Çarşamba , 24 Nisan 2024

İlk An’a Şahit Olmanın İfade Edilemezliği: Doğum Fotoğrafı Nedir Çeken İçin?

Sabah altıya çeyrek var. Hayır, altıyı çeyrek  geçiyor ya da her neyse birisi doğacaksa beni hep  sabah saat altı sularında buluyor… Bebeğin annesi yada fotoğrafçısı olmam durumu pek değiştirmedi anlaşılan . Ve Karaköy vapuru, hem de ilk vapur. Bu vapura binmeye elbette beni olası bir bebek örgütlemiştir. Memnundum. Doğmadan sevdiğim bu bebeği sevmek zorundayım. Annesinden önce ben görecektim. Aramızda bir objektif gözü olacak ama olsun. Ben bebeği sevmiştim. Zaman beni onu apansız sevmeye yontuyor. Pembe bir ‘kadillak’ kadar memnundum halimden…

Yazı ve Fotoğraflar: Nevra Geniş

Sonuçta yola çıkmak dediğin şey öyle kolay yapılmaz. Önce bir düşünürsün, sonra yol arkadaşı ararsın. Hazırlanmak gerek. Biz gezgin miyiz, sırt çantamızı alıp yola çıkalım? Evet, öyleyiz, şehir içinde bile sırt çantasıyla gezeriz. ‘Okuduklarımız bile hep gezmek doludur’ desek de yola çıkmak kolay olmazdı bu bebek olmasa. ‘Hem de ilk vapurla hem de günü birlik, hem de var olmayan bir ülkeden gelen şu bebeğe yolculuğuma bakın,’ derken doğumhane hemşirelerinin asabiyeti geldi aklıma. Hemşireleri iyi fotoğraflayan bir fotoğraf avcısı sayılmam fakat bebeğin kordon bağından hayat ağacına geçişinde zamandan israf edecek bir fotoğrafçı değilim. Buna mukabil asabiyet iyi bir fotoğraf düşmanıdır. Doğumhane hemşirelerinin çoğu yaşlarının yarısını gösterirler, buna mukabil tamamı yaşlarının iki katı asabidirler. ‘Doktorla konuştum, bebeğin annesi de izin vermiş. Asabiyete gerek yok ablacım, bu da bizim işimiz.’ diyerek alaylıyım ben bu işte gibi bir hal mi takınsam. Yok, ‘Bildiğin iyi hocalar öğretti bana bu işi. Alaylı falan değilim, çaresiz öğrenciyim ben…Şu sonsuza kadar öğrenci kalmaya niyetli insanlardan.’ mı desem?

Derken vapur seyahati bitter çikolata gibi bir anda biter. Hooop Kadıköy- Bostancı otobüsü ama bu yolu velespitle gitmek isterdim hem de bisiklete velesbit demek istediğim kadar.  Bir de renkli atkım olsa, pabuçlarım kırmızı olsa, bir ressam beni çizse… Derken bitmiş akbil sesi dı dı dıt dıt… Otobüs sürücüsü amca kızmasın diye masum kedi bakışları işe yaramıyor ama burası Kadıköy, kadının köyü kadar kalabalık İstanbul semtlerinden. Biten akbil dolar da otobüste oturacak yer bulmak beni yeniden hayal kurmaya örgütledi. Bana bunu otobüsteki boş koltuk yaptı ama hayalim velespitle Kadıköy- Bostancı yolculuğundan ibaret sayılamazdı. Arada bir daha kaç bebek fotoğrafı çekerim. Kaç tanesinin saçı kömür siyahı olur. Zaman da az kalmış taksiye mi binmeliydim derken otobüs hareket etti.

Bebeğin battaniyesi, bu önemliydi, ne renkti pamuktan battaniyeler… Doğumhaneye girip de bebeği gördüğüm an hafif bir titreme hali alır beni. Üşüyorum sanki, ta ki bebek battaniyeye sarılana kadar… Derken otobüs yolu da bitti. Saat yedi kırk beş.  Artık yürümeye vaktim yok. Bilmem ne ‘hosbıtıl’ diyerek taksiye bindim. Beş dakika sonra hastanedeyim. İçeri sessizce fotoğrafçı olduğumu çaktırmayan bir giriş. Doğacak bebeğin annesini bulmaca… Doğumhane zemin kat bayan, alt katta… Elime tutuşturulan kiremit yeşili… Evet yanlış duymadınız, hem de yağmurdan tamamen yosun tutmuş kiremit yeşili ameliyat elbiseleri. Bu yeşillerde fotoğraf makinemin üstüne pek artistik oluyor, pek afilli. An itibariyle pembe kadillaktan kırmızı şavrolete terfi ettim diyebilirim. Aaa.. fotoğrafçı diyen hastane görevlileri benden heyecanlı. Onların heyecanı, kendi çocuklarının doğumunda bir fotoğrafçı bulunmamasından ya da ameliyathanede hasta ve doktor dışında gördükleri hiç alakasız makineli tüfekli, -pardon- objektifli birini görmekten…

Tecrübelerim beni yanıltmıyorsa bu hastane çalışanlarının en iyisi ameliyathanede bulunur. Dezenfektan kutusundan elime pıst pıst birkaç damla hijyen. Makinemi de ıslatmadan pıst pıst birkaç damla hijyen de ona. Başka zaman çamura çöksem bunu yapmam makineme.  Ama düşünsenize, bu doğmamış bebek beni sabah ilk vapura binmeye ikna etti. Hayatım boyunca ilk vapura binmek için daha iyi bir neden bulabileceğimi düşünmüyorum. Aramızda sıkı dostluk var yani keratayla.

Sonra bir ‘pıst pıst’ sen fotoğrafçı mısın küçük kız. Bu elindeki ne, profesyonel mi bunlar? Ay bizim Pakize teyzenin yeğeni de bir tane getirmiş Amerika’dan.” şeklinde giderek küçülen nitelik ve puntolarda fikirler, düşünceler, sesler…

Bebeğin Annesi elimi tutar. İlk anda hissettiklerim ‘pardon madam ben sizin hiçbir şeyinizim benden meded ummayın’. ‘Bir dakika sonra ben burada olucam, bebek doğana kadar yanınızdayım sakin olun.’ şeklinde sonsuz sakinleştirmeler benden anneye hediyedir.

Ve… Doktor şimdi değil bir kaç dakika sonra çekebilirsiniz dediğinde en az 50 kez deklanşöre basarım. Dışarıdan bakan birisi sara nöbeti falan geçiriyorum sanabilir. Tabii ki her garip durum kadar bunun da mantıklı bir izahı olmalı. Soranlara “bebeği netlemek zor oluyor da” diyorum.

Ve bir bebek doğar. Daha ağlamamış, gülmemiş. Yumuşak pamuk bebecik ve herkes mutlu… Bebek öteki taraftan buraya göç etmiş. Dünya burası bebek. Ben mi? Ben kimseyim… Hemşire tartı getirmeye gitti benim tahminim 3 kg. 49 cm. Bebek elimi tutar. Ben küçükken gördüğüm çizgi filmlerdeki tatlı cadılardan sanıyorum kendimi. Tatlı olduğum tartışılır elbette. Gençlik iksiri içer gibi sonsuza dek bebek elimi tutar gibi. Yeni doğmuş bebek hep tutma çabasındadır. Belki hayata tutunma çabasının fiziksel bir ifadesidir bu. Bir yerden düşecekmişçesine, boşlukta kalmışçasına asılır… Komik olan sanki hep buradaymışız gibi hayret etmemizdir. Ama olacak olan olaylar bizi olmakta olana örgütledi napalım bebek…

En görmekten kaçtığım şey şaşkın babalar. Bana çok çaresiz gelirler hep. Orada ağlamaklı bekleyen babaları o anda bir kaç kare çalar kaçarım… Zavallı adam artık mutlak bir güven ve sonsuz bir sadakat beklentisinde olan küçük bir canavarı tutuyor elinde. Ortama keskin bir duygusal çökelek kokusu hâkim. Artık perişansın bütün gülmelerin boğazında kalacak bu küçüğü düşünmekten ve gülmekten boğulacaksın babacık.. Ama buna kendini sen örgütledin…

Ve anne geldi. Bu benim son kadrajım bebek battaniyede… Şu an tam hatırlayamadığım bir renkti. Kadillak kadar pembe Şavrole kadar kırmızıydı. Orada anlayamadığım geçirdiğim bu bir buçuk iki saatin sonunda üstüme çöken uyku ya da huysuzluk hali. Hiç uyumamış gibi yeni doğmuş gibi… Ya da ölsem mi aman ölmesem mi gibi bir hal. Garip yani…tuhaf da olabilir. Tarifsiz. Susamsı bir tat. Kekre sandığım hurmanın tatlı çıkması kadar lezzetli. Mutluyum. Kadillak şavrolet kadar mutlu. Bordo ve pembe kadar uyumlu, lacivertle kırmızı kadar ahenkli….

Kaç yeni doğmuş bebek fotoğrafı çekerim hiç nefes almadan, hiç ağlamadan. Bir gün bir zürafa bebeği çekmem mümkün müdür? Aslında uzun emeller peşinde değilim bir tayla da avunabilirim. Başkalarının hayatından bir an çalıp kaçmak beni avutur mu? Hem de hayatın ilk anından. Son vapur değil ama Kadıköy- Karaköy vapuru candır, doğumhane kokusundan sonra deniz havası iyidir…

İlk An’a Şahit Olmanın İfade Edilemezliği: Doğum Fotoğrafı Nedir Çeken İçin? – Bu yazı 2013 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 71. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir