Perşembe , 28 Mart 2024

Mavi ve Beyaz Bitmeyen Bir Yaz Tunus

Uluslararası Carthage Havalimanı’ndan çıktığınız anda, gözlerinizi kamaştıran güneşe alışmanız zaman alsa da; Tunus sizi sıcak, yakan bir güneş, pırıl pırıl mavi bir gökyüzü ve palmiye ağaçları ile karşılıyor. Zihninizde oluşturduğunuz –belki de Sahara Çölü’nün yarattığı o muazzam etkiden– sarı kumlar ve bedeviler hakkındaki fikriniz ilk görüşte değişiyor ve kendinizi Antalya’da ufak bir kasabaya gelmiş gibi hissediyorsunuz Tunus’ta. Havalimanı’ndan şehir merkezine uzanan otoyol boyunca etrafta pek bir şey görünmüyor olsa da sarı güneş ve üzerinizde bıraktığı sıcak etkiden kurtulmanın tek yolu camları sonuna kadar açmak.

Yazı: Ozan Batarçıkar – Fotoğraf: Halit Ömer Camcı

Merkeze vardığınızda Tunus’un yetiştirdiği en büyük isimlerden olan İbn-i Haldun (Ibn – Khaldoun) karşılıyor sizi. Bu şehirde görebileceğiniz belki de tek heykel olan İbn-i Haldun heykeli aslının yarattığı azamet duygusunu üzerinize çökerti veriyor. Ülkede, Hannibal ile birlikte en değer verilen isim olan düşünürün sadece heykeli ile değil Tunus’un para birimi olan Dinarların üzerindeki resmi ile yaşatıldığını da fark ediyorsunuz sonra.

Tunus Dinarı, Yeni Türk Lirası ile hemen hemen aynı oranda. 1 Amerikan Doları yaklaşık 1,20 Tunus Dinarı ediyor ve para yalnızca izin verilen bankalarda bozdurulabiliyor. Bankalar ise bizdeki gibi son teknoloji ile işlem yapılan bankalar olmaktan çok uzak. İlla bir benzetme gerekiyorsa eğer Ziraat Bankası’nın 80’li yıllarda nasıl olduğunu anımsamanız yeterli olacaktır. Tunus hakkında kafa karıştırabilecek bir nokta ise kuruş sistemleri. Genel olarak dünya üzerinde kullanılan yüzlük kuruş sistemi yerine binlik bir kuruş sistemi kullanılıyor. Bin kuruş bir Dinar ediyor. Bu karışıklık özellikle taksi yolculuklarında korkutucu oluyor ve insanda “İki cadde ötesine gelmek için 15 USD mi ödeyeceğim?” hissini uyandırıyor.

Tunus’ta taksiler genelde ana caddeler üzerinde hizmet veriyor ve son derece eski araçlardan oluşuyor şehrin taksi filosu. İlkinde yalnızca iki Dinar ödediğiniz bir mesafe için bir sonraki seferde altı Dinar ödüyor olmanız size kaderin bir cilvesi olarak görünmemeli. Tüm büyük şehirlerin büyük sorunlarından biri olduğu gibi burada da taksi şoförü-turist ilişkisi tamamen insafa kalmış şekilde ilerliyor. Kaldığınız otellerin görevlileri tarafından ayarlanmış taksileri tercih etmek, kısmen de olsa bu insafı sizin lehinize çevirecek bir etken oluyor. Üstelik Fransız etkisini sonuna kadar hisseden bu ülkede eğer Fransızca ve Arapça bilmiyorsanız hasbel kader derdinizi anlatabildiğiniz görevliler şoföre, nereye gideceğinizi anlaşılır bir şekilde anlatarak sizi başka bir dertten daha kurtarıyor.

Geçmişe ‘Fransız’ kalmak!
Her zaman yanınızda bir otel görevlisi gezdiremiyorsunuz elbet ve bu yüzden halk ile girdiğiniz diyalog her ne olursa olsun anlaşmakta zorluk çekiyorsunuz. Zaman zaman bir restoranda dahi meramınızı anlatmak için binbir türlü vücut diline başvurmanız gerekebiliyor. Dükkanların neredeyse tümünün adı Fransızca. Halk günlük hayatını sürdürürken kullandığı dilde de Fransızca kelimeleri Arapça ile harmanlayıp konuşuyor.

Her ne kadar konuşmaları ve isimleri Fransızca kelimelerden seçse de Tunus halkı benliğinde Fransız kültürüne uymuşa benzemiyor. Özellikle halkın orta yaş ve üzerinde kalan kesimi hala geçmişlerini yansıtır kıyafetler giymeyi inatla sürdürüyor. Onların bu reddeden başkaldırısı ne yazık ki yeni kuşaklara geçmiş görünmüyor. Biraz kalburüstü bir caddede yürüdüğünüzde etrafınızda sürüp giden hayat, İstanbul’un herhangi bir caddesinde sürüp gidenden farksız. Caddelere serilmiş cafeler, son moda kıyafetleri üzerinde taşıyan insanlar ve büyük mağazaları ile şehrin kenarda kalmış kısımlarından bu kadar farklı olması ise insanı hayrete sürüklüyor. Oysa Tunus’un iki farklı yüzünün olduğunu görmek için yalnızca birkaç adım atıp bir yan sokağa girmek yetiyor. İşte insanın büyülendiği an tam da bu ana denk geliyor.

Büyülü sokaklar, renkler ve ışıklar
Birdenbire arkanızda bir perde geriliyor sanki ve başka bir dünya size kapılarını açıyor Tunus şehrinin yan sokaklarında. Her bir adımınızda, tarihin o baştan çıkarıcı güzelliği davetkar bir şekilde sizi çağırıyor. İlk dikkatimizi çeken ardında ne gibi gizleri sakladığını bilmediğimiz kapılar oluyor. Şehrin çoğunda dikkatinizi çeken sarı ve mavi renk, kapılar söz konusu olduğunda olanca canlılığı ile kendini hatırlatıyor tekrar. Daracık sokakları adımlarken her iki yanınızda yükselen binaların beyaz badanalı duvarları içinde gömülü halde ve sımsıkı kapalı olarak bekliyorlar. Üzerlerinde çeşit çeşit işlemeler ve elbette Osmanlı Hilali… Sokaklar üç yetişkin insanın yanyana geçişini zorlaştıracak kadar daralıyor kimi yerlerde ve bazende sizi başka sürprizlere çağıran yeni sokaklara açılıyor. Eğer bir sokakta şansınız yaver gitmediyse bir diğerinde sizi izleyen birkaç ürkek gözle karşılaşabiliyorsunuz bahsettiğimiz o muhteşem kapıların eşiklerinde. İşte Tunus halkının gerçek yüzü o anda dikiliveriyor karşınıza. Bu bazen elindeki örtüsünü yüzüne kapatan bir hanım da olabiliyor, ayağındaki terlikleri ile dizlerine kadar toza bulanmış bir yaramaz da. Gözlerine dikkatle bakabilirseniz eğer sizi gördükleri için, biraz ürkek, biraz meraklı bakışlarını yakalamanız mümkün olabiliyor. “Selamun Aleyküm” diyor ve Müslüman olduğumuzu belli ediyoruz çoğuna ve bu genellikle rahatlatıcı bir etki yaratıyor insanlar üzerinde. Hatta sizin için bir poz vermelerini bile sağlayabiliyorsunuz. O doğal bakışlar yalnızca fotoğraf makinelerinin değil zihnimizin de yakaladığı en net hatıralar olarak kalıyor.

Kapılar ve pencereler şehri
Kapıların o olanca azametine karşın bir pencere fakiri Tunus evleri. Bunun nedeni ise oldukça basit elbette. Günün büyük kısmında tepenizde parlayan Akdeniz Güneşi’nden korunmak için neredeyse bir baca deliği büyüklüğünde açılmış pencereler. Bunlarda genellikle tahta perdelerle ikinci bir koruma altına alınmış. Pencere kenarları genellikle çivit mavisine boyanmış. Bu yalnızca beyaz badanalı evlerin süsü olsun diye yapılmış bir tercih değil aynı zamanda sivrisinek tehlikesine karşı alınmış bir önlem.

En sonunda bizde kapıların ardında olana dair merakımıza yenik düşüyor ve açık bir kapıdan içeri giriyoruz. Birkaç merdiven çıktıktan sonra fark ediyoruz ki girdiğimiz eskiden şehrin ileri gelenlerinden birine ait olan bir köşk. Günümüzde ise bir kültür merkezi olarak kullanılmakta. Hemen girişte bizi karşılayan duvarda seramik üzerine işlenmiş son derece güzel motifler bize Tunus’un dış sureti ne kadar Fransız etkisinde kaldıysa iç yapının hala Osmanlı İmparatorluğu mirası taşıdığını gösteriyor. Gerçekten de bir kat çıkınca bu etkinin sandığımızdan da büyük olduğunu anlamak zor olmuyor. Merdivenlerden, bir çok odaya açılan kapalı kapıların bulunduğu bir avluya çıkıyoruz. Bu avlunun neredeyse tüm duvarları girişte bizi karşılayan motiflere benzer desenlerle süslenmiş. Yine duvarlarda ve kapıların üzerinde Osmanlı Hilali’ni görmek mümkün oluyor. Güneş avluya tüm sıcaklığı ile vuruyor ve bize bu güzelliği gün ışığında görme fırsatı veriyor.

Var olan güzellikleri korumaya dair kararlılığın Tunus’ta karakteristik bir özellik olduğunu hissetmemizi sağlayan o kapılardan sonra burada da bu köşkün kimi odalarının kütüphaneye çevrilmiş olduğunu görmemiz bu farkındalığı daha da güçlendiriyor. O güzelliğin içinde saatlerimizi hatta günlerimizi geçirmek mümkün olsa da oradan ayrılıyoruz istemeyerek. Oysa daha ruhumuzun bayramına yeni başladığımızın farkında bile değiliz. Yalnızca birkaç dakikalık yürüyüşten sonra kapısında birçok dilde ismi yazılmış ve Türkçe’de “Şairler Evi” anlamına gelen bir başka kültür merkezi ile karşılaşıyoruz. Burası da bir önceki gibi eski bir köşk ve yine başınızı nereye çevirseniz Osmanlı motifleri ile süslenmiş duvarlar görülüyor, her bir odada karşınıza çıkan bu güzelliklerden kendimizi alamıyoruz. Akla gelen ilk şey ise bunlardan binlerce kat güzel olan Sultanahmet Camii çinileri ve onların nasıl yağma edildiği geliyor. Dış görünüş itibari ile Türkiye’den yıllarca geride olan bir ülkenin halkının, milli varlıklarına sahip çıkma konusunda bizden nasıl bu kadar ileri olduğu konusuna bir açıklama getiremiyor ve üzülüyoruz.

Tunus şehrinin dar sokaklarında sürdürdüğümüz tur devam ediyor ve kendimizi ufak bir camiide buluyoruz. Diğer binalar gibi ortasında üstü açık bir avlu bulunan bu ufak camiide bir ayrıntı gözlerden kaçmıyor. Birkaç odadan oluşuyor görüntüsü veren bu ibadethane’nin bir tarafında erkekler ibadetlerini yerine getirirken diğer bir odada hanımlar da sohbet ediyor. Camii burada yalnızca günlük koşuşturma içinde günde beş vakit uğranan bir kutsal mekan olmaktan çok, insanın sükunet ve huzur bulabileceği bir yer olarak görünüyor gözümüze. Gerçekten de farzımızı yerine getirmek için namaza durduğumuz odada halihazırda görevini ifa etmiş olanların duvarlara yaslanmış dinlendiklerini ya da Kuran-ı Kerim okuduklarını görüyoruz. Bunun yalnızca bu mahalle arası camiine özgü olmadığını anlamamız için şehrin en büyük camiilerinden Zeytunniyye Camii’ne girene kadar beklememiz gerekiyor. Öncelikle dışarıdan kare biçimli minareleri ile dikkatimizi çekiyor Zeytunniye Camii. Kapılarından birinden içeri girerken durduruluyoruz cemaat tarafından. Belli ki omuzlarımızda çantalarımız ve fotoğraf makinelerimizle her gün kapıdan çevirdikleri onlarca turistten biri sanıyorlar bizi. “Selamun Aleyküm” burada da kapımızı açan kilit oluyor ve “Elhamdülillah” cevabını verdiğimiz “Müslüman mısınız?” sorusunun ardından camii’ye adım atabiliyoruz. Devasa bir avlu ve içinde yüzlerce güvercin bizi karşılıyor ilk olarak. Avlunun etrafında dikili onlarca sütun ve üzerindeki taraça altında huzur bulmak isteyenlere gölge imkanı sağlarken ruhları manevi açıdan doyuran bu mekanda mimari açıdan da bir göz ziyafeti sunuyor ziyaretçilerine. Camiye girdiğimizde bu kez hem duvar diplerinde hem de sütün diplerinde onlarca insanı rahlelerinin üzerlerine özenle yerleştirdikleri Kuran-ı Kerim’i okurken buluyoruz. Dışarıda gündelik hayat olan sürati ve keşmekeşi ile sürerken gencinden yaşlısına birçok insanın buraya sığınmış olması bize zaman zaman unuttuğumuz duyguları hatırlatıveriyor.

Panaroma Medina
Tunus şehrine gidenlerin mutlaka uğraması gereken bir mekana düşüyor yolumuz bir zaman sonra. Bizim Kapalıçarşı’nın bir kopyası olan Medina’nın daracık sokaklarında tesadüfen rastlıyoruz buraya. Panaroma Medina yazıyor tabelada ve mekan aslında bir antikacı. Dükkana girip üst kata çıkıp çıkamayacağımızı soruyoruz acemice ama zaten onlar da çıkılması taraftarı. Merdivenleri tırmanıyoruz ve en sonunda dükkanın çatısına varıyoruz. Çatıda bir kat daha çıkılıyor ve işte o anda insanın nutku tutuluyor. Tunus tüm güzelliği ile gözlerinizin önüne serilmiş vaziyette sizi selamlıyor. Ne tarafa dönseniz şehrin güzelliğinden bir yudum alıyorsunuz zihninize. Bir tarafta aralarında dolandığımız o beyaz binaları tepeden izlerken diğer tarafta Zeytunniye Camii’nin minarelerinden birine bakıyorsunuz. Tabii bu güzelliğe sahip olup da işi ticarete dökmeyi ihmal etmemiş dükkan sahibi. Kendimize birer naneli çay söylüyoruz ve çayın tadı şehrin güzelliğine karışırken ziyafetimize ziyafet katıyoruz.

Tunus’ta geçirilen günlerin birinde bir akşam vakti Sidi Abou Said’e düşüyor yolumuz. Bir konsere davetliyiz ve konserde Musiki Vakfı denen bir kompleksin içerisinde veriliyor. Tunus’lu genç sanatçının söylediği Ada Sahilleri’nin Arapça versiyonu ile birleşen mekanın Osmanlı havası, bu şarkının kimlerin dilinde ve enstrümanlarında İstanbul’dan 2.000 kilometre öteye taşındığını düşündürüyor bizlere. Gözlerimizi kapıyoruz ve bir an için bile olsa kendimizi Bey’in huzurunda hissediyoruz. Sidi Abu Said’in tek güzelliği bu değil elbet. Denize inen bir tepenin üzerinde kurulu bu mekan bize Akdeniz’in mavi sularının tüm çekiciliğini sunuyor.

Barış Manço’nun izinde bulduğumuz bir dost
Ziyaretimizin en büyük sürprizini ise son gün yaşıyoruz. Daha önce rahmetli Barış Manço’nun da Tunus ziyareti esnasında bir ropörtaj yaptığı Ahmed Lahbib Djelouli Bey bizi büyük bir nezaketle evine davet ediyor. Vaktimiz ne kadar kısıtlı olsa da bu önemli daveti kaçırmıyor ve kendimizi Tunus’taki Osmanlı Tarihi’nin derinliklerine bırakmak için hazırlıyoruz. Ahmed Djelouli başından çıkarmadığı fesi ve bembeyaz bıyıklarına uygun entarisi ile bizi almaya gelme inceliğini bile gösteriyor. Kısa bir yolculuğun ardından ailesinin 1789 yılından beri yaşadığı evine varıyoruz. Tunus’ta bir gelenek olan naneli çay ikramının ardından kilitli bir odaya alınıyoruz. İşte tarihin yattığı oda tam da burası. Osmanlı’nın Tunus Beylerinin soyundan geliyor Ahmed Bey. Bize gösterdiği resimlerde, fermanlarda, aile yadigarlarında, eski kitaplarda hep tarihin kokusunu alıyoruz. Tunus’ta artık kültürel anlamda etkisini yitirmeye başlamış Türk varlığının son temsilcisinin hatıraları karşısında etkilenmekten kendimizi alamıyoruz.

Mimariden, anılardan, insanlardan büyülenmiş bir halde dönüş uçağımıza bindiğimizde, zihnimizde vücut bulan görüntü, bizden iki bin kilometre ötede, bayrağından insanına, bizden pek de farklı olmayan bir ülkenin sarı sıcak güzelliği oluyor. İnsanın bir kez daha gelmek isteyeceği bir yer olarak diğer hatıraların yanına kaldırılıyor.

Kısa Kısa TUNUS

Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Tunus’un başkenti. Milattan önce 2. yüzyılda Berberiler tarafından kurulan şehir, Romalıların hakimiyeti altında da bulunmuştur. Kartaca kültürünün yaygın olarak gözlendiği şehir, Müslümanlığın getirdiği izleri de taşımaktadır.

1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa tarafından ele geçirilen şehir, bir dönem Fransız sömürgesi olmuştur. Fransızların izlerini şehrin her tarafından görmek mümkündür. Sadece Tunus şehrinde değil ülkenin birçok yerinde Fransızca Arapça’dan sonra ikinci dildir.
Önemli yerleri

Şehrin en önemli yerlerinden biri Medina yerleşimidir. Eski Tunus olarak da bilinen ve tarihi birçok eserin bulunduğu bu bölge UNESCO tarafından korumaya alınmıştır.

Şehrin denize kıyısı bulunduğundan 20 kilometrelik kum plajı dinlenmek isteyenler için iyi bir seçenek oluşturur.

Bardo Müzesi’nde ise şehrin civarından toplanmış ve farklı tarihi dönemlere ait birçok eser sergilenmektedir. Eskiden saray olan bu müze mutlaka görülmesi gereken yerlerden biridir.

Yapmadan Dönme

Ülkenin en önemli tarihi ve turistik ürünleri arasında halı, seramik, çömlek, geleneksel kıyafetler sayılabilir. Ayrıca zeytinyağları, hurması, bademleri, hamur işleri ve tatlıları da meşhurdur. Tunus’un en meşhur yemeği Kuskus’tur. Geleneksel Kuzey Afrika yemeği olan Kuskus, tunus’ta balık/kuzu eti ve sebze ile sunulur. El işi sanat ürünlerini almadan ve yemeklerinin tadına bakmadan dönmeyin.

Ulaşım

Türk Hava Yolları’nın Tunus’a doğrudan seferleri bulunmaktadır. Ayrıntılı bilgiyi www.thy.com adresinden alabilirsiniz.

Tunus Şehri
Nüfus: 728.453 (2007 yılında)
Yüzölçümü: 212.63 km2
Para Birimi: Tunus dinarı
Saat dilimi: GMT +1
İstanbul’a uçuş süresi: 2 saat 20 dakika

Mavi ve Beyaz Bitmeyen Bir Yaz Tunus – Bu yazı 2008 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 18. sayısından  alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yorum

  1. Çok keyifle okudum yazınızı ve merak ettim açıkçası..Teşekür ederim..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir