamamen yanmış, Selamlık kısmının ise divanhanesi kalmıştır. Yalıya geçen yüzyılın başlarında yabancıların ilgisi devam etmiş ve hatta yaz aylarında İstanbul’da sayfiye arayışında olan yabancı ailelerin kiraladıkları en gözde mekanlardan biri olma konumunu muhafaza etmişti. Fakat 93 harbi (1876 Osmanlı-Rus savaşı)  sonrasında bir ara muhacirlerin ikametine tahsis edilen yalı, oldukça hor kullanıldığı için epey zarar görmüştür. Muhacirler yalının bugün ayakta olmayan harem kısmına yerleştirilmişlerdir ki, kısa bir süre sonra da bu kısım ortadan kalkmıştır. Bu dönemde İstanbul’a olan tutkusu ile tanınan ünlü yazar Pierre Loti’nin de aralarında bulunduğu bazı kişiler, yalının gittikçe perişanlaşan durumu karşısında kolları sıvama yoluna gitmişler ve yalıya yardım eli Fransız elçisinin eşi Madame Bompard tarafından uzatılmıştır. Onun katkıları ile İstanbul’un tarihi eserlerini kurtarma amacı güden bir topluluk oluşturulmuş ve bu topluluğun çalışmaları ile, yalının ayakta kalan tek kısmı olan divanhanesinin rölöveleri çizilerek 1915’de kitap olarak basılmıştı. Bu albümdeki renkli desenler bir başka elçi eşi olan İngiliz elçisinin eşi Lady Lowther’in katkılarıyla, Sanayi-i Nefise yani Güzel Sanatlar Akademisi öğrencilerinden Nuri ve Şeref Efendilere çizdirilmişti.

Yalının kaderine terkedilmişliğinin bir sonucu olarak 1926’da damı aktarılamamış ve içeri sızan su, pek çok değerli işleme ve sanatsal malzemeyi tahrip etmiştir. 1947’de bir tadilat geçiren yalıda, ne yazık ki bazı hukukî pürüzler nedeniyle yakın zamana kadar düzenli ve ciddi bir tamir girişimi gerçekleştirilememiştir. 1947’de “Türkiye Anıtlarının Korunması ve Onarılmasına Yardım Derneği”nin katkılarıyla Yüksek Mimar Cahide Tamer tarafından yapılan restorasyonda ise sınırlı ödenek nedeniyle yalının deniz içinde kalan ve artık çürümüş bulunan ahşap sütunlarının desteklenmesi ve çatının aktarılması ile yetinilmek zorunda kalınmıştır.

Yalı, çok uzun bir süre gerek sahibi olan Köprülü ailesinin kendi içindeki anlaşmazlıkları, gerek restorasyonunun ağır bir bedel tutması ve gerekse de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun yalı için sunulan restorasyon projelerini onaylamaması nedeniyle kendi kaderine terk edilmiş bir vaziyetteydi. Yakın bir tarihte ise Ali Ağaoğlu tarafından bir otel ve restoran olarak işletilmek üzere yap-işlet-devret ihalesi çerçevesinde 25 yıllığına kiralandı ve restorasyonu sürüyor. Kiralamayı yapan Ağaoğlu İnşaat yönetim Kurulu Başkanı Ali Ağaoğlu her ne kadar Lale devrinin orjinal uslubuna sadık kalınacağını söylese de ortaya çıkacak sonuç için beklemek gerek. Ancak ülkemizde bu tür restorasyonların genellikle tarihî yapının aslî kimliğini kaybetmesine neden olduğu da bir gerçek.

Yazımıza Pier Loti’nin yalı hakkında söylediği şu satırlarla son verelim; “eski sultanların, sefirlerin ikametine tahsis ettikleri Köprülülerin evi mutlaka kurtarılmaldır. İnsan, önünden kayıkla geçerken her sefer bu binayı daha iyi seyretmek için kayığını yavaşlatmayı içinden geçirir. Kaldırım taşları yeşillenmiş metrûk rıhtmın üstünde pek çökük duran bu binanın, artık kapanmasıyla kimsenin meşgul olmadığı pencerelerinden, içindeki büyük salonlarından hiç canlı tasvirine müsaade etmeyen Şark sanatının esararlı inceliği, bir çok panoları eski üslupta süslenmiş hayali çiçek demetleri resimleri, tavanında eski soluk renkli kurtuba derisini andıran içiçe girmiş oyma tahta arabeskler görünüyor. Vaktiyle içinde bunca yaşmaklıların buluştuğu bahçesi, kıymetli işlemeli bir kumaş taklidi oyma, beyaz mermerden çeşmesiyle bu eski bahçe, sessizlik içinde yavaşçacık yabanî bir fundalığa dönüyor”.

Bu yazı, Gezgin dergisinin 2009 yılının Aralık sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir