Perşembe , 25 Nisan 2024

Evliya Çelebi’nin Gözüyle Milletler

Yazı: Osman Koca   Editör: Fatih Güldal

Kütahya’da doğup babasının resmi görevi sonucu İstanbul’a gelip yerleşen Evliya Çelebi, yetmişiki yıllık ömrünün yarım asrını seyahatlerde geçirmiş ve bu uzun süren gezisi boyunca başta Anadolu, Kafkasya, Balkanlar olmak üzere Avrupa ve Kuzey Afrika’daki birçok ülke ve bölge hakkında tarihe ışık tutacak birtakım bilgiler bırakmıştır.
Bu bilgilerin bazıları her ne kadar ironi ve mizah yüklü ise de aslında bunlar onun ince ve üstün zekası ile açıklanabilecek durumlardır. Öyle ki insan aklını aşacak kertede anlattığı fantastik olay ve olgular karşısında aslında kendisi bile hadiseyi espri ve latife boyutuna çekerek ‘nedensellik yerine nasıllık’ kriterini gözler önüne sermiş ve bu sayede gerçekliği kurgusal da olsa dile getirmekten imtina etmemiştir.
Daha önce yine bu dergide soruşturma dosyaları için iki kez Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne müracaat etmiş, ilkinde tematik açıdan bir inceleme yaparken ikincisinde Balkanlar üzerine yoğunlaşmıştık. Şimdi ise imparatorluk vasfıyla teberrüz ve temerküz eden Osmanlı’nın kendi dinamikleri içindeki milletlerine bakışını Evliya Çelebi’nin gözüyle vermeyi yeğledik. Bu vesileyle on ciltlik şaheserin bütün ciltleri tarafımızca tek tek gözden geçirilmiş ve fakat sayfa sınırlandırılması nedeniyle herkesin bildiği milletlere dair istatistiki veriler yerine ilginç anekdotların aktarılması yoluna gidilmiştir.

Alanya[/caption]

Bunların ilki Tatar milleti üzerinedir: Gezginimiz dağlık bir bölgede mola verir. Bölgede yapmış olduğu uzun inceleme ve soruşturma sonrası eline kağıt kalem alıp yaratılış hikayesiyle konu edinir. Hz.Adem ile Hz.Nuh ve arasındaki kayda değer peygamber isimlerini zikrettikten sonra Tatarların üstünlüğünü tescillemek için şöyle devam eder:

“Çeşitli diller icad eden ilk insan Hz. İdris’tir. Çünkü Cenab-ı Hakk ona binlerce çeşit ilim ve yazı öğretti. Vahiy yoluyla gönderilen sayfaları ciltlerdi. Tufan’dan önce bütün kitaplarını batıdaki Nil ırmağının ötesindeki Hermin dağında gizlemiştir ki bugün Firavun dağları derler. Ama yanlıştır. Bunları Tufan’dan önce yapan Sevrid Kâhne’dir. Tufan’dan sonra eski alimler bu kitapları çıkarıp gözden geçirmişler ve 147 dili öğrenerek dünyaya yaymışlardır. Sonra Hz.İshak’tan Türk dili yayılmıştır ki bu Tatar dilidir.”

Gezginimiz, hadiseyi o derece abartır ki Doğu milletlerinin kökenini Tatarlara, Batı bloğunu ise Acem’lere dayandırır: “Hind, Sind, Mulgani, Geristani, Mutani, Bumbayi, Ateşgede Hind, Çin kavmi, Hıta, Hıtan, Fağfur, Kazak, Moğol, Nogol, Türk, Tatar, Özbek, Acem, Dağıstan’da Komok, Kalmuk, Nogay, Çağatay, Lezgi, Gürcü, Ermeni, Rum, Türkmen, Yakubi, Karayi…”

İlginçtir; İspanya, Ceneviz, Portekiz, Venedik, Sırp, Latin, Bulgar, Hırvat gibi batı bloğundaki milletlerin kökenini yine Tatarlar’a bağlarken; Acem’den hasıl olan milletleri şöyle açıklar: “Menüçehr evladından dördü kaçarak Eğri taraflarına yerleşirler. “Siz kimsiniz?” diye soruldukta, “men çar” yani dört adamız derler. Bundan galat olarak Macar kavmi kalır. Bunlar da 15 kavimdir: Orta Macar, Erdel Macarı, Sigel, Saz, Hayduşak, Leh, Çek, Kürvat ve niceleri…” Ruslara gelince on iki kavimdir ki bunlara da Slav denir: Eflak, Boğdan, İsveç, Felemenk, Danimarka, Nemse, İngiltere, Fransa, Hırvat, Boşnak.”

Sıra dünyanın en izzetli ve şerefli addettiği kavme gelir: “Kabilelerin en şereflisi olan Arap kavminden Mısır’a kadar çeşitli kavimler meydana gelmiştir: Mağribi, Fas, Mora, Keş, Savan, Sudan, Berberi, Nuvbi, Zenci, Habeş, Kilabi, Dunba, Yemen, Amman, Badiye… Kısası bütün Araplar 3060 altmış kabiledir. Ama içlerinden biri var ki iki cihanın en mutlu ve kutlu insanı, Efendimiz Hz. Muhammed’i otaya çıkarmıştır. Kureyş’in Haşimi kabilesi…”
Erzurum

Bu yaratılış hikayesi uzadıkça uzar. Söz döner dolaşır yine Tatar’lara gelir: “Sözün özü Tatarlar barbar, güçlü, kuvvetli insanlar olup şarkın şahıdırlar. Konukseverdirler. Evleri yassı, kagirdir. Tuhaf hayvanları, otları, çayırları vardır. Çocukları gürbüz, toparlak, yaman çocuklar olup çok küçük yaşlarda at biner, kılıç kuşanırlar.”

Arnavutları tanıtırken daha mutedil ve belgeli konuşur Seyyahımız. Bölgeye geliş şeklini anlatarak girer konuya: “Cebelü’l-Heme korkarak gece bütün aşiret halkını alıp dört kardeşiyle birlikte Antakya’daki Kral Herakl’e gider ve ondan kalacak bir yer ister. O da bunlara Şam, Trablus dağlarını verip yerleştirir. Cebelü’l-Heme deniz kıyısında bir şehir yaptırır. Ki bu şehir halen kaim olup ona Cebeliye şehri derler. Cebel burada güç ve saltanat sahibi olur. Bir zaman sonra da Şam ve Medine taraflarını yağma ve talan etmeye başlar. Üstüne Hz.Halid bin Velid adlı ser-kumandanımız, Hz.Mikdad bin Esved’i gönderir. Artık Cebel, orada durmayıp gemilerle İspanya’ya kaçar. Bunlar Arapların Kureyş kabilesine mensup olduklarından oturdukları dağlara Kureyş dağı, bunlara da Kureyşi Arnavudu denir. Dillerini de Frenk dilleri ile karıştırarak, Arnavutça’yı ortaya çıkarırlar.”

Öykü daha dallanıp budaklanır ise de nihayet Arnavut’ları tanıtma faslına gelir: “Arnavut’lar da Araplar gibi saçlı millettir. Şiirleri, türküleri Arap’lara benzer. Onun için daha önce anlattığımız üzere Arnavutların aslı Arap’lardandır. Lakin siyah gözlü kızların yanı sıra renkli göz ve saçlı kızları da vardır. Erkekleri daha ziyade kısa boylu ama güçlü, cesurdur. Yiğitleri pek çok olup her biri de savaşçıdır.”

Tıpkı Arnavutlar’ın kökeni gibi Çerkez, Gürcü ve Abaza gibi Laz milletlerinin aslını da Araplara bağlar Evliya Çelebi. Şöyle ki:

“Ataları Cebelü’l-Heme’dir. Mezarı Elbasan yakınlarındadır. Ama Müslümanlığı terk etmiştir derler. Çocukları ise sonraları iki kere mürtet olmuşlardır. Avluna ile Devline arasındaki Dukat dağlarında yaşarlar. Esmer renkli, Arap lehçeli, saçlı Arnavut’lardır bunlar. Cebelü’l-Heme’nin üzerine gelen Halid bin Velid Hazretleri, kardeşi Arab’ı, Keysu’nun oğlu Meval’i ve Tai’yi tutup Hicaz’a gönderip Bağdat çölünde yer verir. Keys, Keys kabilesine; Tai de, Tai kabilesine melik olur. Amcası Arab, Umman diyarına melik olur. Ama Keysu ve kardeşleri Lazki ve Abaza, kendi adamlarıyla Halid bin Velid’in elinden kaçarak Konya şehrine, oradan da Kostantiniyye’ye gelirler. Lakin o sırada Emevi’lerden Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin İstanbul üzerine yürüyeceğini duyduklarından orada durmayıp gemilere binerek Karadeniz sahilinde Trabzon tekfuru Yenevan’a varır ve ondan kendileri için sığınacak yer talep ederler. O da Lazkiye’ye Çoruh nehri kenarını verir. Laz milleti çoğalır. Laz kavminin aslı Arab’dır. Ortanca kardeşi Keysu’ya, dağlarını verir. Bunun için Çerkesler de Kureyş’tendirler. Ve Abaza’ya da bu Abaza vilayetini verdiğinden, ondan da Karadeniz kıyısındaki Abazalar çoğalıp buraları mamur ederler. Onun için Abaza kavminin ataları Kureyş kabilesindendir. Hasılı Çerkezler, Abazalar, Lazlar, Arnavutlar, hepsi kardeş çocukları olan Kureyş’lilerdir. Doğrusunu Allah bilir.”
İstanbul’a giden bir kervan

İran milletini anlatırken tamamen gerçekçi ve sadedir: “Hz.Ali Efendimize çok değer verirler. Ama bizimki gibi değil. İmandan saydıkları 12 imamları vardır. Ki o imamlar günahsız ve hatasızdırlar. Ne derlerse derhal yapılır. Saray ve çevresi çakırkeyif adını verdikleri içkiye pek düşkündürler. Sık sık saz ve def eşliğinde eğlence yaparlar. Tebriz şehirleri sarhoş ve ayyaştan geçilmez. Sema adını verdikleri döner ayinleri ilginçtir. Kızları esmer ama yahşidir. Kul kesimine vermeyip kendi insanlarına verirler. Yani dışarıdan kız alıp vermezler. Ülkelerinde tek kendi paralarını kullanırlar. Dükkanlarını seher vakti açan esnaf akşama kadar kepenklerini açık bırakıp namazına ya da evine gider. Yemekleri çok güzledir. Özellikle etli olanları…”
Trabzon

Nemse’ye yani Avusturya’ya yolu düşen Evliya Çelebi Viyana halkını kastederek Beç’lerden bahis açar: “Tuhaf insanları var bu şehrin. Asla giysilerini yıkamıyorlar. Yıkayanlarsa gözyaşları içinde eriyip giden giysilerine bakıyorlar. Giysi yıkama yeri, şehrin dış mahallesinde bulunan büyük bir dükkan olup çalışanları çoktur. Yine ne tuhaftır ki; bu şehirde ne insan, ne hayvan, ne de bir başka canlının kanı akıtılır! Taun hastalığından korkarlar zira. Nitekim şehirde geçirdiğim onca zaman içinde taun, yılan, çıyan, akrep, sinek görmedim. Kargalar, leylekler, baykuşlar daha ziyade ormanlık bölgelere çekilmişler. Adı sanı duyulmamış rahiplerin kiliseleriyle ünlüdür bu şehir. Sadece şehrin merkezinde altmışaltı patrik, bir kardinal ve büyük bir papa kilisesi bulunur. Her biri de oldukça geniş ve görkemli manastırlar olup, şehrin sapkın cemaatleri Pazar günleri ayin düzenlerler. Bunların dışında ayrıca üçyüz adet irili ufaklı kilise vardır şehrin iç ve dış mahallelerinde. İçlerinde en büyük ve muhteşem olanı, dünyada eşine benzerine rastlanılmayacak güzellikteki Stefan kilisesidir. Öyle derler! Fakat ben fakir, Polonya ve Macar topraklarında buna benzer kiliseler görmüşsem de, bu kilise hayli otantik olup yine de tam bir şaheserdir. Şehrin tuhaflıklarından biri de; insanları Hıristiyan oldukları halde, erganun adını verdikleri bir çalgı eşliğinde, yanık sesleriyle rehavî makamında Zebur okumalarıdır. Gerçi Tevrat ve Zebur’u bir tek Yahudiler okur. Zira yalnız onlar, Dâvûdî ve Mûsevî’dir.”

Seyyahımız yine mizah ve ironi yüklü dilini kullanıp Girit/Isfakya halkının türeyiş hikayesini fantastik bir şekilde anlatır: “İspanyol kralın hışmından korkan hizmetçi kızlar, cinlerle birlikte Isfakya dağlarına yerleşip hayat kurmuşlar. Bir yıl sonra hepsi de birer erkek ve kız çocuğu doğurup çoğalmışlar. Sonuçta anaları İspanyol, babalarıysa cinler olan bu tuhaf Isfakya halkı çıkmış meydana. İşte bu yüzden insanları; orta boylu, kara yüzlü, esmer tenli, yuvarlak gözlü, kara kaşlı, kıvırcık saçlı, filler gibi iri kulaklı, yassı burunlu, kaplan dişli, gergedan boyunlu, vücutları maymunlar kadar kıllı, küçük ayaklı, kalın parmaklı, yassı tırnaklı, kalın belli, avuçları geniş, güçlü ve cesurdur. Toplam nüfusu 25000 olup hepsi de bu adadadır. Dilleri Arapça’ya yakındır. Ancak Rum’ca da bilirler. Deyimleri ve kalıp sözleriyse Cin’cedir. Sesleri gür olup, bir dağdan öbürüne rahatlıkla konuşup anlaşırlar. Kızları bazen sekiz ayda, erkekleriyse genellikle oniki ayda dünyaya gelir. Kızlar sekiz-dokuz yaşlarındayken ergenlik çağına girer ve on yaşındayken hamile kalırlar. Erkeklerin ergenlik dönemi ise onbir ve oniki yaşları civarıdır. Adanın suyundan ve havasından olsa gerek üremeleri erken başlar. Tipleri çok komiktir. İnsan-cin karışımı bu adanın doğal güzellikleri akıllara durgunluk verecek derecede zengindir.”

Evliya Çelebi’nin Gözüyle Milletler – Bu yazı 2011 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 49. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir