Perşembe , 25 Nisan 2024

Köyümün İhtiyarları

Gelip geçenler bilir. Bilmeyen, haritaya baktığında görür, anlar. Fatsa’dasınız, doğuya gidiyorsunuz. Fatsa’nın hemen çıkışında başınızı kaldırırsanız önünüzdeki dağın, daha doğrusu kuzeye uzanan biraz yüksek olan kara parçasının zirve yaptığı noktadaki televizyon vericisinin kulesini görürsünüz. İşte bizim köyümüz bu mevkiinin biraz soluna denk gelir. Yani kulenin kuzeyine…

Yazı: Mehmet Öztürk Fotoğraflar: Önder Kaya

Birazsonra Bolaman’a geldiğinizde aşağı-yukarı inip çıkan, sağa sola dönen, geniş olmayan kötü bir yola girer, yorucu ama güzel bir coğrafyanın içinde seyredersiniz. Fatsa-Ordu arasını “ben kurallara uyacağım” diyen bir hızla giderseniz yaklaşık bir saatte alırsınız. Bugün, Bolaman’ın girişinden uzun tünellerle Ordu’nun batısına bağlanan yol, bu mesafeyi yirmi dakikaya indirmiştir.

Eee! Ben bunları niye anlattım? Aslında gelmek istediğim yer başka. Hadi Fatsa- Ordu hattını orada bırakalım da, mesafeyi kısaltan tünelin üstündeki köylerden birine gidelim: Köyüme…

Lakin burası Karadeniz, Bir yere “ha!” deyince varamıyorsun. Sahil boyunun en güzel ilçelerinden Perşembe’nin (Vona) içinde oyalanmadan, köyümle ilgili olan tarafına değinip yukarılara çıkalım. Mesela Perşembe’nin doğusundaki ilk dere (Kacalı deresi) bizim ve komşu köylerin deresidir. Geçelim doğusuna, köyüme çıkan yol, oradan bir yerden tepelere vurur. Döner dolaşır, dört köyün toprağından geçerek köyüme uğrar ve Sakarat tepesine doğru uzanır gider.

Yol boyunca başka köylere, mahallelere hatta sadece tek bir eve sapan tali yollar görürsünüz. Gıranlardan birçok köyü tespih tanesi gibi dizip Sakarat’tan aşan yol, toprağın altından kendince istikamet bulup birçok yerden göz olup çıkan su gibi Ordu ve Fatsa yönünde tekrar sahillere iner.

İşte, gurbetten her dönüşümde Fatsa’da önümde duran, aynı anda bütün benliğimi saran anıların ve özlemlerin kovanı olan köyüm, tam bu yol üzerindedir. Varmak istediğim yer tam da burasıydı… Şimdi anlaşıldı mı lafa başlama noktamın neden Fatsa olduğu?

Köyümün dağlarının önümde duruş sebebi, uzun bir gurbet hayatının ardından sılaya dönüşte, Fatsa’da “Hoş geldin” demek için olmamalıydı. En azından bu, benim için böyleydi.

Köy yolu üzerinde birçok kahve yanı bulunmaktaydı. Bunların en ünlüsü İstanbul boğazı ile Samsun gıranıydı. İsimleri niye öyleydi? Bilen yok. İstanbul boğazı üç köyün birleştiği köşe başında yer alır. Doğu ve batıya ayrılan yol burayı tam bir dört yol ağzı yapar, Pazartesi (Perşembe’de pazar yerinin kurulduğu gün), Cuma ve düğün bayram günleri civardaki köylüleri İstanbul boğazına toplardı. Köylüler birbirlerini ancak Cuma günleri mescitlerde, düğün ya da cenazelerde görürlerdi. Kahve yanında değişmez bir fırın vardı. Sayısı sık sık değişen bakkal ve kahvehanelerin en ünlüsü Mustafa’nın kahvehanesiydi. Orası köylünün nazarında “oyun” kahvehanesiydi. Pişti, altmış altı, aznif… gırla giderdi. Bir de softular (sofular) kahvesi vardı. Onlar ikiye ayrılırdı. Ben daha softuyum diyenlerin gittiği, sigaranın bile içilmediği yaşlılar kahvesi, bir de softu ama genç olup haliyle sigara içip biraz daha uçarı, hoyrat muhabbetlerin olduğu kahvehane. İkisinin tek ortak yanı oyunun olmayışıydı. Bunlar bazen iflas eder, kapanır, bir zaman sonra başkası tarafından yeni bir heyecanla açılırdı. Karadeniz’de öyle sürekli iş olmazdı. Fındık zamanı bir buçuk ay sürer, sonra mısır, odun, gazal derken vakit geçmez. Ufak tefek işi de kadınlar kendi yapar ! Hele yağmurlu günlerde biraz iş kaçkını ise köyün erkekleri tereyağı ve yumurtayı fırıncı Necati abiye verir, öğle vakti nefis yağlıları, mola verdikleri oyun arasında yerlerdi. Necati Abi de ne güzel yapardı ama. Kokusu taaa uzaklardan hissedilirdi. Necati Abi’nin somunu bizim darı ekmeğinin hakim olduğu soframıza ancak eve misafir gelirse uğrardı.

Karadeniz’in köyleri öyle toplu bir yapıda değildir. Orada bir ev, üç beş ev ötede en fazla altı yedi ev beride. Hepsinin bulunduğu coğrafya tepelerle sınırlıdır. Adları da “filan köy”dür. Köyümden bahsederken hatıralar yarışır ön plana çıkmak için. Hatıra deyince de köyümün ihtiyarları gelir aklıma. İşte, görmediğim, idrak edemediğim zaman halkalarını bana bağlayan, doğaçlama bilgeler, köyümün ihtiyarları…

Köyümün İhtiyarları

Hep bir pişmanlık içinde olurum onları düşündüğüm zaman. Treni kaçırmış mahzun bir yolcu gibi hissederim kendimi. “Keşke iyi dinleseydim anlattıklarını” … Hepsini hatırlıyorum aslında. Kelek Kadir’in, Küpçen’in Ahmet’in savaş anılarını, Gorucu Dayı’nın cevizli şeker helvasının sırrını, Bakaco Memed’in değirmen sırasını, Yırtık İbram’ın inek pazarlığını…

Dedim ya, hepsini hatırlıyorum. Ama çok dağınık. Bazı sayfaları kopmuş, kaybolmuş roman gibi her biri. Bakkalların önünde derme-çatma tahta oturakların üzerinde, kalın paltolara bürünmüş, ellerindeki bastonlara çenelerini dayayarak konuşmaları, kulaklarımdan, kalın mercekli gözlüklerinin arkasında, manda gözü gibi büyük görünen gözbebekleri, hatıramdan hiç gitmedi o yorgun insanların…

Yollar ezildi, mahallelere elektrik ve telefon geldi sonra… Ve de televizyon … Ulaşım kolaylaştı. Şehir yakınlaştı, insanlar arasındaki ilişki koptu ardından. İhtiyarların doğaçlama hipnotizma etkisi yapan anıları hatıralarda kaldı. Televizyon dizileri, siyasi haberler konuşulur oldu köy yerlerinde… Şikayetim yok, zamanı geldiğinde olacaktır değişiklik… Lakin o günlerden büsbütün kopmak da akıl kârı değil. Köyümüzün ihtiyarlarının hepsi de öldü. Ben yaşadığım sürece anıları, anıların içinde kendileri hep yaşayacaktır.

Bu yazı 2013 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 79. sayısından alınmıştır.

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir