Perşembe , 25 Nisan 2024

Maskelerin ve Mesafelerin Şehri: Kudüs

Yazı: Nihan Kaya Fotoğraflar: Mustafa Yılmaz

Dünyanın çoğunu gezme fırsatını bulmuş bir hanıma bir keresinde en çok etkilendiği yerin neresi olduğu sorulduğunda, hiç düşünmeden ‘Kudüs’ diye cevap vermişti. Kudüs’ün başka her yerden farklı, insanı içine çeken bir atmosferi olduğunu, orada solunan havanın, esen rüzgarın eşsiz tatlar barındırdığını söylüyordu.

Yaşı ilerlemiş bu hanımın Kudüs’ü hangi yıllarda ziyaret etmiş olduğunu bilmiyorum; ama ben 2008 yılının Mart ayında, bahsi geçen bu benzersiz havayı solumak üzere ilk kez Kudüs’e girdiğimde, beklediğim atmosferle birlikte tezatlarıyla da sarmalanmış, hatta birkaç kez, kat kat sarmalanmış bir şehirle karşılaştım. Kudüs sokaklarında dolaştığım ilk gün kendimi gözlerime sisten bir perde inmiş gibi hissediyordum. Sanki şehirle aramda sürekli bir mesafe, bir engel vardı; şehrin kendisine bir türlü dokunamıyordum. Gerçek Kudüs yüzeydeki Kudüs’ün çok daha derininde bir yere saklanmıştı, yüzünü göstermemekte de inat ediyordu.

Özellikle ilk gün Kudüs sokaklarında içimde bu hislerle, ayaklarım Kudüs’ün kendisine değil de onu örten sert kabuğa basıyormuş gibi dolaşıyorum. İncil’den, Tevrat’tan hikayeler bu sokaklarda canlanıyor; bu sokaklar bize tarihin içinde geziyormuşuz gibi hissettiriyor. Kudüs’te zamanı kazıdıkça altından bir başkası çıkıyor, zamana ait katmanlar ne denli derinine varabilirsek o kadar eskiyor, ama asla tükenmiyor, döndüğümüz her yan bize tarihin ayrı bir yüzünü sergiliyor. Kudüs kendi geçmişinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu onu ören her taşta haykırıyor. Osmanlılardan, Araplardan, Bizans’tan önce Romalılara, Pers’e, Babil’e, Asur’a, kim bilir daha kaç medeniyete, ne kadar eskiye tanıklık ettiğini sayısız dar sokaklarının her birinde yeniden vurguluyor.

Dolaştığımız bu asırların, bin yılların arasında biz de eriyoruz, başkalaşıyoruz. Kimliğimizi kaybediyoruz. Elimizdeki kitapçıkta Kudüs’teki tarihi dokunun buraya gelen insanların kendilerini kutsal kitaplardaki karakterlerden biri gibi hissetmesine yol açtığı yazıyor. Bu karakterler, geçmişten sahneler, olaylar, sadece içimizde değil, yürüdüğümüz yollarda, rastladığımız yüzlerde de uyanıyorlar. O kadar ki, bu coğrafyayla ilgisi olmuş olsun olmasın bütün bir tarih de o geçmişle birlikte buraya akıyor. Neron, Herodot, Aristo, Cleopatra, hatta Zeus, Apollon, Hera, Herkül, Artemis gibi mitolojik figürler de Hz. İsa, Yunus, Kral Süleyman gibi ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolaşıyorlar bu şehirde.

Gerçekten de üç büyük dinin, geçmişte olduğu kadar şimdide de, hemen her noktada birbirine karıştığı bir şehir Kudüs. Hz. Ömer Camii’ni, Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği ve defnedildiğine inanılan tepenin etrafına kurulmuş Kıyamet Kilisesi’nden sadece dar bir sokak ayırıyor. Yahudiler’in en kutsal mekanı olan Ağlama Duvarı, Peygamber efendimizin Burak’ı bağladığı rivayet edilen duvarla aynı yere denk gelmesi ve Hz. Süleyman tapınağının, varlığını günümüze kadar sürdürebilmiş tek kalıntısı olması bir yana, Müslümanlar’ın önemli mabetleri arasında üçüncü sırada yer alan Mescid-i Aksa’nın hemen arkasında. Gittiğimiz her yerde, lüleleri başlarının iki yanından sarkan, uzun saçlı ve sakallı, kipalı, hepsi birbirine benzeyen siyah takım elbiseleri içinde Yahudi erkeklerin, başları boyunlarının arkasından bağlı, uzun etekli, ellerinde çoğu zaman dua kitaplarıyla Yahudi kadınların görüntüsü bizi karşılıyor. Yahudi cemaatinin görüntüsü Kudüs’te ezici çoğunluğu oluşturmakla birlikte, varlığı yadsınamayacak bir Müslüman topluluğu da onların arasında kendisini hemen belli ediyor. Nereye gitsek Yahudiler, Müslümanlar, bütün mezheplerden Hıristiyanlar, oranları azalıp çoğalmakla birlikte mutlaka bir aradalar. Şehrin tamamını ince ince kesip kaynaştıran dar, uzun sokaklar sanki bu çeşitliliğin somut düzlemde bir temsili. Tek Tanrılı üç dini her birinin içindeki farklı renklerle de birlikte sarmalayan, bu dinlerin artık birbirlerinden kolayca kesip ayrılamayacak kadar iç içe geçtiği, hepsini uzun, dar, girift yollarla kendisinde birleştirdiği ebruli bir şehri yaratmış bünyesinde Kudüs. Hani bütün şehirler ayrı bir kadına benziyor ya; işte Kudüs de, sergilediği güzelliği başına çok belalar açmış, çok şey görmüş geçirmiş, ama çok da darbe almış, sürüklendiği her ilişkiden ayrı bir yarayla çıkmış bir kadın gibi. Kimilerini rahatsız eden, kimilerinin gözünde ise Kudüs’ü böylesine büyülü kılan da, aynı; ondaki bu kat kat ayrı, yeniden eskiye, bir inançtan diğerine uzanan, her yöne doğru evrilen köklü zenginlik, başka başkalık.

Müslüman Türklerin oluşturduğu grubumuza Katolik bir Arap olan George rehberlik ediyor. George’un gezip gördüğümüz yerleri bize tanıtırken bu bilgilere Yahudilerin yaşam biçimini hafiften alaya alan cümleler sıkıştırması hoşumuza gitmiyor; tamamı Hıristiyan olan bir grubu gezdirirken de İslam ve Müslümanlar hakkında böyle iğneli konuştuğunu zannediyoruz. George Kudüs’te Müslümanlar ve Yahudiler arasındaki kimi uzlaşmazlıkların, yönetim hakkı Katolikler’e verildiği takdirde çözüleceğini, hatta burada huzuru sağlamanın yegane yolunun bir Hıristiyan idaresinden geçtiğini düşünüyor. Bu topraklarda ne zamandır süregelen kaosun zaten hep bu anlayış yüzünden çıktığına, ortalığı idareyi ele alarak yatıştırmaya çalışmak yerine artık bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerektiğine vakıf olamıyor.

Kelime itibariyle de ‘mukaddes’ anlamına gelen Kudüs’e damgasını vuran en önemli olgu, ‘din’. Tüm bu başka tatlar, biçimler içinde Kudüs’ün mayasını yoğuran öz hep din olarak kalmış. Onu çevreleyen surlarda, sonuncusunu II. Abdülhamit’in yaptırdığı Yeni Kapı oluşturmak üzere meşhur Şam Kapısı, Yafa Kapısı, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Aslanlı Kapı gibi on bir ayrı yöndeki on bir ayrı kapıdan girilen eski şehre tek başına hakim olan öğe, hangi noktadan bakarsanız bakın, Mescid-i Aksa ile onun karşısındaki Kubbetüs Sahra’nın birbirlerini selamlayan görüntüsü. Belki bir Müslüman olarak, Müslümanlar’ın ilk kıblesi Mescid-i Aksa ile peygamberimizin namazın bize hediye edildiği Miraç’a çıktığı yer olduğuna inanılan Kubbetüs Sahra benim gözümde birbirinden ayrı iki yapı olmaktan ziyade, aynı ruhani düşüncenin karşılıklı olarak yerin üzerinde yükselen iki parçası, hatta uzantısı. Zeytin Dağı’ndan tüm şehrin panoramasını ayaklarınızın altına seren manzarada da görüntünün zenginliği içinde sivrilerek göze ilk çarpan bu ikisi oluyor.

Tefsir alimi Kasımi, Mescid-i Aksa’ya ismini veren ‘Aksa’ kelimesinin ‘en uzak’ anlamına geldiğini söylüyor. Kasımi’ye göre Mekke’ye olan uzaklığından dolayı bu ismi alan El Aksa, yani Uzak, kentin ona dokunmamı engelleyen maskeleri içinde benden daha da uzaklaşıyor. Dünya mescitlerinin üçüncüsünün İslam geleneğindeki müstesna yerini takdir ediyorum, ancak bu kutsal yer, etrafındaki o çok yabancı unsurların etkisiyle gittikçe kendi içine kapanmış, bizden uzaklaşmış gibi geliyor bana. Kabe’deki apaçık hal, saydamlık, dünyanın gerisine meydan okuyan asil duruş, kendi varlığından başkasını kabul etmeyen başına buyrukluk, yaklaştıkça insanı içine çeken, kolayca kabul eden yakınlık, samimiyet, Mescid-i Aksa’da yok. Öyle sanıyorum ki Mescid-i Aksa’ya ulaşabilmek için daha çok vakit ve çaba gerekiyor; görünen, mabedin başını kollarının arasına alıp gövdesine gömdükten sonra altına saklandığı örtünün yüzeyi burada. Diğer yandan, Mescid-i Aksa’nın ruhu Kudüs’ün de ruhu aynı zamanda.

Kudüs’te zaman da, dine hizmet etmek için çalışan bir araç gibi işliyor. Şehir turunun ardından otelimize döndüğümüz bir Cuma ikindisi odamda hiç suyum kalmamış olduğunu fark ediyorum ve gece susama ihtimaline karşı bir şişe su ve bir paket kağıt mendil almak için dışarı çıkıyorum. Kaldığımız otel şehrin en merkezi, en işlek caddelerinden biri üzerinde. Dışarı çıktığımda karşılaştığım manzara beni hayrete düşürüyor. Çok değil, sadece bir saat kadar önce insan kaynayan, hareketli, gürültülü, birbiri ardınca dizilmiş dükkanları, alışveriş mağazaları gece boyu açık caddeden şimdi hayat sanki elini eteğini çekmiş. Saat henüz beş veya altı. Gördüğüm manzara karşısında suyu, mendili unutuyorum; ancak o şaşkınlık ve merakla yürümeye koyuluyorum. Yürüdüğüm caddeler, sokaklar olduğu gibi terkedilmiş hissi uyandırıyorlar; yollarda benden başka tek bir kişi, araba ya da buralarda yaşam olduğuna dair herhangi bir belirti, bir ses ya da ışık yok. Mağazaların kepenkleri çok uzun zamandır hiç açılmamışlar gibi kapalı. İki saat önce içinden geçtiğim civcivli mekanın burasıyla aynı yer olduğundan nerdeyse şüphe edeceğim. Kendimi Vanilla Sky’ın son sahnesinde zannediyorum.

Dinin şehir yaşamına etkisi dünyanın hiçbir yerinde kendisini bu kadar güçlü bir sükûtla gösteremez. Şehre birden çöken bu ölümün, dini bir eylemden çok daha görünür olduğu kanaatine varıyorum. Cuma günü ikindi vakti girince İbrani ırkının dini etraftaki diğer tüm inançlara bariz şekilde baskın çıkıyor; başka sesler, renkler, tatlar, bu mutlak, yoğun sessizlik içinde kaybolup gidiyorlar. Cuma ikindisinden Cumartesi ikindisine kadar Kudüs’te yalnızca İsrailoğulları’nın sessizliği hüküm sürüyor.

Yaklaşık iki saat süren umutsuz bir yürüyüşten sonra otele geri dönüyorum. İlk kez bir insan yüzü görmenin heyecanı içinde, lobideki görevliye

–          Sebt vakti girdi sanıyorum, diyorum. Bildiğim bütün yollar boyu yürüdüm, açık olan küçük bir büfeye, eczaneye, taksiye bile rastlayamadım. Dışarı çıkarken niyetim sadece küçük bir şişe su almaktı. Çoğu yerin kapalı olmasını anlıyorum, fakat bu kuralın hiçbir istisnası olmaması beni çok şaşırttı.

Görevli gülümsüyor.

–          Burası dini bir şehir, diye cevap veriyor, ‘din’in üzerine basa basa.

Lobiden otelin restoranına çıkıyorum. Oteldeki diğer ziyaretçilerin ve arkadaşlarımın dışarıda hayatın durduğundan habersiz, her akşam bu saatte yaptıkları gibi yemek yiyor, garsonların çalışıyor olmalarını bir an yadırgıyorum.

Ertesi gün Filistin’e doğru yola çıkıyoruz. Kudüs sınırından çıkmamızla birlikte, artık tehlike altında olduğumuzu haber veren bir tabela ile karşılaşıyoruz. Bu tabelayı müteaddit duraklamalar takip ediyor. Ayak bastığımdan beri içimde bir duvar gibi yükselen İsrail’i, Utanç Duvarı’nı görünce sanki cisme bürünmüş halde karşımda bulduğumu sanıyorum. İsrail’le aramızdaki mesafenin bir kez daha farkına varıyorum. Utanç Duvarı’nı kilometreler boyu yalayarak ilerliyoruz.

El-Halil (Hebron) şehrinde bize buradan, Türkçe’yi iyi konuşan bir genç rehberlik ediyor.  El-Halil’in, İslam geleneğine göre, Adem ile Havva’nın Cennet’ten kovulduktan sonra geldikleri yer, yani ilk insan yerleşimi olduğuna inanılıyor. Benzeri şekilde İncil de, burada gömülü oldukları söylenen dört çifte atıfta bulunuyor: Adem ve Havva, İbrahim ve Sara, İshak ve Rabia, Yakup ve Leah. Hz. İbrahim’in adı verilen camide Müslümanlar için olduğu kadar Yahudi ve Hıristiyanlar için de önemli olan üç peygamberin, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup’un türbelerinin bulunması, bu türbelerin etraflarında cereyan eden çokça kanlı sahneye tanıklık etmesine sebep olmuş. Şimdi caminin kendisi de El-Halil şehri gibi İsrail işgali altında. Daha avludan girmeden üzerimiz İsrailli askerler tarafından inceden inceye aranıyor, çantalarımıza, pasaportlarımıza bakılıyor.

Burada din ve huzur ile vahşet yan yana, hatta artık iç içe geçmiş durumda. Birbirine tezat, karmaşık hislerin hepsini aynı anda duyduğumuz, çok hassas bir zemin üzerinde dolaşıyoruz. Dört büyük peygamberden başka Hz. İlyas, İbrahim, İshak, İsmail, Yakup, Yunus, Yusuf, Nuh, Lut, Süleyman, Sara, Refika ile çevrilmiş haldeyiz, ama gözlerimiz bunlarla birlikte öyle şeylere de şahit oluyor ki bu duygunun derinine hemen varamayacak kadar şaşkınız.

Bu şehrin sembolü olan Hz. İbrahim Camii’ne gitmek için uzun bir pazarın içinden geçiyoruz. Pazarın üzerini örten tentenin neden hep delik deşik olduğunu merak ediyorum. Rehberimiz genç, tentenin pazarın iki yanı boyunca Yahudiler’e tahsis edilmiş evlerden atılan taşlarla delindiğini çok doğal bir şey söyler gibi söylüyor. Onun söyleyişindeki rahatlık karşısında yüzümün aldığı ifadeyi korku zannederek hemen ilave ediyor:

–          Endişe etmeyin. Bugün Cumartesi. Bugün taş atmazlar. Güvendesiniz.

Sonra, başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin olmasa bizi bu yoldan asla getirmeyecek olduğunu anlatmaya koyuluyor.

Akşam El-Halil’den dönerken Filistin’deki yeni yerleşim bölgelerinden geçme şansı buluyoruz. Arkadaşlarımızdan biri, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirdikten sonra Türkiye’ye yerleşmiş, hatta bir Türk kadınla evlenip aile kurmuş bir Filistinli olan Cemalettin ağabeye biraz şaşkınlıkla,

–          Yapılan evlerden bazıları çok güzel, diyor, bir şey söylemekten çok sorar gibi.

–          Hayat devam ediyor, diye cevap veriyor Cemalettin ağabey.

Gerçekten de burada hayat devam ediyor; çocuklar sokakta tek kale maçı yapıyor, kurşun izlerinin üzeri sıvayla kaplanıp bir kat pembe boya sürüldükten sonra önlerindeki balkona çiçeklik, çiçekliğin içine güzel saksılarda hercai menekşeler diziliyor, birkaçını gezdiğimiz fabrikalar, ticarethaneler, sanayi tesisleri kuruluyor, Filistin’in kendisine ait bir ekonomik sistemin yerleşmesi için gayret ediliyor. Burada da perdeler yıkanıp ütüleniyor, kızlar saçlarına, elbiselerine model beğeniyor, kendilerine boncuklardan takı yapıyor, yemeğe hangi baharatın nasıl bir çeşni kattığı düşünülüp bulunuyor, kocalar hanımlarını yıl dönümlerinde nasıl mutlu edebileceklerini tasarlıyor.

Kudüs, El-Halil, Tel-Aviv, Yafa. Bu topraklar üzerinde nereye gidersek gidelim bizi hiç değişmeden boğan bir şey var ki o da cephane yığını gibi tam teçhizatlı dolaşan askerler, her köşe başında birbirini tekrar eden sorgulamalar, aramalar, tanklar, askeri okullar, sekiz on yaşındaki kız çocukları dahil olmak üzere kadın erkek her yaştan İsrailli’nin belinde, sırtında, bir şekilde üzerinde gördüğümüz her boyutta silahlar. Normalde bir ülkeye girdiğimde döneceğim güne kadar aklıma gelmeyen pasaportum burada her an elimin altında, her gün sayısız kere cebimden çıkıp incelenmeye sunuluyor. Burada tek günde ömrümün tamamında görmediğim kadar silah görüyorum, pasaportumu ömrümün tamamında kullanmadığım kadar sık kullanıyorum. Bir yerden bir yere giderken mesafeler kat be kat uzuyor. Ülkeye girerken de, buradan çıkarken de, havaalanındaki işlemler saatler sürüyor.

Şehirden ayrılırken de, fark ediyorum ki, Kudüs’le aramızdaki ilk mesafe hiç sona ermiyor.

Bu yazı, Gezgin dergisinin 2008 yılının Eylül 20. sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir