Cumartesi , 20 Nisan 2024

“Eyvâh! Ne yer, ne yâr kaldı, gönlüm dolu âh u zâr kaldı: Beyrut

Beyrut denilince sizin aklınıza ne gelir bilmem ama benim aklıma gelen iki isimden biri Abdülhak Hamid Tarhan, diğeri Feyruz’dur. Abdülhak Hamid’in meşhur şiiri “Makber”, içinde barındırdığı dizelerde ünlü şairin Beyrut’ta defnetmek zorunda kaldığı eşinin acısını yansıtır. Şöyle der Abdülhak Hamid;

“Eyvâh!… ne yer, ne yâr kaldı,

Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden,

Gitti ebede gelip ezelden. Ben gittim, o haksâr kaldı,

Bir köşede târmâr kaldı. Bâki o enis-i dilden, eyvah,

Beyrut’ta bir mezar kaldı.”

Öte yandan Lübnanlı şarkıcı Feyruz da:

“Li Beyrut, min Selami

Min kalbi Selamün li Beyrut”

dizeleri ile başlayan şarkısında Beyrut’un hüznünü son derece güzel bir şekilde kalplere taşır.

Yazı: Önder Kaya

Bazı şehirler vardır acı ve ihtişamı sinesinde barındırır. Beyrut, işte tam onlardan biri. Lübnan’ın başkenti olan Beyrut, çok değil daha dört yıl önce İsrail işgali ile sarsıldı. Bundan önce yaşanan iç savaş ise, 70’lerde, Ortadoğu’nun Paris’i olarak adlandırılan bu şehri, harabeye çevirmişti. Beyrut, 2006’daki İsrail saldırısının izlerini hala taşıyan bir şehir konumunda. Kentin bazı bölgeleri büyük bir şantiye alanına dönmüş vaziyette. Harabeye dönen bazı binalar yıkılıp yerlerine yenileri inşa olunurken, hayalet haline gelmiş bazı yapılar da bir ibret sembolü olarak aynen duruyorlar.

Beyrut, tipik Akdeniz liman kentlerinden birisi. Selanik ve İzmir gibi bir kordon boyuna, daha doğrusu Beyrutluların deyimi ile bir “korniş”e sahip. Korniş’te bilhassa sabah vakti eşofmanlarını giyerek koşu yapanlara rastlamak mümkün. Geceleri ise sahile dizilen cafelerde, kahve ve nargile keyfi yaşanıyor. Beyrut, çay kültürünün gelişmediği ve bolca kahve tüketilen bir kent. Ve yine diğer Akdeniz liman kentleri gibi son derece kozmopolit. İçinde hem İslam’ın hem de Hıristiyanlığın farklı mezheplerinden pek çok grubu barındırıyor. Kent; Müslüman Şiiler, Sünniler, Dürzilerin yanı sıra Katolik, Protestan ve Gregoryen Ermeniler, Ortodoks ve Katolik Süryaniler, Maruniler, Protestanlar, Melkitiler gibi Hıristiyan gruplarının da yaşam sahası.

Bugün nüfusu bir buçuk milyondan fazla olan Beyrut’un tarihi, yaklaşık 4 bin yıl öncesine kadar uzanıyor. Fenikelilerin kurdukları şehir devletlerinden biri olan Beyrut’un adı, eski devir kaynaklarında “Berytus” ve “Berytos” olarak geçiyor. Kent adını, Akadça’da “kuyu, kaynak” anlamına gelen bir kökten almakta. Büyük İskender’in MÖ. 4. yüzyılda çıktığı Pers intikam seferi sonrasında Beyrut önemli bir gelişim gösterdi. İskender’in ölümüyle de, önce komutanlarından Ptolemeios, ardından da Selevkos devletinin hükümdarı 3. Antiochos’un kontrolü altına girdi. Romalılar, imparator Augustus zamanında şehri kontrol altına aldı. Beyrut İslamiyetle, ikinci İslam halifesi olan Hz. Ömer zamanında tanıştı. Emeviler zamanında donanma üssü olarak kullanılan şehir, birinci Haçlı seferini müteakiben Haçlıların hakimiyetine girdi. Selahaddin Eyyubi’nin Hıttin zaferi sonrasında bir ara Eyyubi kontrolüne geçtiyse de, onun ölümünden sonra yeniden Haçlı egemenliğini kabul etmek durumunda kaldı. Şehri kesin olarak İslam egemenliği altına alanlarsa 1291’de Memluklar oldu. 1516’daki Mercidabık savaşı sonrasında ise Yavuz Selim ile birlikte bölgede 1918’e kadar sürecek olan Osmanlı egemenliği başladı.

Beyrut, ortaçağ boyunca Venedik, Ceneviz, Pisa, Amalfi gibi İtalyan şehir devletlerinin ilgi alanına girmiş, lakin asıl büyük gelişmeyi 19. yüzyılda göstermiş bir kent. Avrupa’da meydana gelen sanayi devriminin de etkisiyle birbirleri ile rekabet içine giren İngiltere ve Fransa, Beyrut’la yakından ilgilenir oldular. Şehir, Suriye coğrafyasından ithal edilen hammaddeler ve yine bu coğrafyaya ihraç edilen işlenmiş ürünlerin dağıtım merkezi olduğundan, kısa sürede gelişti ve kalabalıklaştı. Bölgede etkinliklerini daha da sağlamlaştırmak isteyen batılı devletler, misyon faaliyetleri aracılığıyla çok sayıda kilise, hastane ve okul yapımına giriştiler. Bu okullar Beyrut açısından hem felaket hem de saadeti beraberinde getirdi. Bir yandan Beyrut, Ortadoğu’nun en önemli kültürel merkezlerinden biri haline geldi. Şehir içinde bugün de Arapçanın yanı sıra özellikle Fransızcayı ve sonrasında İngilizceyi rahatlıkla konuşan kişilere tesadüf etmek mümkün. Öte yandan söz konusu faaliyetler, toplum içindeki ayrışmaları ve kopuklukları daha da körükledi. Beyrut 20. yüzyıla bu zıtlıklarla girdi.

Birinci Dünya savaşı sonrasında Fransız mandateryası altına giren Lübnan, bağımsızlığına ancak 1944’te kavuştu. Ancak bu durum tabii ki sorunların sonu anlamına gelmedi. Yukarıda da belirtildiği üzere şehir 2006’ya kadar değişik dönemlerde yıkımlara maruz kaldı. Belki de tüm bu yaşananlardan dolayı Beyrut’ta dolaşırken bir şehir ruhu yakalamakta zorluk yaşıyorsunuz. Zira kent defalarca yıkılmış ve her defasında küllerinden yeniden doğmaya çalışmış. Bu yanını da göz önüne aldığınızda haksızlık etmemek gerek Beyrut’a. Onu Şam’la, Halep’le, İstanbul’la, Bursa’yla karşılaştırmak doğru değil. Ancak hemen belirtelim ki hangi beklentiyle gelirseniz gelin, beklentilerinize bir ölçüde rahatlıkla cevap verecektir Beyrut.

DOWNTOWN – ŞEHİR MERKEZİ

Bir şehri gezmenin en iyi yolu kanımca, işe doğrudan şehir merkezinden başlamaktır. Biz de Beyrut’u gezerken öyle yapalım. Ancak öncesinde Beyrut’la adeta özdeşleşen Refik Hariri’nin sahil tarafında denk düşen heykeli ile işe başlayalım. 14 Şubat 2005’te bir suikasta maruz kalan Refik Hariri ile birlikte hayatını yitirenler anısına oluşturulan parkın tam ortasında Hariri’nin bir heykeli bulunmakta. Parkın girişine konulan tabelada ise suikastta hayatını kaybeden diğer kişilerin isimleri yazılmış. Hariri’nin geçici mezar alanı için ise Downtown denilen şehir merkezine gitmeniz gerekiyor. Downtown, şehri gezmeye başlamak için en cazip alanlardan biri konumunda. Merkez bölgesine hakim olan yapılar ise ağırlıklı olarak kiliseler. Bunun belki de tek ciddi istisnasını, tam merkezde yer alan ve tüm çevreye hakim bir görünüm sergileyen Muhammed el-Emin Camii oluşturuyor. Caminin inşasına Refik Hariri de maddi katkıda bulunmuş. Kendisi hem Lübnan’ın eski başbakanı, hem de Arap dünyasının en zengin simalarından birisi idi. 2004’de Forbes dergisinin dünyanın en zenginleri sıralamasında Hariri ailesi 108. sırada yer alıyordu. Suudi kralı Fahd’ın kız kardeşi ile evli olan Hariri, medya, inşaat ve bilgisayar alanlarına yaptığı yatırımlarla tanınıyordu. Bu yatırımları geniş halk kitlelerinin desteğini sağlayacağı alanlara da kaydıran Hariri’nin, Lübnan’da ciddi bir popülaritesi bulunuyordu. Nitekim şehri gezerken restore edilen pek çok yapının kenarına iliştirilen kitabede onun adına rastlamanız mümkün.

Biz yine gelelim şehir merkezine ve buraya hakim bir konumdaki Muhammed el-Emin camisine. Turkuaz rengarenk kubbesiyle açık havalarda adeta gökyüzüyle özdeşleşen caminin dört minaresi var. Son derece zevkli bir yapı. Hem modern hem de klasik mimarinin izlerine tesadüf etmek mümkün. Hariri tarafından şehir merkezinin yeniden imarı kapsamında bölgede yükselen cami, yaklaşık iki yıldan beri ibadete açık. Lübnan camilerinin en belirgin özelliklerinin başında temizlikleri geliyor. Bu cami de son derece temiz ve bakımlı. Abdesthaneler ve tuvalet caminin altına inşa olunmuş ve ülkemizde dahi görmeye alışık olmadığımız ölçüde temiz ve bakımlı bir alan. Cami, vakit namazlarında az bir cemaate sahip. Bunun da en temel nedeni bölgenin ağırlıklı olarak, Hıristiyan nüfusun yaşadığı bir alan olması. Bunu çevredeki kiliselerden ve şehre pazar günü gittiğiniz takdirde sıklıkla duyacağınız çan seslerinden anlamak da mümkün.

Bu abidevi caminin hemen yanında ise şantiye alanı görünümlü bir mekan göze çarpıyor. Söz konusu alanın etrafı, Refik Hariri’nin poster şeklindeki bez afişleri ile çevrelenmiş. Burası Hariri’nin geçici mezar alanı. Bombalı suikasta kurban gittikten sonra anıt mezarı inşa olunana kadar, büyük bir çadırın altında yer alan bu alana defnedilmiş. Mezarının etrafı Lübnan bayrakları ile çevrelenmiş. Hemen sağ tarafta kalan ayrı bir alanda ise söz konusu saldırıda hayatını kaybeden diğer yedi kişinin mezarı bulunmakta. Her birisinin mezarının baş tarafında bir fotoğrafı var. Aynı fotoğrafa Refik Hariri’nin dua eder durumdaki bir pozu da fotomontajla iliştirilmiş.

Hariri’nin mezar alanı Beyrut’un Şehitler Anıtı’na bakıyor. Bu anıt son derece ilginç ve etkileyici bir abide. Şehir, liman kenti olmanın bedelini çok ağır ödemiş. Tarih boyunca Ruslar, Fransızlar, İngilizler ve İsrail bombardımanlarına maruz kalmış. İlk üç devlet, heykelin baktığı limandan kenti bombalamış. Bu nedenle heykel, Lübnan halkının azmini gösteriyor. Heykelin merkezinde elinde özgürlük meşalesi taşıyan bir kadın ve bu kadına sarılmış, ancak bir kolu kopmuş bir delikanlı var. Gencin kolu kopuk olmasına rağmen, her şeyi bir tarafa bırakarak özgürlüğü temsil eden kadına umutla sarılmış ve ufku gözler vaziyette. Heykelin önünde elini yardım istercesine kaldıran bir figür ve arka tarafta da ölü bir adam bulunuyor. Kısacası anıt, geçmiş zaman içinde hem iç hesaplaşmalar, hem de dış etkiler sebebiyle büyük acılar yaşayan Lübnan’ın etkileyici bir şekilde tarihini özetliyor.

Merkez bölgesinde görebileceğiniz İslami devre ait yapı yok denecek kadar az. Buradaki en belli başlı yapılar Emir Assaf, Emir Münzer ve Ömer-i Kebir camileri. Sonuncusu da zaten her ne kadar bugün cami olarak kullanılsa da, Haçlılardan kalma bir kilisenin Memluklar zamanında camiye dönüştürülmesi sonucu oluşmuş. Zaten yapının iç ve dış görümünde de kilise mimari tarzı son derece belirgin. Bu durum en iyi biçimde caminin minber ve mihrap kısmında kendini gösteriyor. Mabed, 1113-1150 yılları arasında Hospitalier şövalyeleri tarafından St. John ya da başka bir deyişle Vaftizci Yahya Kilisesi adıyla inşa olunmuş. Nitekim bugün da minberin hemen yanında şebeke ile kapatılmış özel bir alan göze çarpıyor ki, inanışa göre burada Vaftizci Yahya’nın eli gömülüymüş. Bilindiği üzere dünya üzerinde Hz. Yahya’ya atfedilen başka eller de var. Nitekim bunlardan bir diğeri de Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunmaktadır.

Ömer-i Kebir camisinin hemen yakınlarında ise Münzer camii yer alıyor. Cami, Kasım 2010 itibariyle restorasyon halindeydi. Ancak temizliği ve bakımlılığı ile dudak ısırtıyor. Caminin içinde görmeye hiç de alışık olmadığımız biçimde en arka safa dört adet küçük kanepe konulmuş. Muhtemelen ayakta namaz kılamayanlar için böyle bir tedbir düşünülmüş. Yapının tam ortasından sedef işlemeli ve ahşap malzemeden mamul harika bir avize sallanıyor.

KİLİSELER DİYARI BİR KENT

Beyrut, Ortadoğu’da başka bir yerde eşine tesadüf edemeyeceğiniz kadar Hıristiyanlığın kültürel çeşitliliğini içinde barındıran bir kent. Kiliselerden bazıları misyonerlik faaliyetleri sonrasında oluşan cemaatlere hizmet ederken, bazıları da Ortadoğu merkezli mezheplere ev sahipliği yapıyor. Bu kiliseler içinde en göze çarpanlardan biri, Muhammed el-Emin camiinin hemen yanında yer alıyor. Katolik Maruni Saint George Kilisesi, son derece etkileyici bir yapı. Burayı turistler açısından cazip kılan etkenlerden biri de hemen yanı başında İmparator Septimus Severus tarafından temelleri atılan tarihi Roma hukuk okulunun kalıntılarının yükseliyor olması. Bu kilisenin yakınlarında yine iki Saint George kilisesi daha var. Lakin bunlardan ilki Ortodoks Rumlara ait olup Aya Yorgi adını taşıyor. İkincisi ise Saint George olarak biliniyor ve Katolik Ermeni cemaatinin mabedi. Bu yapının mimarisi, de tipik Ermeni kilise mimarisi şeklinde. Bilindiği üzere Ermeniler, Gregoryen mezhebine mensup bir topluluk. Ancak 17. yüzyıldan itibaren gittikçe etkisini arttıran bir şekilde Katolik misyonerlik faaliyetlerin hedef sahası haline gelmişler. Bunun sonucunda Ermeni Katolik ve Protestan cemaatleri oluşmuş. Kilisenin ibadet dili ise bölgedeki hemen her kilise gibi Arapça. Biraz daha arkalarda ise Ermenilerin Katolikleşmesinde önemli roller oynayan Capucin papazlar tarafından inşa olunan Sait Louis Kilisesi yükseliyor. Capucinler bilindiği üzere bilhassa eğitim faaliyetleri yoluyla Ortadoğu, Uzakdoğu ve Güney Amerika’da Katolik inancının yayılmasında önemli roller oynamışlar. Tüm bunların dışında şehirde çok sayıda Süryani, Ortodoks, Maruni kilisesine tesadüf etmek mümkün.

OSMANLI HÜKÜMET BİNASI

Downtown yakınlarında Osmanlı devrine ait en önemli yapı ise hiç şüphesiz hükümet sarayı ve bahçesindeki 2. Abdülhamid yadigarı saat kulesi. Esasen hükümet konağı 1853’de kışla binası olarak inşa olunmuş. Mimarisi de bunu doğrular türden. Sonradan vilayet konağına dönüşmüş. Fransızlar da manda döneminde yapıyı aynı amaç için kullanmışlar. Hükümet sarayının hemen yanında Surp Nişan Ermeni kilisesi yükselmekte ki resmi hükümet dairesinin hemen bitişiğinde bir kilise binasına rastlamak, Osmanlı coğrafyasında çok alışılmadık bir durum olsa gerek.

Vilayet konağının alt tarafında, arkeolojik bir sit alanı yer alıyor. Burası Roma döneminden kalma hamam kalıntılarına ev sahipliği yapıyor. Buluntular olduğu gibi korunarak ziyaretçilerin seyrine açılmış.

BEYRUT MÜZESİ

Beyrut’a gelmişken Arkeoloji müzesini gezmeden dönmek olmaz. Gerçi söz konusu müze, İstanbul Arkeoloji Müzesi ile karşılaştırılamayacak kadar küçük. Ancak Osmanlı imparatorluğun başkentindeki emperyal müzeyi de Beyrut’la karşılaştırmak pek akıl kârı değil. Müze, iki katlı bir yapı. Lübnan tarihinin adeta kısa bir özetini içerir nitelikte. Giriş 5000 Lübnan lirası yani yaklaşık 3 dolar. 1999’da hizmete girmiş. Hizmete girişine ise 1980’lerde eski müzenin depolarında yaşanan bir su baskını sebebiyet vermiş.

Müzenin alt katında Mısır, Helenistik ve Roma devrine ait heykeller, lahitler, mezar stelleri ve mozaikler sergileniyor. Asansörle de çıkılabilen ikinci katında ise heykelcikler, masklar, cam işleri ve bir kısmı da İslami döneme ait olan sikkeler yer alıyor. Özellikle Fenikelilerden kalma cam işleri ve masklar son derece etkileyici. Müzenin çıkışında hediyelik eşya bölümünden de kartpostal, anahtarlık, cam işi ya da işlemeli kumaşlar satın alabilirsiniz.

Beyrut Arkeoloji Müzesi’nin biraz ilerisinde ise şehrin en köklü okullarından biri olan Saint Joseph Üniversitesi uzanıyor. Okul zaman içinde gittikçe büyümüş. Eski binalarından bazılarını da korumayı bilmiş. Burası Katolik kültürün oldukça yoğun olarak hissedildiği bir semt. Okul, Fransızlarca kurulmuş ve zamanla genişlemiş. Zaten kampüsün karşısında da gayet sıkı biçimde korunan Fransız büyükelçiliği bulunuyor. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, Beyrut’un asıl şöhretli üniversitesi Beyrut Amerikan üniversitesi adını taşıyor. Ancak onu, daha sonra ayrı bir yazının konusu olarak düşündüğümden şimdilik adını zikrederek geçiyorum. Saint Joseph’in eski binalarının karşısında ise Katolik Melkit (Süryani Arap) kilisesinin önemli merkezlerinden biri var. Bu yapının içini mutlaka gezmelisiniz. Harikulade bezemelere sahip. Hele Hz. İsa’nın son yemeğinin resmedildiği tablo ve kubbedeki Hz. Meryem ve çocuk İsa figürleri cidden görülmeye değer.

Kiliseden ilerlemeye devam ederseniz karşınıza değişik Hıristiyan cemaatlerine ait mezar alanları çıkacaktır. Bu bölgede İngiliz ve Fransız vatandaşlarının gömü alanlarının yanında, bir de Yahudi maşatlığı bulunuyor. Ancak kapısına kilit vurulmuş ve önüne çöpler bırakılmış olan maşatlık, bakımsız görünüyor. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki şehir de bir de sinagog var ve hali hazırda restore edilmekte.

GECE HAYATI VE BAZI BİLGİLER

Beyrut, geceleri de oldukça renkli bir şehir. Gece hayatı burada oldukça geç saatlerde başlıyor. Bilhassa Hamra ve Gemayze caddeleri gece yarısına doğru son derece hareketli mekanlar. Gemayze caddesindeki Le Cheff restoran ise özellikle turistlerin uğrak durağı olan bir mekan. Salaş bir lokanta ve otantikliği sayesinde tercih edilen bir mekan konumunda. Beyrut’ta sıradan mekanlarda yiyecek fiyatları son derece ucuz. Mesela sokakta felafeli 2000 Lübnan lirası ki bu da bizim paramızla 2 liraya denk geliyor. Ancak turistik mekanlar pahalı. Alışveriş yaparken fiyatların Türkiye’deki muadilleri ile aynı, hatta bazı durumlarda daha yüksek olduğunu da hemen hatırlatalım. Bir diğer hatırlatma da taksilerle ilgili. Taksileri durdurduğunuzda “servis” olup olmadığını sormayı ihmal etmeyin. Zira taksiler servis şeklinde çalışıyorlarsa yol üzerinde bulunan ve sizinle aynı istikamete giden diğer yolcuları da topladıklarından çok cüzi bir miktara yolculuk yapabiliyorsunuz. Aksi halde sizden taksi ücreti alıyorlar. Genelde taksi ücretleri 10-15 dolar arası. Servis şeklinde seyahat ederseniz ortalama 2 dolar veriyorsunuz. Fotoğraf meraklılarına da bir tavsiye. Genelde Lübnan’da fotoğraf çekimi rahat yapılıyor. Ancak bazı alanlarda uyarılara maruz kalabiliyorsunuz. Hükümet sarayı, ya da sahildeki deniz feneri gibi yerlerde fotoğraf çektiğinizde çevredeki askerler yanınıza gelerek kibarca fotoğrafları silmenizi rica edebiliyor. Kornişte genel manzarayı görüntülerken de bazı kişiler çektiğiniz fotoğrafı özel hayatlarına müdahale olarak algılayıp, görmek isteyebiliyorlar. Lakin bunlar bu coğrafyada pek çok yerde karşılaşabileceğiniz beylik durumlar.

Hasılı Akdeniz kültürüne meraklıysanız, Selanik ve İzmir’i sevdiyseniz, eskiyle moderniteyi birlikte solumaktan hoşlanıyorsanız, çok kültürlülüğün yansımalarından hoşlanıyorsanız Beyrut tam size hitap eden bir kent.

Bu yazı Gezgin dergi 2010 yılının Aralık (46) sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir