Salı , 23 Nisan 2024

Kayısının Dünyası

İşin gerçeği, biz, kır gezmelerine fazla gereksinim duymazdık. Zaten pastoral bir çevrede yaşıyorduk. İkincisi de, yine o yıllarda kent dışı sayılan bir yerde (Meydanlık’ta) yan yana iki kayısı bahçemiz vardı. Biri Ali dedemden kalma, biri de babamın sonradan aldığı… Kırk dakika yol yürüyerek ulaşırdık bahçelere. Çocukken çok uzun gelirdi bu yol bana. Mezarlıkların önünden, dere boylarından, uzun kavak ağaçlarının gölgelediği patikalardan, tozlu yollardan, pembe yaban güllerinin açtığı çalılıkların önünden geçerdik. Yolumuzun üstündeki pınarlardan su içer, yüzümüzü yıkar, testimizi doldururduk. Mezarlıklardaki yosun tutmuş mezar taşlarının gizemli suskunluğundan ince bir korku sızardı içime. Yine yol üstünde büyükçe bir ev vardı; orada halı dokunurdu. Dokunan halıları güneşe çıkarır, havalandırırlardı. O evi ben, Horasan sanırdım, annemin ara sıra kullandığı bir söz nedeniyle: “Horasan’da halı dokunur amma, enine mi, uzununa mı?

Kayısının Dünyası – Yazı: Necati Güngör

Bahçemize varınca yol yorgunluğunu unuturduk. Yeşilliklerle, gölgeliklerle dolu bir yerdi burası. Bahçelerden birinde, dalından koparmanın zevkini yaşayacağımız zerzavat, birinde “firik kebabı” yapacağımız buğday ekili olurdu genellikle. Sıra sıra kayısı ağaçları, aralarda erikler, elmalar… Çalıların arasından gelen kertenkele, yılan hışırtılarından ürker, yalnızken ıssız köşelerden uzak dururduk. Göz alabildiğine uzanıp giderdi tarlalar. Sanki günler boyu gidilse, sonu gelmezmiş gibi bir duyguya kapılırdınız. Gökyüzü paklak ve sonsuz bir mavilikle üstümüzde serili durur… Yeryüzü, ekili ya da sürülmüş bezekleriyle sihirli bir halı gibi ufka kadar açılmıştır önümüzde… Ağustos böceklerinin gün boyunca süren tiz şarkısı ve kuşların tatlı cıvıltısından başka bir ses duyulmazdı… Öylesine ıssız ve engin doğa içinde insanın ruhu dinlenirdi. Kayısı ağaçlarının, dişbudakların, söğütlerin koyu gölgesine sığınır, gözlerimizi yumar, doğanın sonsuz mırıltısını dinlerdik.

Annem, hemen bir köşede üç taşı yan yana getirip bir ocak kurar; körpe söğüt dallarını şiş gibi kullanıp kebap pişirirdi bize. Söğüt dalı ıslak olur, ateşten etkilenmez; o kuruyuncaya kadar da kebaplar kızarırdı. Daha o sabah kızarmış, kütür kütür domatesleri, salatalıkları dalından koparıp sudan geçirirdik. Yanı sıra biber, maydanoz, taze soğan… Peynirimiz, haşlanmış yumurtalarımız, ekmek arasında hazır olurdu… Yemekten sonra, komşunun bahçesinde kaynayan pınar suyundan içmeye ve ellerimizi yıkamaya gideriz. Mevsim yaz başıysa, annem yine aynı ateşte, yeşil ve sütlü buğdayla firik kebabı yapardı, eğlencelik… Aşılı ya da hüdai kayısılar zümrüt yaprakların arasından sarı sarı gülümser adeta, dönüp de bakmalara gönül indirmezdik! Olgunlaşır, yerlere düşer, karıncalara, serçelere yem olurdu… Onlar pek alınmazdı yerden, börtü böceğin kısmetidir, denilirdi.

Aşılı kayısıdan yiyenler, meyvenin çekirdeğini de mutlaka kırıp yemeliydi. Aksi durumda, aşırı ölçüde şeker içeren kayısı ishale yol açardı. Kayısı çekirdeği, ishalin panzehiriydi!
Bahçemizde yaşlı bir ağaç vardı, sonradan kurudu; bir daha da aynı türe rastlayamadım. O yaşlı ağacın meyvesini severdim. Yumurta iriliğinde olurdu kayısısı, kalın kabuklu; içi de yumurta sarısı kıvamında, sulu, lezzetli, kokulu… Üç tane yer, dördüncüde tıkanır kalırdınız! Bazen buğday başaklarının arasına düşer, taze buğday başaklarının rayihasını emer, yahut ağacın dibine düşer, toprağın kokusunu alır…

Eskiden, sözgelimi babamın gençlik yıllarında, kayısı kurutmayı bilmezmiş Malatyalılar. Yenilen yenilir, ötesi dalında kalırmış. Dalında kuruyanlara “günkurusu” denilir… Bir bölümü toplanır, kışlık çerez yapılır. Bir bölümü de kuşlar yesin diye bırakılır öyle… Çarşıda pazarda satılan, ya da para verilip alınan bir meyve değilmiş o zamanlar. Sonradan, kükürtlenip güneşte kurutularak pazara çıkarılmış; Malatya dışında satılmaya başlanmış. Giderek kentin en önemli gelir kaynağı olmuş.

Kayısı kurutma, küçük bir sermayesi olan ya da çok sayıda ağacı bulunan hemen herkesin üstesinden gelebildiği bir iş… Bahçenin bir köşesine beş altı metrekarelik kerpiçten bir dam yapılır; içine de bir ocak kurulur. Dama, alabildiğince, dalından henüz koparılmış kayısılar, sandıklarla sepetlerle dolduru

lur. Ocakta, ateş yakılır. Ateşin üzerine bir sac oturtulur. Sacın içinde kükürt yakılır. Yanan kükürdün buharı bütün damı kaplar. Göz gözü görmez olur. O zaman kapısı kapatılarak, çamurla sıvanır ki, istim dışarı kaçmasın. Dam, iğne ucu kadar bile hava almaz, içindeki buharı dışarı kaçırmaz. Bu durumda kayısılar, on iki saat kadar istimde bırakılır. İçerisini dolduran kükürt buharını masseden (emen) kayısılar pelte gibi yumuşar. Az pişmiş yumurta şansını andınr. Saati gelince istim damının kapısı açılır, kasalar dolusu kayısı dışarı alınır.

Temiz, çamaşır suyuna yatırılıp ağartılmış beyaz hilatlar üzerinde, daha çok kadınlardan oluşan işçilerce hazırlanır. Bu hazırlama işlemine “patik yapma” denilir. (“Pa” Farsçada ayak anlamına gelir. Bu kökten türetilen “patik” ise, küçük ayak, çocuk ayağı anlamındadır.) Bu işlem sırasında kayısının çekirdeği çıkarılır, etli bölüm iki elin ayası arasında sıkıştırılarak yassıltılır, yuvarlak biçim verilir. Sonra hilatlar üzerinde güneşe bırakılıp kurutulur. Kayısıdaki süngersi yapının suyu çekilir; kükürtle terbiye edildiği için de bozulmadan kalır. Kuru kayısıya basınca parmağınız içine gömülmez. Kemik gibi serttir. Eğer parmağınız kayısının etine batıyorsa, hileli, ağır çekmesi için su verilmiş demektir! Yapısı süngersi olduğu için, suyu verdikçe içer ve dolgunlaşır yeniden…

Kayısı nazlı, narin, özel bakım isteyen bir ağaçtır; yetiştiricisinin eli de, gözü de üzerinde olmalı. Martın ilk sıcaklarına aldanır, bahar geldi sanır, çiçek tomurcuklarını ortaya çıkarır. Bir gecelik ayazla, yahut yeni bir karla o tomurcukların tümü donar, üretici ailenin ağzı havaya gelir! Bu yüzden karlar eriyip kalkmadan, kayısı ağaçlarının altına kar gömmek gerekir. Karın soğununu kökleriyle hisseden ağaç, henüz kışın geçmediğini, bu yüzden çiçek açmaması gerektiğini anlar. Çiçek açmayı, havalar gerçekten ısınıncaya dek erteler… Bazıları bu yolla ağacını uyarmayı bilmez; bazılarıysa, işin kolayına kaçar, ağaçların altında lastik yakarlar. Lastiğin isi tomurcukları sarar, soğuğa, dona karşı korur, ama petrol artığı canlı ağaca uzun dönemde zarar verir. Ya da işi Tanrı’ya havale ederek, elleri böğründe, havaların bozmamasını beklerler.

Bahar gelince ağaçların altını bellemek, toprağı havalandırmak gerekir. Çevresindeki yabani otlar temizlenir. Kayısı çiçek açtığında, çağlalar büyümeye başladığında üreticinin eli hâlâ yüreğindedir! Bahar fırtınalarında don yapacak, mart karı ya da dolu yağacak diye ödü kopar insanların… Bütün bir yılın beklentisi göz açıp kapayıncaya dek yok olacaktır çünkü.

Havalar iyi gider de tomurcuklar yanmazsa, çiçekler dökülmezse, çağlayı dolu vurmazsa, kayısı ağaçlan o yıl bereketli meyve verirse, üreticiyi zorlu bir yaz mevsimi bekliyor demektir…
Birçok kimse, evini, yatağını yorganını, çoluk çocuğunu bahçelere taşır. İstim damının üzerine yatağını serer. Ağaçlann üzerine “köşk” kurar. Eli iş tutan aile bireylerini işe koşar, yetmezse dışardan gündelikçi tutar… Her gün sırayla tüm ağaçlann dallan silkelenir, olgunlaşan kayısılar toplanır. İstimlenir, patik yapılır, kurutulur, kuru kayısılar depolanır. Bütün bir mevsimde bu işlem yinelenir. Üreticinin hayatı, ağaçlann üstünde geçer. Tonlarca kayısıyı sırtında taşır. Gün doğumundan gecenin bir vaktine kadar çalışır, didinir.

Kuru kayısılar pazara çıkanldığı zaman orada yeni bir didişme başlar! Eğer o yıl ürün verimli olmuş, üretim yükselmişse, pazar kayısıya boğulur; tüccar taifesi dönüp de malın yüzüne bakmaz. Fiyatı en düşük düzeyde tutar. Üreticilerin çoğu belirlenmiş fiyatlara boyun eğer! İşçi ücretlerini, kükürt parasını, varsa taşıma giderlerini hemen ödemek durumundadır. Kendi evinin geçimini sağlamak için zorunlu harcalamaları yapacak, belki geçen kıştan kalma borçlarını kapatacaktır! Eğer bir köşede bu giderleri karşılayacak birikimi yoksa tüccann ağzından çıkacak söze karşı boynu kıldan incedir artık… Belki bir umutla birkaç hafta daha direnecek, piyasanın yükselmesini bekleyecek… Bu arada alacaklılara göğüs gerecek, evinin, çocuklarının gereksinimlerini görmezden gelecek… Tanıdığı tüc-carların kapısını aşındınp duracaktır! O yıl üretim düşükse, fiyatların ibresi yukarıları gösterecek, ama bu kez de elinde fazla mal olmayacaktır…

Kısacası, kayısı üreticisi, her durumda, ürünüyle, emeğiyle, borçlanarak bu işe yatırdığı parayla, gelip tüccarların ağzının içine düşmek zorundadır! Bugün Malatya, dünya kayısı pazarının yüzde seksenini elinde tutuyor. Özellikle yurt dışına kuru kayısı satanlar büyük servetler kazanıyor. Üreticilerse, malıyla ve canıyla bu servetlere katkıda bulunuyor.

Yaz mevsiminin ilerleyen zamanlarında rençber buğday derer, harmana hazırlanırdı. Orağı, tırpanı elinden alıp onun gibi buğday biçmek isterdim; ama bir türlü beceremezdim.

Harman sürülüyorsa, düvene binip atın dizginlerini elime alırdım; bu kez de atı, buğday başaklarının üzerinde düzgün yürütemezdim. Ya da at, dizginin başkasına geçtiğini anlar, zınk diye dururdu. Rençber dizgini eline alır almaz yeniden yürümeye başlardı hayvan. Bütün başaklar, düvenin altındaki keskin çak-maktaşlanyla ezilip bitince, buğdayı samandan ayırmak üzere patoza verilirdi. Patoz makinesi ahşaptan yapılma bir araçtı. Ezilip ufalanmış başaklar yukarıdan aktarılırken patozun kolu çevrilir, saman bir uçtan, buğday öteki uçtan çıkardı.

Buğdayın patoza verilmesi işlemine akşam serinliğinde başlanır, bütün gece devam edilirdi. Geceleyin çalışmak daha kolay mı olur, yoksa patoz aleti kiralandığı için öyle mi denk gelirdi, bilemiyorum. Ama ben de harman yerinde onlarla birlikte gecelemek isterdim, izin vermezlerdi. Babam, patozda çalışanlar için çarşı fırınlarında özel yemek yaptırırdı her yıl. Bu, törensel bir gelenekti. Çarşıdan et yemeği gelmeyince, insanlar şevkle çalışmazdı sanki…

Bir defasında çok ısrar ettim, babam beni de patoza götürdü. Geceyi bahçede geçirmek büyük bir serüven yaşamakmış gibime gelirdi. Harmanda çalışanlar, bazı hafif işler vererek beni hoş tutmaya çalışıyordu. Patozun pat patları gecenin sessizliğini yaralıyor, uzak tarlalardan insan sesleri geliyor; o uzaklardaki harman sahiplerinin adları anılıyor, arada bir tüfek atılıyor, geceleyin avlanmaya çıkan hayvanlar öldürülüyordu. Gecenin serinliği, saman tozlarının kokusuyla doluydu. Gümüş bir tepsi parlaklığındaki ay, sanki uzun selvilerin burçlarına sürünerek hışırtılı sesler çıkarıyor; lacivert gökyüzünde yıldızlar ışıldıyor, harman yerindeki insanlar koyu gölgeler halinde deviniyorlardı. Bir baykuş, hangi yönden geldiği belli olmaksızın bir çığlık atıyor, rençberle yardımcılan dinlenme molası veriyor, içtikleri sigaranın ateşi göz göz karanlığı deliyordu.

Babam ısrarla, buğday çuvallarının üzerinde yatmamı öneriyor, ben, “uykum yok” diyerek diretiyor, onlarla birlikte güneşin doğuşunu görmek istiyordum. “Hadi biraz yat, yine kalkarsın…” diyor babam. Dediğini yapıyorum. Elma ağacının altında, çuvallann üzerine uzanıyorum. Babam, ceketini çıkarıp üstüme örtüyor.

Uyandığımda güneş çoktan doğmuş oluyor. İnsanlar yorgun yorgun deviniyor. Saçları başları saman tozu içinde. Terli bedenleri kaşınıyor. Geceyle birlikte işler de bitmiş. Patoz sessizliğe bürünmüş. Bereketli bir harman olmuş. Buğday yığını bir yanda, saman yığını öte yanda. Sıra bölüşmeye gelmiş. Yere dökülmüş buğday tanelerini özellikle toplatmıyordu babam: “Karıncalann da hakkı var bu nimette!”

Bense kır gecesinin büyüsünü, gizemini kaçırmanın düş kınklığı içinde olurdu…

Kayısının Dünyası – Bu yazı 2008 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 19. sayısından alınmıştır.

Yazar : GEZGİN YAZAR

Türkiye'nin Gezi, Seyahat ve Fotoğraf Dergisi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir