Cuma , 29 Mart 2024

Budapeşte

Her yolculuğun başlangıcı kendine has.. Bazen yıllardır hayalini kurduğunuz bir yolun, bazen de gördüğünüz tek bir fotoğraf karesinin sizi heyecanlandırıp çıkardığı yolun başında bir anda kendimizi buluyoruz..

Yazı ve Fotoğraflar: Asiye Yılmaz

Bu sefer ki yolculuk hikayemiz tamamen tesadüflerle başladı. Süresi bitmek üzere olan vizemiz ve son kez kullanalım hevesimiz; Budapeşte hikayemizin ilk başlangıç noktası oldu. İlk planımız, hem yakın hem de kısa süreli olan iki günlük Atina gezisi olarak başlıyor ve her zaman ki gibi plan başladığı gibi kalmıyor. Bilet ve gezilecek yer araştırmaları yaparken tesadüfen karşımıza çıkan çok uygun Viyana biletleri bir anda bütün planları değiştiriyor. Artık Atina’ya sırtımızı dönmüş Viyana, Prag, Budapeşte hayalleri kurmaya başlamıştık bile. Biz tam planları yapmış Viyana biletlerini almaya karar vermişken artan bilet fiyatları planları tekrar gözden geçirtiyor. Bu sefer daha uygun fiyata bir Macar uçak firmasından bulup satın alınan biletler yolculuğun yönünü Budapeşte’ye çeviriyor. Atina diye çıkılan, sonra Viyana’ya dönen yol; sonunda hedefini buluyor. Bizim Budapeşte maceramız; hiç aklımızda yokken tamamen tesadüflerle işte böyle başlıyor… Şimdi hiç bilmediğimiz bir Macar uçağının (Wizzair) içinde Budapeşte yollarındayız. Her uçak yolculuğunda bana o geziyi hatırlatan bir müzik mutlaka beni bulur. Bu seferde değişmiyor, yolculuğumun müziği kulağımda dönüp durmaya başlıyor. Natalie Merchant Motherland.. Müzikle beraber berrak bir gökyüzünde aşağıdaki bulut yığınlarını izlerken gözlerim kapanıyor..

Duyulan bir anons, açılan gözler, etraf kapkaranlık hafif sallantılı bir uçak. Kara bulutları aşıp 3 metre ilerisini bile zor gördüğümüz sisle kaplı bir piste iniyoruz. Etrafa bakınca önce kar yağmış herhalde diyorum sonra aşırı soğuktan çimlerin kırağıyla kaplandığını farkediyorum. Güzel bir müzik eşliğinde gözlerimi güneşli bir gökyüzünde kapatan ben, herhalde sisli bu manzara karşısında bir rüyadayım diye düşünmeden edemiyorum. Rüya mı? Gerçek mi? Bilmem ama hafızama kazıdığım ilk Budapeşte karesi bu sisli, kasvetli uçak pisti oluyor.

Hava gerçekten soğuk.. Bir elimizde valizler bir elimizde otelimizin yerinin işaretli olduğu harita yollara düşüyoruz. Pek kısa sayılmayacak bir otobüs yolculuğunun ardından 1896 yılında yapılan, Londra metrosundan sonra dünyanın en eski ikinci metrosunun içindeyiz. 1979 yılında Dünya Miras Listesine de eklenen metrodan otelimize yakın olduğunu düşündüğümüz bir durakta iniyoruz. Metrodan kocaman bir parkın içine çıkıyoruz. Burası meşhur Varosliget (Şehir) Parkı. Bu ismi görür görmez hemen etrafta fotoğrafını görüp hayran kaldığım Vajdahunyad Şatosu’nu arıyorum. Budapeşte’yi araştırırken karşıma çıkan bir nehrin kıyısına kurulmuş masallardan çıkmış gibi duran bu şato fotoğrafını gördüğümde buraya mutlaka gitmeliyiz demiştim, şimdi o fotoğrafın tam da içindeyiz .

Vajdahunyad Şatosu..

Vajdahunyad Şatosu 1896 yılında imparatorluğun 1000. yılı kutlamaları için geçici olarak yapılmış. Gotik, Rönesans ve Barok üsluplarının hepsini gördüğümüz bu şato, o kadar beğenilmiş ki daha sonra tuğladan tekrar inşa edilmiş ve günümüze kadar da gelmiş. Şimdilerde Macar Tarım Müzesi olan şatonun arka tarafını uzaktan görünüyor nasıl olsa, buralara tekrar geliriz diyerek yolumuza devam ediyoruz. Biraz ileride karşımıza üzerinden buharlar çıkan ufak bir göl çıkıyor. Önce tam olarak anlayamıyorum sis mi diye düşünürken, buranın Budapeşte’nin meşhur kaplıcası Szechenyei olduğunu tabeladan anlıyorum. Hava o kadar soğuk ki, sudan çıkan buharlar gölün üstünde bir sis tabakası oluşturmuş, şimdi ayaklarımızı soksak ne güzel olurdu, düşünceleri aklımda yola devam ediyoruz. Budapeşte’nin en büyük parkı olan Varosliget Parkı 1866 yılında kurulmuş, dünyanın en eski hayvanat bahçelerinden olan Budapeşte Hayvanat Bahçesi, Avrupanın en büyük eğlence merkezini de barındırıyor. Hayvanat bahçesinin filler ve ayılarla süslü devasa kapısının yanından geçip, çok uzaklardan da görünen kocaman anıtların süslediği Kahramanlar Meydanına, Macar adıyla Hösök Tere’ ye doğru yürüyoruz.

Kahramanlar Meydanı..

Yolu Budapeşte’ye düşenlerin uğramadan dönmedikleri Kahramanlar Meydanı; Macarların Tuna Boylarına gelip yerleşmelerinin anısına 1896 yılında yapımına başlanmış ve 1929 yılında tamamlanmış. 6 m. uzunluğundaki 1000 yıl Milenyum Anıtı, tüm meydanı kucaklıyor. Sütunun üzerinde, Melek Cebrail, elinde tuttuğu din ve devleti temsilen çift kertikli haçı ile şehri selamlıyor. Hemen çevresine baktığınızda ise buraya ilk yerleşen 7 kabile şefinin heykellerini görüyoruz. Meydanı bir yay gibi saran iki dairesel sütunlu yapıda ise Macar tarihinin ünlü şahsiyetlerinin heykelleri sıralanmış. Macar tarihinin kısa özetini sunan heykellerle dolu bu meydanın sağlı sollu iki yanında ise iki müze yer almakta. Bu müzeler Güzel Sanatlar Müzesi ile geçici sergilerin yapıldığı Mücsarnok Sanat Sarayı. Bütün bu müzelere ve meydana tekrar geleceğimizi düşünerek bir kaç fotoğraf karesi çekip meydandan ayrılıyoruz. Elimizde valizler yürüdükçe aslında yolun o kadar yakın olmadığını ağırlaşan valizlerden iyice fark ediyoruz. Ve sonunda otelin sokağındayız.

Bu sokağın sonbaharın yerini kışa bırakmaya hiç niyeti yok gibi. Rengarenk yapraklarla süslü bir yol, yolun sonunda da turuncu kiremitlerle süslü bir kilise. Çok hoş bir fotoğraf karesine sahip bu yolun sonunda otelimiz görünüyor. Kiliseyle duvar duvara hatta uzaktan sanki kilisenin devamı gibi o da kırmızı kiremitle süslü eski taş bir bina. Otele hızlı bir yerleşmenin ardından kendimizi sokaklara atıyoruz.

Saat 15:45 hava kararmak üzere gün başlamadan bitti sanki. Kış gezilerinin en kötü tarafı bu olsa gerek, kısa günler uzun soğuk geceler. Güneşin yerini karanlığa bırakmasıyla hava bir anda buz kesiyor, tabelalarda eksi dereceleri görmeye başlıyoruz..

House of Teror Müzesi..

Kısa bir yemek molası ve akşamı planlamak için oturuyoruz. Elimizde mutlaka görmemiz gereken yerlerin listesi, havanın kararması ve soğuğu hesaba katarak gidilecek listemizde olan kapalı mekanları (müze kafe gibi..) gezmeye karar veriyoruz. İlk olarak House of Teror Müzesi’ne gitmeye karar veriyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nın izlerini göreceğimiz bu müze listemizin başında yer alıyor. Elimizde harita yola koyuluyoruz. Bütün sokaklar ışıl ışıl her yer yılbaşı havasına şimdiden girmiş bile.. Işıklı yolları geçerken karşımıza listemizde olan New York Cafe çıkıyor. Pahalı olsa da mutlaka girip bir kahve için diye not düştüğümüz kafenin kapısına gelince bütün o övgüleri fazlasıyla hakkettiğini görüp bakakalıyorum, sanki eski bir filmden fırlamış gibi içerisi ihtişamlı eski mobilyalar dolu, duvarlar ise rengarenk eski tasvirlerle süslenmiş her yer sanki altın kaplama gibi ışıl ışıl.. İçeri de şık giyimli insanlar kahvelerini yudumluyup koyu sohbetteler.. Sanki bir bir film setine konuk olmuşuz 1940’ larda geçen bir sahneyi izliyormuşuz hissine kapılıyorum. Dışarıdan görmesi bile bu kadar etkileyen kafede kahve içmeyi başka güne erteleyip müze kapanabilir diye koşuşturmaya başlıyoruz. Saat 17:55 House of Teror’ ün kapısındayız ve görevliyle kısa bir konuşma ve hayal kırıklığı.. Müze kapanmak üzere.. House of Terror’ün kapısından boş dönüp, Alexandra Book Cafe yollarına düşüyoruz.. İlerleyen her dakikada sıcaklık daha da düşüyor. Işıklı caddeler ve böyle bir soğuk şimdi kar yağsa ne güzel olur diye düşündürüyor. Yüzümüze çarpan soğuk, adımlarımızı daha da hızlandırıyor bir an önce kapalı bir yere girmeyi planlıyoruz.

Alexandra Book Cafe..

Sonunda Alexandra Book Cafe yazısını görüyoruz ama hiçte hayal ettiğim gibi bir yere benzemiyor. Özge’yle acaba burası mı diye birbirimize bakıyoruz. Dışarıdan her yerde görebileceğimiz büyük kitapçılardan bir farkı olmayan binanın içine girip, biraz dolandıktan sonra bir merdiven bizi asıl ulaşılması gereken yere götürüyor. Bu kadar modern bir binanın arkasında bizi gizli bir tarih bekliyormuş. Yüksek tavanı fresklerle dolu bu tarihi kafenin içine girince, gerçekten farklı bir havası olduğu hemen hissediliyor. Tarihi kafede bütün masalar dolu. Kimi kahvesini almış tek başına kitabını okuyor, kimi de arkadaşlarıyla hoş sohbette. Bizde Özge’yle bir masaya oturup görevli yanımıza gelip birşey sorana kadar etraftan gelen konuşmaların arasından gelen cılız müzik sesi eşliğinde, etrafı izlemeye başlıyoruz. Mutlaka tadına bakın diye not düşdüğümüz pasta ve kahveler elimizde, ilk günün değerlendirmesini ve günün kalanının planını yapıyoruz.

Andrassy Bulvarı..

Budapeşte’de ki ilk günümüzü en meşhur caddesi olan Vaci Utca (Budapeşte’nin İstiklal Caddesi) da bitirmeye karar veriyoruz. Yolumuz ilk olarak bizi Budapeşte’nin en büyük caddelerinden biri olan, yılbaşı nedeniyle boydan boya ışıklarla süslenmiş ışıl ışıl parlayan Andrassy Bulvarı’na tekrar çıkarıyor. Andrassy Bulvarı; üzerinde ünlü mağazaların bulunduğu, Hösök Tere’den (Kahramanlar Meydanı) Erzsébet Tér’e (Elizabeth Meydanı) kadar uzanan, Budapeşte’nin en ünlü caddesi. Neo-Rönesans tarzındaki malikaneleri, binaları, meydanları, müzeleri, kafeleri, restoranları, opera binası ve lüks butikleriyle ünlü. Caddenin yapımına 1872 yılında başlanmış ve 2002 yılında UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’ne alınmış.

Opera Binası..

Bu caddenin önemli durak noktalarından biri olan Opera Binası, kısa bir yürüyüşün ardından karşımıza çıkıyor. Opera Binası Eylül 1884 yılında Paris, Viyana ve Dresden opera binalarına rakip olarak yapılmış. Fuayesi, tavan resimleri, avizesi, merdivenleri, kraliyet locası ve ana sahnesiyle rakiplerinin bir adım önüne geçtiği de söyleniyor. Hatta binanın açılışını yapan Avusturya-Macaristan Kralının, Opera binasını Viyana Operasından daha gösterişli bulup, bir daha gelmediğini anlatılan hikayeler mevcut.

Özge’yle Opera Binası’nın içine hem biraz ısınmak hem de yarın akşam için gidebileceğimiz uygun bir opera olup olmadığını öğrenmek için giriyoruz.Yarın akşam 8’e biletlerimizi alarak, yola devam ediyoruz.

Vaci Caddesi..

Vaci Caddesini bulmak için girdiğimiz bir sokak bizi Tuna nehri, Zincirli Köprü ve sislerin arasından zorda olsa görünen Buda manzarasıyla karşı karşıya bırakıyor. İlerleyen günlerde sıkça karşımıza çıkıcak olan manzaraya sislerin arasından bakıp Vaci Caddesi’ne doğru yürüyoruz. Avrupa’nın en önemli yaya caddelerinden birisi olarak kabul edilen Vaci, Büyük Kapalı Pazar’dan başlayıp ve ünlü Gerbeaud Cafe’nin bulunduğu Vörösmarty Meydanı’nda son buluyor. Biz de caddeye yılbaşı için hazırlanmış küçük dükkanlarla dolu bir Vörösmarty

Meydanı’ndan giriş yapıyoruz. Hava soğuk olmasına rağmen meydan kalabalık etraftan canlı müzik sesleri, kahkahalar yükseliyor. Herkes şimdiden yılbaşı havasına girmiş bile. Günü eksi derecelerde hafif kar serpiştirirken sokak gösterileri ve sokak müzisyenlerinin müzikleri eşliğinde, Vaci caddesinde yürüyerek sonlandırıyoruz.

Saat 07:00.. Yarın sabah 07:00’ de İstanbul uçağımıza kadar Budapeşte’de ki son 24 saatimiz.. Ve elimizde ki plana göre daha görmediğimiz bir sürü yer var. Bakalım bu kısa kış günlerine kaçını sığdırabileceğiz.

Dohany Merkez Sinagogu..

Dünkü gri Budapeşte havasından sonra bugün güneş yüzünü gösteriyor. İlk olarak otelimizin tam karşısında yer alan Dohany Merkez Sinagogu bizi karşılıyor. Yahudilerin 18. yüzyılda şehirden dışarıya kovulduklarında, 1850’lilerde inşa edilen sinagog, 3000 kişilik kapasitesi ile New York şehrinden sonra dünyanın en büyük sinagoguymuş. Sabahın sakinliğiyle güneş vuran sinagogun yanından geçip, Budapeşte’nin meşhur siluetini oluşturan ve bu şehre dair bütün fotoğrafların başrolünde olan Parlamento Binası’na doğru yola koyuluyoruz. Elimizde harita sağa mı gitsek sola mı gitsek diye düşündüğümüz bir yerde karşımıza çıkan heybetli bazilikayı görüp vardır bunun etrafında bir şeyler diyip sokağına giriyoruz. Önünde yılbaşı panayırının kurulu olduğu bazilika gezilecekler listemizde de bulunan Aziz İstvan Bazilikası çıkıyor.

Aziz İstvan Bazilikası..

İlk Hrsitiyan Macar kralı olan Istvan adına yapımına 1851 yılında başlanan bazilika, ancak 1905 tamamlanabilmiş. Yunan haçı şeklinde tasarlanan bazilika 2 adet çan kulesi ve 96 metrelik bir kubbeden oluşuyor. Şehrin en büyük bazilikası, kuzey kulesinde ki 9 tonluk çanıyla ülkenin en büyük çanına da sahip. Aziz İstvan’ın mumyalanmış sağ elinin de bulunduğu bu yapı, bu sebepten bir çok kişi tarafından kutsal sayılıyor. Sabah ki havadan eser yok, bir anda kara bulutlar çöküyor, zaten kısıtlı olan vakitte yağmura yakalanmadan bazilikayı dışarıdan da olsa görüp Parlemanto Binası’nı aramaya devam ediyoruz.

Sağlı sollu binalarla kaplı, geniş, trafiğe kapalı bir caddede Tuna nehrine doğru yürümeye başlıyoruz. Yavaş yavaş kar serpiştirmeye başlıyor. İşin ilginci güneşin de kaybolmaya hiç niyeti yok. Nehre yaklaştıkça rüzgarla beraber iri iri karlar yüzümüze vurmaya başlıyor. Bir yandan yürümeye çalışıp bir yandan da bu anı kaydetmeye çalışırken, nehir kıyısında bizi Budapeşte’nin meşhur 2 numaralı sarı tramvayı ve onun arkasında güneşin renklendirdiği Budapeşte manzarası karşılıyor. Dün akşam sislerin arasından gördüğüm şehir merkezi bu sefer bütün renkleriyle karşımda duruyor.

Kafamızı Budapeşte manzarasından ayırıp, sağa doğru baktığımızda ise şehrin simgesi Parlemamento Binası tüm ihtişamıyla karşımızda duruyor. Budapeşte’nin her yerinden görünen Parlemento Binası o kadar büyük ki yanına yaklaştıkça daha da devleşiyor. Bizde ki heyecanda giderek artıyor.

Şimdi bu ihtişamlı yapının tam karşısındayız.

Parlemento Binası..

Macarların Orta Asya’dan gelişinin bininci yılı olan 1896 ‘da açılan bina; ülkenin bağımsızlığını ve gücünü vurgulamak için 40 milyon kiremit, yarım milyon değerli taş ve 40 kilo altın katkısıyla inşa edilmiş. Göz kamaştıran kuleleriyle yükselen binada ki iki gotik kulenin ortasında bir kubbe yer alıyor. 96 metre yüksekliğindeki kubbe ve ana salona çıkan 96 merdivenle, 896 yılındaki Magyar fethine gönderme yapılmış. Budapeştenin simgesi bu binayı bir de yakından görmek için giriş kapısını aramaya başlıyoruz. Önünde yapılan düzenleme çalışmaları nedeniyle bir labirentin içinde kaybolup bir türlü kapıya ulaşamıyoruz. Sonunda sora sora içeriye girişlerin Parlemento Binası’nın tam karşısında bulunan Etnoğrafya Müzesi’nden olduğunu öğreniyoruz. Müzeye girdiğimizde bir sonraki turun iki saat sonra olduğunu öğrenip hem gecesini hem gündüzü gördüğümüz; gündüz bütün heybetiyle gece de muhteşem ışıklandırmasıyla bizi büyüleyen bu yapının içini görmeyi bir başka sefere bırakıp Büyük Kapalı Pazar’a gitmek üzere 2 no’lu tramvaya doğru hızlı bir yüyürüyüşe başlıyoruz.

2 no’lu Tramvay..

2 nolu meşhur sarı tramvay.. Tuna nehri boyunca uzanan bir hat üzerinde gidiyor. Ve oturduğunuz yerden size kısa bir Budapeşte turu yaptırıyor. Adını sıkça duyduğum bu tramvay turu da yapmadan dönmeyin listemizde yerini almıştı. Bizde hem vakitten kazanç hem de kısa şehir turu Parlemento Binası.. için sarı tramvayın içindeyiz. Kendime hemen bir cam kenarı yer buluyorum. Yolculuğun her anını kayıt altına almak üzere fotoğraf makinası elimde hareket ediyoruz. Tuna nehri boyunca listemizde ki bütün yapılar bir bir bize selam veriyor. Önce Zincirli Köprü sonra Kraliyet Sarayı ve onun hemen yanında Budapeşte’yi ayakların altına seren Geller Tepesi karşımızda duruyor. Tramvay şimdi de Budapeşte’ de Tuna nehri üzerinde bulunan 8 köprüden biri olan Elizabeth Köprüsü’nün yanında. Elizabeth Köprüsü’nden sonra benim Zincir Köprü’den sonra yeşil rengi ve tasarımıyla en beğendiğim köprü olan, Özgürlük Köprüsü’nü görüyoruz. Görür görmez de Kapalı Çarşı’ya gelmek üzere olduğumuzu anlayıp inmeye hazırlanıyoruz.

Kapalı Çarşı..

Sarı kırmızı yeşil renkli nakış gibi işlenmiş gözalıcı çatısıyla dışarıdan hiçde hal binası gibi durmayan meşhur Kapalı Çarşı’nın (Market Hall ) içindeyiz. Eskiden gar binası olarak kullanılan hal; iki katlı, geniş, yüksek tavanlara sahip. İlk katında meyve sebze ve şarküteri ürünleri olduğu için orada fazla oyalanmadan hediyelik eşyaların satıldığı ikinci kata çıkıyoruz. Tabi ki alışveriş yaparken vaktin nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Orada geçirdiğimiz bir saat bizi gün batımına daha da yaklaştırıyor. Niyetimiz gün batımını Budapeşte kale bölgesinde karşılamak. O yüzden aceleyle Kapalı Çarşı’dan ayrılıyoruz. Yine meşhur sarı tramvaydayız. Bu sefer fotoğrafa biraz ara verip, keyifle etrafı izliyorum. Zincir Köprüsü’ne gelince hemen atlıyoruz tramvaydan. Geziyle ilgili yapmadan dönmeyin notlarımın arasında Zincirli Köprüyü yürüyerek geçmekte vardı. Şimdi tam da bu sözü tutmak üzereyiz.

Zincirli Köprü..

İsmini birer gerdanlığı andıran asma zincirlerinden alan şehrin ilk köprüsü Zincirli Köprü; 1839-1849 yılları arasında yapılmış, ancak Tuna Nehri üzerindeki tüm köprüler gibi II.Dünya Savaşı sonrasında yıkılmasının ardından 1949 yılında eski planlarına sadık bir şekilde tekrar inşa edilmiş.

Zincirli Köprü’yü araştırırken karşıma ilginç bir hikaye çıktı. Budapeşte’nin sembolü olan Zincirli Köprü ya da başındaki aslan heykelerinden “Aslanlı Köprü” ilk yapıldığında, mimarı İngiliz William Clark köprü bittiğinde bir hata olursa kendini öldüreceğini söyler. Bu sözünün ağırlığı ile köprüyü hatasız yapmaya gayret eder. Gün gelir, köprü biter ve tüm halk tarafından incelendiğinde, köprüde hiçbir mimari ve statik hata bulunmaz. Ancak bir çocuk bir eksiğini bulur ve kendi üslubu ile söyler. Çocuk, heykeltraşa aslanların dillerini yutup yutmadıklarını sorar. Aslan heykellerini yapan bu heykeltraş, aslanların dillerini yapmayı unutmuştur ve köprüyü süsleyen aslanların dili yoktur. Bunun üzerine köprüyü yapan mimarın sözlerini hatırlayan heykeltraş, Tuna nehrine atlayarak intihar eder.

Gelmeden önce okuduğum bu hikayeyi düşünüp aslanları dikkatle inceliyorum. (gerçekten de dilleri yok.) Peşte tarafından Buda tararafına doğru yürümeye başlıyoruz. Sağ tarafımızda gün batımının süslediği kızıllığıyla Parlamento Binası eşsiz manzarasıyla yol boyu bize eşlik ediyor.

Buda tarafındayız. Karşımızda Adàm Clark tarafından yapılan, Kraliyet Sarayı’nın altından geçip, Kristinavàros’a kadar uzanan, 350 metre uzunluğundaki “Alagút Tüneli’’nin 10 metre yüksekliğindeki eski Macar Kraliyet armalı görkemli giriş kapısı. Onun hemen yanında da Kale bölgesi diye adlandırılan tepeye çıkmanın en güzel yolu olan füniküler ya da Macarca ismi ile Siklo. Özgeyle ilginç yapıda ki bu üç katlı füniküleri görür görmez binmeliyiz diyoruz ve fünikülerin en üst katında önümüzde Peşte manzarasını eşliğinde Kale tepesine tırmanıyoruz. Füniküler tepeye ulaştığında Zincirli Köprü ile birlikte Gresham Sarayı bütün ihtişamı ile ayaklarınızın altında uzanıyor.

Gün batmak üzere… Önümüzde Zincir Köprü, onun sol tarafında bütün ihtişamıyla Parlemanto Binası ve Tuna nehri boyunca inci gibi dizilmiş diğer bütün köprüler… Tam da istediğimiz gibi gün batımında yakaladığımız bu manzara Budapeşte gezimizin unutulmazları arasına girip, hafızamızda ve fotoğraf karelerinde yerini alıyor.

Kraliyet Sarayı..

Şehrin diğer tarafının da manzarasını görmek için Kraliyet Sarayı’nın 1903 yılında yapılan süslemeli kapısından, sarayın bahçesine giriyoruz. Kraliyet Sarayı ilk olarak 1255’de kale olarak inşa edilmiş daha sonra 1849’da Bağımsızlık Savaşı’nın ardından kurulan Macar hükümetinin yönetim binası olarak kullanılmaya başlanmış. Günümüzde ise ne bir kale, ne de bir saray olarak kullanılıyor. Adı her ne kadar Kraliyet Sarayı olarak geçse de şimdilerde Macar Ulusal Galerisi’ne, Budapeşte Tarihi Müzesi’ne, Ulusal Kütüphane’ye ve Ludwing Çağdaş Sanatlar Koleksiyonu’na ev sahipliği yaptığını öğreniyoruz.

Güneş bize veda etmek üzere hava iyice kararmadan son durağımız olan Matyas kilisesini ve Balık burcu yollarına düşüyoruz. Kraliyet sarayından çıkıp kuzeye doğru bir on dakikalık yürüyüşün ardından rengarenk çatısı ve gotik mimari üslubu ile Matyas Kilisesi ve onun hemen önünde Balık Burcu karşımızda. Güneş artık bize veda etmiş ama hava daha tam kararmamış. Parlament mavisi bir gökyüzü ve önümde duran bu iki muhteşem yapı; Budapeşte’nin unutulmaz kareleri arasında ilk sıra da yerlerini alıyorlar.

Kutsal Tesli Meydanı..

Bulunduğumuz meydan Kutsal Tesli Meydanı. Eski Buda’nın merkezi olan meydanda 1691 ve 1709 yıllarında iki veba salgınında ölenlerin anısına 1710-1713 yılları arasında yapılan Barok “Kutsal Teslis Anıtı” bulunuyor. Meydandaki ana eser ilk olarak 1255 yılında yapılmış, daha sonra çeşitli nedenlerle yıkılmış ve farklı yapı tarzları ile yeniden yapılmış Matyas Kilisesi. Osmanlı döneminde cami olarak kullanılan, taç giyme törenlerinin yapıldığı kilisenin içi de son derece görkemli, fakat beni en çok etkileyen renk renk nakış gibi işlenmiş çatısı oluyor.

Kilisenin yan tarafında ise ilginç “Balıkçı Tabyası bizi bekliyor. Muhteşem tabya, 1895 yılında, “Balıkçı Loncası” için eski surların bulunduğu yerde, Neo-Romanesk tarzda yapılmış. Yapının Macar göçmen çadırlarına benzetilerek yapılan konik çatıları masallardan çıkmış gibi karşımızda duruyor. Bir an önce içine girmek için hızlıca merdivenleri tırmanıyoruz.Merdivenlerin sonunda muhteşem bir Peşte manzarası bizi karşılıyor. Gezilen her bir kule penceresi ayrı bir fotoğraf karesine açılıyor sanki. Budapeşte yazılarında şu sözü çok okumuştum. ”Işıkların şehri Budapeşte’yi bir de gece görün!” doğruymuş. Avrupanın en iyi ışıklandırlan şehirlerinden biri kabul edilen Budapeşte’nin bu sözü gerçekten hakkettiğine bizzat şahit oluyorum. Gündüz gördüğüm Zincir Köprü gitmiş, yerine ışıklar içinde daha büyüleci bir köprü gelmiş sanki. Tuna boyunca dizilmiş köprüler ışıklarıyla Tuna’yı inci gibi süslemişler. Bir başka kule penceresi ışıklandırılmış haliyle daha bir heybetli duran eşsiz bir Parlemento Binası manzarasına açılıyor. Saatlerce durup birbirinden güzel Buda ve Peşte manzaralarını izleyebilceğimiz Balıkçı Tabyası Budapeşte’nin son durağı oluyor..

Sislerin ardında gri bir günde başlayan Budapeşte maceramızı; birbirinden güzel binaların ışıklarıyla aydınlattığı bu gecede büyülü bir manzara eşliğinde keyifle sonlandırıyoruz.

Bu yazı 2014 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 85. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir