Perşembe , 18 Nisan 2024

Gönlümdeki Dağdan Yüreğimdeki Denize Bir Yolculuk: Gümüşlük

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Dağlar ve denizler!.. Bir zıtlık mı? Yoksa bir bütünün iki yanı mı? Dağlarda ne hisseder insan, denizlerde ne düşünür? Adı üstünde, dağlarda hisseder, denizlerde düşünür. Birincisinde müthiş bir teslimiyet; ikincisinde şüphe, inceleme, sorma, sorgulama… Birincisinde bir haykırış, ikincisinde bir suskunluk… Dağlarda alabildiğine kendinin dışına taşmak, göklere ve zirvelere bir yolculuk, acziyetini idrak edercesine ben varım diye bağırabilmek, dağlarla boy ölçüşebilmek; denizlerde ise bir susuş, alabildiğine kendi içine kapanış, kendi içinde bir yolculuk ve sessizlik, sukunet… Ancak ikisinde de sonuç kendini bir sonsuzluğa teslim ediş… Dağlar yüceliği ve sonsuzluğu, denizler ise genişliği ve sınırsızlığı hatırlatır insana.

Hep düşünmüşümdür? Neden sufiler, bilge adamlar, ermişler dağları tercih eder de, filozoflar denizleri, deniz kenarlarını seçer. Bu bir fıtrat meselesi mi? Yoksa bir bütünün iki görüntüsü mü? Kimbilir belki de sufinin hiçlik duygusunun ve filozofun benlik duygusunun kaynağı da bu… Çıktığım her dağ zirvesindeki bir türbe, bir tekke ya da bir zaviye bana hep şunu düşündürmüştür: Kuşatıcı, toparlayıcı bir bakış sahibi olan sufi, kendi hiçliğini ve kuşatılmışlığını da galiba burada yaşıyor. Erciyesin arkasında bir tepenin üstünde mesken tutan Şem’un El Gazi (ya da Emir Çoban) veya Şeyh Turesan kendilerini insanlardan ayırarak sanki buralara kuşatılmak için gelmişler ve buradan da yeniden içinde bulundukları insanlara dönerek onları kuşatmışlardır.

Filozoflar ise aksine belki de denizin deli dalgalarının ruhlarına verdiği tesir ile teslimiyetten ziyade sınırsızlığı ve sonsuzluğu sorgulamışlar, kendilerini içinde yaşadıkları insandan soyutlayarak farklılıklarını öne çıkarmışlardır. Belki de bunun içindir ki insanlar birincilere veli derken ikincilere deli gözüyle bakmışlardır. Oysa gerçekte her iki kesimde de istisnaları olmakla birlikte, bir bütünün iki tezahürünü görmek daha kolaydır.

Hangi makamda kim deli kim veli bu da tartışılabilir. Egeye doğru yol alırken Efes ve Miletos levhalarını gördüğümde her zaman bunları düşünmüş yeniden sorgulamışımdır düşüncelerimi… Bir zamanların sahil kasabası olan Milet, yetiştirdiği filozoflar ile bilinir. Evrenin ilk arkesi sudur diyen Thales buralıdır. Ege’yi dolaşırken tabii olarak muhayyilenize filozoflar gelir. Hikmeti akılla aramanın adamları diyebileceğimiz Thales, Aneximenes, Aneximandros bu toprakların soluklarıdır.

Ruhları kıyılardan biraz çekilse de hala buralardadır. Dağlarından yağ ve bal akan Ege’ye ayrıca fikri de eklemek gerekir. Bodrum’a yaklaşırken artık dağların bozkır kokulu rüzgarlarının yerine, sizi denizlerin nemli ve ılık rüzgarları karşılar. Turizm anlayışının tüm tüketici yanına rağmen, Bodrum ve çevresi hala direncini sürdürüyor. Ege türküleri uman gönlümüz, turistlere yönelik cistakların boğucu ikliminde adeta burkuluyor. Dışarıdan gelen insanlara o insanların müziklerini acemice ve saçma sapan bir biçimde neden sunarız hala anlayabilmiş değilim.

Ben bir başka ülkeye gittiğimde o ülkenin otantik veya geleneksel her şeyini merak ederim. O insanlar bana Dede Efendi’nin ya da Abdulkadir Meragi’nin bir eserini dinletseler, yahut Muharrem Usta’nın veya Neşet Ertaşın bir türküsünü acemice icra etseler, ya da bana buz gibi bir ayran getirerek, beni benim mahalli kıyafetlerimle karşılasalar alay ederim. Ama tuhaf bir mantıkla bizler yıllardır turistlere ne kadar onlar gibi olduğumuz “soytarılığını” yapmaktan bıkmadık üstelik bu yaptığımızın kültürel anlamda hiçbir anlamı olmadığını da fark edemedik…

Ama ben inadına bir ege türküsü mırıldanarak Gümüşlüğe doğru yola devam ediyorum begonviller ve şebboylarla çevrili yollarda: Çökertme’den çıktım da Halil’im aman başım selâmet, Bitez de yalısına varmadan Halil’im aman koptu kıyamet. Arkadaşım İbram Çavuş Allah’ıma emanet, Burası da Aspat değil Halil’im aman Bitez yalısı, Ciğerime ateş saldı, telli kurşun yarası. Dağlarda yürürken yolun sizden önce harekete geçtiğini hatta yürüdüğünü hissedersiniz. Siz sanki yürüyen yola eşlik edersiniz. Her şeyi turizme göre ayarlanmış bu mekanlarda yollar bitmiyor. Asfalt sanki içinizde kaybolarak gönlünüzde bir şeyleri yok ediyor.

Gümüşlük, Bodruma göre daha az gürültülü. En azından belediyenin işlettiği üstü hasırla örtülü, ahşap masa ve sandalyelerden oluşan kahveye girer girmez en çok sevdiğim Ege türkülerinden birini hem de bir mahalli sanatçı şivesiyle dinlemenin keyfiyle parasını peşin verdiğim çayımı yudumluyorum. Ortada yedi sekiz yaşlarında iki çocuk türkünün yöresel oyununu kendilerince çocuk pervasızlığında icra ediyorlar. Oynamak isteyipte kendini tutmak galiba yaşlanmanın alametlerinden..

Demirciler demir döver tunç olur Sevip sevip aman ayrılması fidan boylum güç olur Haydindi Çatalçam’da rüzgar var Benim yarimde ahu gibi gözler var Haydindi al işliğe mor düğme Gavır gizi gine girdi gönlüme

Müthiş keyifliyim ve çay içmeye devam ediyorum.  Yalnız her gelen çayın parasını peşin vereceğimi öğrendiğim için bozuklukları masanın üstünde tutuyorum. Deniz kıyısına sıfır bu kahveki keyfim ve yaşadığımın farkına varma hissim tarif edilir gibi değil. Ortalıkta dolaşan kedi ve köpekler ise adeta insanlarla iç içe müziğe ve iklime eşlik ediyorlar. Ne kenarda tavla oynayan yaşlı amcaların kahkahaları ve sohbetleri, ne de biraz ilerde balıkçıların gurbet ve gariplik kokan içli muhabbetleri ortamı bozuyor.

Aksine olumlu bir etkisi olduğunu hissediyorum. Bir süre sonra kahveden kalkarak kıyı boyunca yürümeye başladım. İlk dikkatimi çeken şey denizin mavisiydi. Tıpkı dağların mavisindeki sonsuzluğu görüyordum. Dağların mavisine baktıkça size bir ferahlık verir, denizin mavisi ise sizi içine çekerek müthiş bir sukunet veriyor. Lokantaları geçtikten sonra sağ tarafımda kokan çiçeklerle beraber kayığına “harbi titanik” ismini koyan bir insanın muhayyilesini anlamaya çalışıyorum.

Doğulu insanın batılı insana bakışındaki gizli ironiyi hissedebiliyor insan… Kıyı müthiş, güneş batmaya yüz tutarken mavilik yerini an be an değişen bir kızılığa terketmeye başladı. Bir süre sonra kıyı o kadar tabii bir hale büründü ki kenarda duran ağaç adeta dallarını ve ayaklarını denize uzatmış serinliyordu. Ağaca imrenerek ayakkabılarımı çıkardım ve kısa bir mesafede suların ulaştığı kumlar üzerinde yürümeye başladım. Ve burada sanki ayak izleri arıyorgönlünüz..

Dalgalar… Dalgalar… Dalgalar… Dalgaların bir kıyıya vuruşu insanın gönlündeki sızılara benzer.. Gönülün titremesidir sanki. Dalgalar her ayağıma değdiğinde, kimi zaman gönlümde bir kelime bir cümle müşahhaslaşırken, kimi zaman da bir derdimin-yaramın başı açılır.

Denizin dalgalarını dağların bulutları ile mukayese ediyorum.. Bulutsuz bir dağ ne ise dalgasız bir deniz de o benim için.. Bulut içimdeki sevdayı uyandırırken, dalgalar adeta teselli eder. Bulutun adı sevdalı bulut olur, dalganın adı ise deli dalga.. Dağ rüzgarla konuşur, deniz ise rüzgarın müşahhas hali dalgalarla konuşur, dile gelir ve derdini anlatır. Dalgalar denizin dilidir.. Ama en önemli benzerlik ise dağların uğultusu ile denizin uğultusunun aynılığıdır. Her ikisi de sizi içinde bulunduğunuz kalabalıktan tecrid ederek ayrı bir iklime götürür ve sizi fıtratınıza döndürür. Sonra siz oradan yeniden bakarsınız eşya ve hadiselere ve daha farklı görmeye daha farklı açıklamaya başlarsınız zamanı ve mekanı.

Burada dağın gizemi ve sırrı ile denizin gizemi ve sırrını düşünüyor mukayese ediyorsunuz. Dağ sizi kuşatıyor deniz sizi içine çekiyor. Ama ikisi de sonsuzluk ve sınırsızlık boyutunda sizin acziyetinizi ve bir damladan bir taş parçasından farklı olmadığınızı da hatırlatıyor. İnsan dağda ve denizde özgürleşir. Acziyetle özgürlük arasında bir tena kuz görenler için söylemek gerekirse, acziyeti anlamaktır ki hakiki manada hürriyettir. Teslim olarak teslim almak gibi. Fethedilerek fethetmek gibi. Tabiata başkaldıran batılı özgür değildir, aidiyet duygusuyla tabiata teslim olan boyun eğen kimse özgürdür. Batılı insan özgür olduğu paradigmasının esiridir en önce.

Hakikatte bütün nefsi çabaları da bu gerçeğin üstünü örtmek için beyhude bir çabadır. Batılı modern insan içinde bulunduğu zamanı ve mekanı ruhundan ve kutsalından soyutlayarak sekülerleştirirken manevi tatminsizlikten de asla kurtulamaz ve tabii olarak sahte kutsallarını ve mistik değerlerini üretmeye “inşa” etmeye başlar. Oysa bir aidiyet ve teslimiyet duygusuyla dünyanın, insanların, eşya ve hadiselerin prangalarından kurtulan insan, dağlarda ve denizde ruhunu ve gönlünü hisseder.

Asıl “ben” buralarda ortaya çıkar. İnsan fıtratına döner. Rüzgar güneş eğildikçe daha fazla artmaya başladı. Dağlarda adeta sizi titreten rüzgar, denizlerde saçlarınızla, yanaklarınızla oynaşarak sanki cilve yapar. Duygusallaşırsınız etrafınıza yayılan kızıllıkla.. Dağlarda ve bozkırda türkü çığıran, bozlak bozulayan siz, burada şiirler okumaya, mırıldanmaya başlarsınız. Burada dağlardan farklı bir biçimde dikkatimi çeken şey ise ufuk… Dağlarda ufukla birlikte sanki sizden bir şey uzaklaşır ve siz mahzunlaşırsınız batan güneşle beraber.

Denizlerde ise ufuk sanki sizin içinizde kaybolur ve size öylesine yaklaşır ki siz batan güneşi gönlünüzde hissedersiniz. Kimbilir dağdaki hüzünle denizdeki duygusallık bundan dolayı.

Gece ve deniz… Dalgalar bir türkü, bir şarkıdır sabaha kadar ya da bir ninni… Pencereden baktığınızda denizde insanların yerini yıldızlar almış. Her yıldız denize düşmüş oradan size göz kırpar. Ay ise denizden doğar.

Gümüşlük; bizim dağlara göre çok küçük kalsa da ruhunu yine bir dağa yaslamış. Bozdağ… İsmini de bu bölgedeki gümüş madeni ocaklarından alıyor. Tarihte Myndos olarak bilinir.

Ana tanrıçaya ibadet anlamına geliyor. Pausanias’a göre Halikarnassosla birlikte Troizen kökenli göçmenlerce kurulmuştur. Plinius ise Eski Myndos diye adlandırdığı alanda Leleg yerleşimi olduğunu söyler.

Hıristiyanlık döneminde ise “Amyndos” olarak adlandırılan bir piskoposluk merkezi olmuştur burada. Özellikle neredeyse denizden yürüyerek ulaşabileceğiniz Tavşan adasında son dönemlerde kazılar hala devam etmektedir.Tavşan adasına ya da Bozdağdan genel olarak Gümüşlüğe baktığınızda tarihin bu yabancılaşan insanlardan ve mekandan, dağların izbe kuytularına ve denizin içine nasıl saklandığını ve gözlendiğini hissedebiliyorsunuz.

Ertesi sabah güneşten önce doğmazsanız sabahın bereketini ve nurunu özünüzde hissedemezsiniz. Kahvede yaşlılarla birlikte çay içip harika bir köy kahvaltısı yapıyoruz. Yaşlı bir amca buranın neden gümüşlük olduğunu çevredeki gümüş madenlerinden söz ederek anlatmaya başlıyor. Sabahın o sessizliğinde kıyılardaki teknelerin biraz sonra başlayacak yoğun mesaiye başlamadan önceki sohbetlerini hissediyorsunuz. Kıyıya demirleyen her tekne hem dinlenir hem de yanındakiyle sohbet eder doyasıya ve macerasını anlatır duyan ve anlayan için.

Ege’de ilk yirmi dört saatten sonra denizin ve dalgaların serseri ruhu sizi kuşatmaya ve belirlemeye başlar. Siz dağların delisiyseniz artık burada denizlerin serserisi olacaksınız. Dağların delisi denizlerin serserisi olur ve bir bütünün iki yanını kendinizde yaşayarak yolunuza devam edersiniz.

 

Bu yazı 2011 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 54. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir