Cuma , 29 Mart 2024

Samatya’da ermeni patrikhanesine ev sahipliği yapan Sulu manastır

Surp Kevork’un giriş cephesi

Samatya, bugün de İstanbul’un en kozmopolit semtlerinden biri olma özelliğini devam ettiren bir mekan. Sokak aralarına daldığınızda, bu durumun izlerini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Semt, eski devirlerden itibaren Müslüman, Rum ve Karamanlı adı verilen Türkçe konuşan Ortodoksların yanı sıra, kalabalık bir Ermeni nüfusunu da barındırmaktaydı. Bugün de İstanbul Ermeni cemaatinin hatırı sayılır bir bölümü burada ikamet etmektedir. Bu yazıda, Samatya’nın en önemli Ermeni kilisesi olan ve tarihsel süreç içinde Kastria, Peribleptos ya da Sulu manastır gibi isimlerle de anılan yapı topluluğunun bir parçası konumundaki, Surp Kevork kilisesinden bahsedeceğim.

Yazı: Önder Kaya Fotoğralar: Halit Ömer Camcı

Türkler arasında yapı uzun süre, altında bulunan ve Balıklı ile aynı kaynaktan beslenen ayazmasından dolayı “Sulu manastır” olarak anıla gelmişti. Kilisenin Bizans dönemindeki hali ile ilgili olarak Ermeni müellif İncicyan’da önemli bilgiler mevcuttur. Ona göre söz konusu yapı, Bizans zamanında Hagia Panahagia Peribleptos ya da Samatya manastırı diye bilinmekte ve geçmişi İmparator Büyük Konstantin’in annesi azize Helena’ya kadar uzanmaktaydı. Azize Helena bilindiği gibi, oğlu üzerindeki nüfuzu sayesinde hem Konstantin’in Hıristiyanlar üzerindeki baskıyı kaldırmasına, hem de bir rivayete göre açıkça ifşa etmese de, Hıristiyanlığı gizliden gizliye kabullenmesine vesile olmuştur. Azize, Hıristiyanlarca mukaddes topraklara da uzanarak, aralarında Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın da bulunduğu bazı kutsal kalıntıları bulmuş ve bunları İstanbul’a getirtmiştir. Helena, söz konusu ziyaret sonrasında şehre Samatya kapısından girmiş ve Kudüs’te kutsal haçın gömülü bulunduğu toprakta yetişmiş çiçekleri “kastria” adı verilen saksılar içinde Peribleptos manastırının arazisine dikmiştir. Bundan dolayı manastır, “Kastria” adıyla da tanınmıştır.

Söz konusu alanda, 1031 yılında Doğu Roma imparatoru III. Romanos tarafından bir kilise inşa olunur. Kilise, devrin kaynaklarında Ayasofya’dan sonraki en büyük ve en güzel mabed olarak adlandırılır. Bu durumun en temel nedeni ise III. Romanos’un Hz. İbrahim’in Kudüs’teki “Büyük Mabed”i ya da Justinyanus’un “Ayasofya”sı ile yarışacak olan bir tapınak inşa etme tutkusudur. Nitekim imparator bu mabedi, Tanrı’nın annesi olarak kabul edilen Hz. Meryem’e adamaya karar verir. Devrin görgü şahidi olan Mikhail Psellos’a göre  inşaat, kısa bir süre sonra imparatorda bir tutkuya dönüşür. İmparator, inşaat alanının önüne bir çadır kurdurduğu gibi tahtını da buraya taşıtır. Özel yaşamında çok dindar olmayan imparator, toplum içinde dindar bir idareci profili çizmeye çalışır. Bu uğurda hazine gelirlerini, göz bebeği olan Peribleptos kilisesine akıtmaktan çekinmez. Psellos’un deyimine göre Romanos, en önemli dinsel kuralları dahi zaman zaman hiçe sayabilen bir yapıya sahipti. Nitekim karısı olan İmparatoriçe Zoe’yi, aldatmakta bir mahsur görmemekteydi. Halbuki imparator, tahta Zoe sayesinde çıkmıştı. Makedonya hanedanının son imparatoru VIII. Konstantin, geride bir erkek çocuk bırakmadan ölmüş, ölmeden kısa bir süre önce de idarecilik ve askerlik meziyetlerine güvendiği komutanlarından Romanos Argros’u 50 yaşını geçmiş olmasına rağmen, gayet bakımlı ve güzel olan kızı Zoe ile evlendirmişti. Romanos da böylelikle imparatorluğa uzanmıştı. Peribleptos Manastır’ı Kanuni zamanında Ermenilere tahsis edilmişti.

Ancak III. Romanos tahta geçtikten kısa bir süre sonra metresi ile aşk yaşayarak, Zoe’yi ihmal etmeye başlayınca olanlar oldu. Zoe, saray hareminde görevli olan hadım İonnes’in kardeşi Mikail ile yakınlaşmış ve sonuçta bu üçlü elele vererek III. Romanos’u düzenledikleri bir komplo ile ortadan kaldırmışlardır. İmparator, rahatlamak için saray hamamındaki havuza girdiğinde, Zoe tarafından elde edilmiş olan hizmetkarları kendisini suya batırarak boğmuşlardı. Ertesi günü Zoe’nin aşığı, “IV. Mikail” olarak tahta çıkarken imparatorun cenazesi de hazırlanarak kendi inşa ettirmiş olduğu Peribleptos manastırında toprağa verilmiştir. Sonuçta tarihçi Mikail Psellos’un da dediği gibi; “imparatorun manastır için harcadığı bunca para ve emeğe karşılık, sadece defnedilecek kadar ufacık bir yeri kendisine yaramıştır”.

Sonraki yıllarda bir başka imparator, III. Nikephoros Botaniates, Komnenos ailesine mensup I. Aleksios tarafından tahtı terk etmeye zorlanınca, keşiş elbisesi giyerek kilisenin manastırına kapanır. Hatta buradaki keşişlik günlerine hatrını soran bir yakınına “sadece etten yoksun kalmak canımı sıkıyor, ötesini pek umursamıyorum” şeklinde cevap verecektir. III. Nikephoros, ömrünün geri kalan kısmını bir keşiş olarak geçirdikten sonra ölecek ve yine buraya gömülecektir. 1204 yılındaki Latin işgalinden kilise de nasibini almış, Venedikliler tarafından yağmalanmıştır. Şehri geri alan son İznik imparatoru VIII. Mihael Paleologos, ibadethaneyi yeniden tamir ettirerek hizmete açmıştır.

Paleologosların şehri Haçlılardan geri almasından sonra manastırın yeniden büyük önem kazandığının en önemli şahidi, İspanya’dan Orta Asya’ya Timur nezdine elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo’dur. Onun verdiği bilgilere göre kilisenin dışı, çeşitli resim ve tasvirlerle bezenmişti. Kilisenin bir köşesinde ise yapının banîsi olan imparator III. Romanos’un mezarı görünmekteydi. Rahiplerin Clavijo’ya verdikleri malumata göre mezarın olduğu alan, eskiden altınlarla kaplı ve değerli taşlarla bezeliydi, ancak 1204’de şehre saldıran Haçlılar, bunları yağmalamışlardı. Clavijo, kilise içinde bir imparator mezarı daha gördüğünü söyler ki bu da muhtemelen ömrünü burada bir keşiş olarak tamamlayan III. Nikephoros’a ait olsa gerek. Yine kilise, pek çok kutsal emaneti de bünyesinde barındırmaktaydı. Bunlar arasında Hz. Yahya’nın baş parmağı eksik olan ve altın çubuklar içinde muhafaza edilen bir kolu ile Aziz Gregor’un çok iyi muhafaza edilen cesedi bulunmaktaydı. Kilisenin en değerli emanetlerinden biri ise, Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhın ağacından yapıldığına inanılan bir haç idi. Bu haçın üzerine Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi işlenmişti. İnanışa göre söz konusu haç, Büyük Konstantin’in annesi azize Helena tarafından Kudüs’ten getirilen kutsal haçın bir parçasıydı. Clavijo, manastırın sınırları içinde rahiplere ayrılmış çok sayıda konuttan bahseder ve bu kompleksi, etrafındaki bahçe ve bağlarla bir şehire benzetir.

Yine de Calvijo’nun verdiği bilgileri, daha doğrusu Clavijo’ya verilen bilgileri ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira her ne kadar 1204’deki Latin istilasının ilk yıllarında kilise ve manastır Ortodoksların elinde kalmış olsa da, sonrasında ellerinden alınmış ve feci şekilde yağmalanmıştır. Burada bulunan pek çok aziz röliği de Venedik ve Fransa’ya kaçırılmıştır. Samatya Surp Kevork Kilisesi’nin dışarıdan görünümü

Osmanlı Devrinin Surp Kevork Kilisesi Osmanlı döneminde ise kilise gayrimüslim cemaatler arasında el değiştirecektir. Bilindiği üzere daha fetih öncesinde İstanbul nüfusunda ciddi kırılmalar yaşanmış ve şehir nüfusu 30-50 bin civarına kadar düşmüştü. Bu bağlamda bazı kiliseler bakımsızlıktan harabeye dönmüş, bazıları da önemli ölçüde cemaat kaybı yaşamıştı. Perileptos manastırı ve çevresinde ise, böylesi bir durum gözlenmemekteydi. Fetih sonrasında Osmanlılar şehri şenlendirmek amacıyla farklı bölgelerden Müslümanları şehre getirtmiş ve bazı Ortodoks mabedlerini camiye çevirerek onlara tahsis etmişlerdi. Ancak Osmanlılar sadece Müslümanları değil, Gregoryen Ermenileri, Karamanlı Rumları ve Yahudileri de şehirde belli bölgelere iskan etmişlerdi. Bunlar arasında yer alan Ermeniler için duyulan kilise ihtiyacı, sonuçta Peribleptos’un da kaderini belirler.

Diğer adı da Surp Kevork olan bu kilise, 19. yüzyıl başlarında eserini kaleme alan Ermeni müellif İncicyan’a göre, sur içinde kalan üç Ermeni kilisesinden biridir. Söz konusu diğer iki kilise ise, bugün de Ermeni patrikhane kilisesi olarak kullanılan Kumkapı’daki Surp Asduadzadzin ile  Balat’taki Surp Hıreşdagabed idi. Sonuncu kilise de tıpkı Peribleptos gibi, Rum cemaatinden alınarak Ermeni cemaatine verilmiş bir kilise durumundaydı. Öte yandan Samatya’daki Surp Kevork, Karaköy’de bulunan Surp Sarkis ya da bugünkü adıyla Surp Kirkor Lusavoric kilisesinden sonra İstanbul’un en eski kilisesidir. Surp Kevork, muhtemelen 1461-1641 tarihleri arasında Ermeni patriklik kilisesi olarak kullanılmıştı. Nitekim patriklik makamı da kilisenin hemen yakınında yer alıyordu. Her ne kadar kilisenin 1641’de patriklik kilisesi olmaktan çıktığı bilinse de tam olarak hangi tarihte Ermenilere devredildiği konusu tartışmalıdır.

Surp Kevork’un patriklik kilisesi olarak kullanıldığı evreyi gören ve 1578-1581 tarihleri arasında İstanbul’da bulunan Alman seyyah Solomon Schweiger kiliseden “içinde iki-üç keşişin bulunduğu, eski ve güzel bir Yunan kilisesi” olarak bahsetmekte, Ermeni patriğinin de buraya çok yakın bir yerde ikamet ettiğini bildirmektedir. Hatta Schweiger, patriği ziyaret de etmiş ve konutunun, yere açılan derin bir çukura yerleştirilen toprak bir çanak vasıtasıyla ısıtıldığını görmüştür. Bu ısınma tarzının sakıncalarına değinen Alman seyyah, çıkan dumanın konutun tepesine açılan bir bacadan çıktığını, ancak bu dumanı tavana ileten bir boru olmamasından dolayı dumanın evin içine yayıldığını söyler. Kumkapı’da Surp Asduadzadzin’in kilisesinin içinde yer alan patrik tahtı

Yukarıda da belirtildiği üzere şehrin şenlendirilmesi konusunda Fatih Sultan Mehmet bir dizi teşebbüste bulunmuş, fethettiği bölgelerdeki müslim-gayrimüslim nüfusu İstanbul’a sürmüştü. İşte bu çerçevede Karaman bölgesi Ermenilerini de Samatya’ya yerleştirmişti. Başlangıçta bu civardaki ağaçlık bir alanda çadırlar içinde ikamet eden bu Ermeniler, zaman içinde bölgede bin haneli bir nüfusa ulaşmışlardı. Onların ikamet etttikleri bu mevki yakınlarında bulunan Peribleptos manastırı, neden kaynaklandığı tam olarak bilinmeyen bazı çatışmalar ve bunun sonucunda çıkan kanlı hadiselerden dolayı Türk yetkililerce kapatılmıştı. Belki de çatışmalar Ermeni cemaatinin ibadethane ihtiyacı nedeniyle manastırın kendilerine teslimini talep etmesi neticesinde çıkmıştı. Bildiğimiz şu ki, yaşanan olaylar sonrasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapı, Ermeni cemaatine verilmiştir. Manastır bu cemaat tarafından zaman içinde genişletilerek üç bölümlük bir kilise haline getirilir. Her bölüme de bir azizin adı verilir. Bölümler Surp Kevork, Surp Asduadzadzin ve Surp Yerortutyun isimlerini taşımaktaydı. Her ne kadar bu bölümlerin tam olarak ne zaman yapıldığı bilinmese de 1660’daki yangında kısmen harap olduğu, 1722 yılında Kudüs Ermeni patriği Kirkor’un ve İstanbul patriği Bitlisli Hovannes Golod’un girişimleri ile tamir olunduğu bilinir.

Kilise 1782’de çıkan yangında yanmış ve ancak 1804 yılının ortalarında yeniden inşa olunabilmiştir. Bu yangın sırasında Bizans imparatoru Mihael Paleologos zamanından kalma insan boyutlarındaki mozaikler de ne yazık ki yok olmuştur. Ancak bu facia kilisenin geçirdiği son yangın tecrübesi olmayacaktır. 1866 büyük yangınında, etrafında teşekkül eden okullarla birlikte harabe haline gelmiştir. Kilisenin son şeklini alan inşaat ise, cemaatin önde gelenlerinden Mikael ve Ovannes Agopyan kardeşlerin maddi katkıları ile gerçekleştirilmiştir. Bunlardan Mikael Agopyan ve oğlu Harutyun’un mezarları da kilise avlusundadır. 1887’de devrin Ermeni patriği I. Haratyun tarafından yapılan dinsel törenin akabinde kilise, ibadete açılmıştır. Sultan II. Abdülhamid zamanındaki büyük depremde duvarları hasar gören kilise, yeni baştan elden geçirilmiştir. Surp Kevork, I. Dünya savaşı sırasında içinde Sırp esir askerlerin tutulduğu bir hapishane vazifesi görmüştür. Cumhuriyet devrinde 6-7 Eylül olayları sırasında Samatya bölgesinde gayrimüslim Türk vatandaşlarına karşı girişilen yağma faaliyetlerinden de nasibini alan kilise, yeninden elden geçirilmiştir. 1993’de de eski Ermeni patriklik kilisesi olması hatırasına içine bir patriklik tahtı yerleştirilmiştir ki söz konusu taht bugün de görülebilmektedir. Bu tahtın bir diğer eşi de bugün patrikhane kilisesi olarak hizmet veren Kumkapı’daki Surp Asduadzadzin kilisesindedir.

Kiliseyi bugün de gezme, hatta “pazar ayini”ne katılma imkanınız mevcut. Surp Kevork, bilhassa özel günlerde cemaat tarafından tamamen dolduruluyor. Mabedin sağ tarafında genellikle erkekler, solda ise kadınlar yer alıyor. Kadınlar bölümü çabucak dolduğundan bazı kadınlar, erkeklerin bulunduğu bölüme geçiyor. Cemaatin çoğunluğunu ise yazık ki yaşlılar oluşturuyor. Denilebilir ki kilisedeki yegane gençler, koroda yer alanlardan oluşmakta. Kilisenin avlusunda da 1831’den beri eğitim faaliyetlerine devam eden Sahakyan Nunyan İlköğretim okulu ve lisesi yer alıyor.

Hasılı bir pazarınızı özellikle Samatya’ya ayırmanız tavsiye olunur. Surp Kevork’ta, sabahın erken saatlerinde başlayan ayine katılabilir, Samatya’nın herbiri bir sürprize gebe sokaklarında turlayabilir, Studion manastırı ve Yedikule başta olmak üzere buradaki pek çok tarihi mekanı görebilirsiniz. Hatta Yedikule surları üzerinde güneşi batırdıktan sonra, soluğu pek çok dizi çekimine de ev sahipliği yapan Samatya meydanında, buradaki balık lokantalarında sonlandırmak da İstanbul’un size sunduğu seçeneklerden bir tanesi.

Bu yazı, Gezgin dergisinin 2010 yılının Nisan sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir