Cuma , 29 Mart 2024

Mevlana Celaleddin Rumi

Yüzyılları Aydınlatan Işık

Yazı: M. Cemal Öztürk  / Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı

Mevlana Celaleddin Rumi 30 Eylül 1207’de (6 Rebiülevvel 604) bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinde dünyaya gelmiştir.

Annesi Belh emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hanım, Babası Harzemşahların altıncısı Alaaddin Harzemşah’ın kızı Melike Emetullah Hatun’un oğlu Bahaeddin Veled’dir. Bahaeddin Veled; döneminde, ‘Sultanul Ulema’ (alimlerin sultanı) lakabıyla anılmaktadır.

Kaynaklar, babasının zamanın idarecilerini tenkid etmesi sebebiyle 1210 yılında Belh’ten ayrılmak zorunda kaldıklarını belirtmektedir.

Nişabur’a gelen aile burada Feridüddin Attar (1230 moğol istilasında öldürülmüştür) ile görüşürler ve Attar; Celaleddin’e Esrarname isimli eserini ithaf eder. Buradan da yola çıkmak zorunda kaldıklarında ufukta Bağdat görünmektedir. Bağdat’ta Şehabeddin Suhreverdi ile görüşürler (1234).

Kufe yoluyla Mekke’ye gelen Mevlana ve ailesi buradan Medine, Şam, Halep, Malatya yoluyla Erzincan’a gelmişler, burada Evhadeddin Kirmani ve Sadeddin Hamevi ile görüşmüşlerdir.

Şam’da da Muhyiddin İbn Arabi ile görüştüklerini belirten kaynaklar vardır. Malatya’dan Larende’ye (Karaman) geldiklerinde Mevlana Celaleddin 18 yaşına ulaşmış bulunuyordu. Burada, alimlerden Lala Şerafeddin Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun’la evlendi. Yedi sene kaldıkları Karaman’da Mevlana, annesi Mümine Hatun’u ve ağabeyi Alaeddin’i kaybetti.

Bu üzücü hadiseler ve Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın ısrarlı davetleri sonucu alie son olarak Konya’ya geldiler ve Taç Melek Hatun’un İsmetiye Hankahı’na yerleştiler. Bahaeddin Veled, Sultan’dan mübalağa ile saygı görmüş ve kendisine müderrislik verilmişti.

Babası Mevlana’yı, Karaman’da iken kayınpederi ile Halep’e fıkıh ve hadis tahsiline gönderdi. Şam, Makdemiye Medresesi’nde de bulunan Mevlana, arada Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi’den de Konya’ya gelerek istifade etmişti.

Otuz yaşında iken Şam’a yaptığı ikinci seyahatte birisi yanına yaklaşıp; “Alemin sarrafı, beni tanı.” demişti. 1244 yılında ise Konya’da daha önce Şam’da karşılaştığı Şems-i Tebrizi ile karşılaşıp, birbirlerinden ayrılmaz oldular. Bu tarihte Mevlana 38, Şems 60 yaşlarındadır. Mevlana, Şems-i Tebrizi’nin hizmete ihtiyacı olduğunda ikinci eşi Kira Hatun’u veya oğlu Sultan Veled’i hizmetine gönderiyor veya bizzat kendisi hizmet ediyordu.

Ancak Mevlana’nın Şemsi Tebrizi ile zaman geçirmesi ve halktan kopması, dedikodulara sebep olmuş ve Şems-i Tebrizi Konya’dan ayrılmıştı. Bunun üzerine Mevlana, oğlunu Şems’i bulmaya göndermiş; o da Şam’da bularak dönmeye ikna etmiş ve Konya’ya getirmişti. Mevlana Şems’i Kimya Hatun ile evlendirmişse de Kimya Hatun kısa süre sonra hastalanarak ölmüştü. Şems- Tebrizi de bu acıyla tekrar Şam’a dönmüştü. Mevlana’nın ısrarlı ricasıyla son kez Konya’ya dönen Şems, bu dönüşünden kısa bir zaman sonra birdaha dönmemek üzere kayboldu. Gidişi hep bir sır perdesi olarak kaldı. Haris Konyalılar tarafından öldürüldüğü, yada kendi isteği ile uzaklara gittiği yüzyıllarca tartışıldı durdu.

Mevlana’nın muhiti

Mevlana ile beraber Moğol istilasından çıkan bir çok Türk Anadolu’ya yerleşmişti. Ancak hatırlı sayıda Rum nüfusu da mevcuttu. Konya başkent olduğu için, burada  devlet adamları, ahi teşkilatı, sanatkarlar, havas ve avamdan pekçok insan bulunmaktaydı. Mevlana’nın civarında böyle her kesimden insan bulunmakta ve kendisinin sohbet ve derslerinden istifade etmekteydiler.

Devrinde kendisine karşı gösterilen hürmet o kadar ziyade idi ki; asıl ismi olan Mehmed Celaleddin unutulmuş, herkes ona ‘Mevlana’ (efendimiz) diyordu. Mevlana, insanlar arasında sınıf ayrımı yapmaz ancak kendisini takdir eden, seven, anlayan insanları etrafında topluyor, davetlere katılıyor ve istediği muhiti ve layık olduğu alakayı bulunca kendinden geçiyor, hakikaten latif ve şiir dolu vaazlar veriyor, hakikatten bahsediyor, musiki meclisi tertip ediyor ve sema ediyordu. Bu arada etrafındaki hayranları da ağzından çıkan şiirleri kaydetmeye uğraşıyorlardı.

Mevlananın Son Günleri

Mevlana yaptığı devamlı riyazetlerden (gece namazı, oruç, hayvansal gıdalara karşı mesafeli duruş) vücutça çok zayıf düşmüş, hatta bir gün hamamda iken bu zayıf vücuduna bakarak acımış ve; Bütün ömrümde kimseden utanmamıştım,

Fakat bugün bu zayıf vücudumdan utanıyorum…

şeklinde manalandırılacak bir beyti okumuştu. Mesnevinin de yazılması tamamlanmıştı. Kasım ayının başlarında rahatsızlanan Mevlana, kırk gün kadar ‘humma’dan ızdıraplanmış ancak hafızasının kaybetmemişti. Son üç gündür uyumayan oğlu Sultan Bahaeddin Veled’e “Bugün kendimi daha iyi hissediyorum; git, yat.” demiş, oğlu kapıdan çıkarken son gazelini söylemiş; “Sen ey yüzü solmuş aşık sabret, vefalı ol. / Bizi öldürenin gönlü taş gibi katıdır. / Bizi öldüren kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor. / Bu derde ölmekten başka çare yoktur, / Şu halde nasıl olur da; ‘Bu derde deva et.’ diyebilirim?” diyerek 5 Cemaziyelahir 672 (17 Aralık 1273) günü ‘susanlar’ arasına karışmıştır.

Sırtına giydiği feraceye sarılı tabutu sokağa çıkınca herkes sükunetini kaybederek ağlamış, cenaze namazını kıldırmasını vasiyet ettiği Sadreddin Konevi hıçkırıklarla kendinden geçmiş, onun yerine Kadı Siraceddin namazını kıldırmıştır. Kendi sözüne uyularak bu gece visal (kuvuşma) gecesi anlamına gelen ‘Şeb-i Arus’ tabiriyle anılagelmiştir.

Mevlana’nın Ailesi

21 yaşında evlendiği Lala Şerafeddin’ın kızı Gevher Hatun’dan Bahaeddin Veled ve Mehmed Alaeddin doğmuş, ancak eşi genç yaşta vefat edince Konya’da İzzeddin Ali’nin kızı Kira (Kerra) Hatunla evlenmiş, bu evliliğinden Emir Alim Çelebi ve Melike Hatun isimli çocukları olmuştur. Sultan Bahaaddin Veled’den gelen nesli daha sonra ‘Çelebi’ adıyla anılmaya başlanmıştır.

Mevlana’nın Tasavvufi Şahsiyeti

Tasavvufta başlıca üç ekol gelişmiştir:

Vahdet-i Vücud         Muhyiddin İbn Arabi

Ahlak                          İmam-ı Gazali

İlahi Aşk                     Mevlana Celaleddin Rumi

Şems-i Tebrizi’nin rind ve kalender bir derviş olması itibariyle kendisinde mevut olan Melamilik, Mevlana’ya da sirayet etmiştir. Mevlana’nın psikolojisinde esas, tamamiyle hasbi bir hakikat araştırması değil fakat, huzur ve sükunetini kaybetmiş ruhlara selamet verme ihtiyacıdır. Moğol istilası ve Haçlılar ile Anadolu’nun parçalanmaya gidişi esnasında en çok O’nun sesi dinlenmiştir.

Teheccüd ve oruçla nefsini meşgul eden Mevlana, zikir ve süluk ile kemale ulaşır. Sema şekli ve buna bağlı bir musiki meydana getirmesi ise estetik tasavvufa yeni bir boyut katmıştır. Sema’nın bütün hareketleri tasavvufi birer semboldür. Çarh atarak sema tevhide (birliğe) işarettir. Sıçramak ulvi aleme ulaşmak, ayak vurmak nefsini öldürmeye, kol açmak vahdete ulaşmaktaki süruru, sağ elin yukarıya açık oluşu feyz-i akdese işarettir.

Sema’yı gören Fransız Barres; ‘Bir Dante, bir Shaeksper, bir Goethe, bir Hugo’nun mahiyetinde eksik bir şey kalmış olduğunun farkına vardım.’ demektedir.

Mevlana’nın farsçası ünlü İranlı şair Sadi gibi tam bir İran farsçası değildir. Ama zamanında İranda bile meşhur olmuş; hatta, 656/1258 yılında çağının en büyük şairlerinden olan Sadi, Konya’ya gelerek kendisiyle görüşmüştür. Mecalis-i Seba isimli eserini Türkçe yazmış, ancak sonradan eserin aslı kaybolmuş ve kimin tercümesi olduğu tam olarak bilinmeyen farsçası yayılmıştır. Mevlana’nın İbranice ve Rumca da bildiği eserlerinde bu lisanlardan parçalar almasından anlaşılmaktadır. Divan-ı kebirinde 97 bin küsür beyit bulunmaktadır. Bu esere Isfahani, Enveri gibi zatların şiirlerinin karıştığı düşünülmektedir. Eser ayrı ayrı yirmi iki divandan oluşmuş bir külliyattır. İngilizce ve Macarcaya kısmen çevrilen bu eserin ne yazıkki tam ve tenkidli bir Türkçe çevirisi bulunmamaktadır. 26 bin beyitten fazla olan Mesnevi yedi-sekiz sene zarfında meydana gelmiştir. Mesnevi salikleri (yol erbablarını) irşad maksadıyla yazılmıştır. Divandaki derin ifadeler Mesnevi’de görülmez. Mesnevi, Hazret-i Şarih olarak anılan Rusuhi İsmail Ankaravi başta olmak üzere bir çok kez şerh edilmiştir. Türkçesi hazırlanmakta olan bu şerhten başka Tahirül Mevlevi’nin ve Bursevi’nin şerhleri tercüme edilerek Türkçe’ye kazandırılmıştır. Mektubat, Mecalis-i Seba, Fihi Mafih, Mevlana’nın diğer başlıca eserleridir.

Çile

Farsça kırk anlamına gelen çile diğer tarikatlarda 40 ve daha az günlerde yapılmışsa da Mevlevilerde 1001 gündür. Bunu tamamlamayana ‘dede’ değil ancak ‘muhib’ denirdi. Çileye giren derviş, dergahlarda en ağır işlerle meşgul olur ve hizmet ederdi. Tamamlamadan ayrılanlar olursa çile kırılmış olur ve yeni baştan çileye girilirdi. ‘İnsanı çileden çıkarmak’ tabiri de buradan gelmektedir.

Mevlevi dergahlarında 18 hizmet bulunur; bunlar,

Ayakçılık

Çerağilik

Süpürgecilik

Yatakçılık

Tahmisçilik

İçeri kandilciliği

İçeri meydancılığı

Somatçılık

Pazarcılık

Dolapçılık

Bulaşıkçılık

Şerbetçilik

Abrizcilik

Çamaşırcılık

Dışarı meydancılık

Halife dede

Aşçı dede

Kazancı dede

Çileye giren derviş herşeye ‘eyvallah’ deme mecburiyetindedir. Dergaha girişi üzerinden 18 gün geçtikten sonra dervişe sikke tekbirlenir ve mevlevi abası giydirilir. Çileye girmeden, muhib olarak bulunmak da mümkündür. Bu kişi de şeyhe müracaat eder, gusul abdestiyle huzura gelir, kendisine sikke tekbir edilirdi. Bu durmdaki dervişlere ‘nev niyaz’ denirdi. Yeni dervişler bir ‘dede’nin terbiyesine verilir, belli zamanlarda toplanırlar, isteyenler sema çıkarır, mukabele yani ayin meşkeder, diğer erkan da adetleri öğrenir, mesnevi dersleri alırlardı. Sema çıkaranlar önce kısa bir ayinden sonra mukabele günleri büyük semahaneye çıkıp devr-i veledi’ye iştirak ederlerdi.

Mukabeleden evvel, tennuresini, destegülünü ve hırkasını giyen muhib, dedenin elini öper, arkadaşlarıyla musahabe (sohbet) eder, namaz kılınarak, aşrı şerif okunur ve nat-ı Mevlana ile ayini şerife girilirdi.

Mevlevi sikkesi döğülmüş deve tüyünden bol rengi yapılan biraz kalınca olmasına rağmen hafif bir serpuştur. Külah-ı Mevlevi denilir. Bunun dışında dergah içinde ter emici manasına gelen arakiye giyilmekteydi. Sema çıkarmayan ‘can’lar sikke giymez, arakiye giyerlerdi.

Ayrıca gece giyilen şebkulahları giyilirdi ki bunlar sikke gibi kalıplanmazdı. Sikkeye çelebiler, şeyhler ve mesnevihanlar destar sarabilirlerdi. Mevlevilerde diğer tarikatlarda olduğu gibi saç uzatmak, teber, asa, keşkül gibi şeyler taşımak yoktu.

Mevlevi ıstılahları

Kapıyı kapatmak yerine sırlamak, mumu söndürmek yerine dinlendirmek, uyandırılacak kişiye; ‘agah ol erenler’, mezarlığa ‘hamuşan’, mevlevi mensuplarına ihvan, diğerlerine avam, selam göndermek: aşk-u niyaz etmek, ışık: çerağ, ölmek: yürümek-göçmek, gömülmeye: sırlamak, ‘yok’ yerine ‘hak vere’, sen yerine siz, ben yerine biz, uykuda yerine vahdette denirdi.

Kullandıkları eşyayı öpmeden kullanmazlardı. Mevlevi selamı: sağ el sol omuza, sol el sağ omuza konur, hafifçe eğilirken sağ ayağın baş parmağı, sol ayağın başparmağına konurdu. (ki bu ayak mühürlemek diye tabir olunur.)

Bu yazı 2007 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 2. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir