Çarşamba , 24 Nisan 2024

Suyun Ötesi Dünyanın Öteki Ucu: Kanguru Adası

azı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız

Yaşadığım çevre ne kadar düzenli, insana saygılı ve sakin olursa olsun, yapay şehir hayatından uzaklaşma ve bir süre de olsa kendi doğallığıma ve doğaya dönme arzum çoğunlukla ağır basar. Üstüne bu yaz Güney Avustralya’da hava sıcaklığı rekor derecesinde yükselince, artık vakit bu vakit diyerek Adelaide’den  5-10 derece daha az sıcaklıkta ve sadece 3 saat uzaklıktaki  Kanguru Adası’na gitmek için hazırlıklarımı yapmaya başlıyorum. Ocak ayı hem yaz tatili olması hem de turist trafiğinin yoğun olduğu bir dönem olması dolayısıyla, önceleri kiralık ev bulmakta biraz zorlanıyorum. Ama şansım yine yaver gidiyor. Kalacağım evle birlikte arabam ve kendim için feribottaki yerimi ayırtarak hazırlıklarımı tamamlıyorum.

Cape Jervis’den sabah saat 9’da kalkacak feribot için 8:30’da orada olmam gerektiğinden, saat 6 gibi yola çıkıyorum. Feribotun araba ve yolcu bölümleri tıka basa dolu. Neredeyse saat başı gidiş-dönüş seferleri yapan SeaLink’in bu yoğunluğundan, Kanguru Adası’nın ne kadar revaçta olduğu anlaşılıyor. Cape Jervis ile Penneshaw arası feribot yolculuğum yaklaşık 45 dakika sürüyor. Ada’ya geldiğimde hava hissedilir şekilde serinliyor. Feribottan indiğimiz Penneshaw ile kalacağım yer  olan Vivonne Bay arasındaki mesafe 100 km. olduğu için, hiç oyalanmadan yola çıkıyorum. Yolun iki yanından sarkan ağaçlar asfalt yol üzerinde ışık ve gölge oyunları yapıyor adeta. Sanki ağaçlardan yapılmış bir tünelden geçiyormuş gibi hissettiriyor.

Yolda hızla ilerleyen arabaların önüne zıplamış talihsiz Valabi’lerin ölü bedenlerini görmek, yine beni tedirgin ediyor. Şimdiye kadar şansım yaver gitti ve hiçbir canlıya arabayla çarpmadım şükürler olsun diye düşünüyordum ki aniden yavru bir Valabi önüme fırladı. Şükür ki durmam için yeterli mesafe vardı ve bir kez daha şansım yaver gitti.

Vivonne Bay

Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra Vivonne Bay’deyim. Eve ancak saat 14’ten sonra giriş yapabileceğim için önce etrafı geziyorum. Bir kaç kere Avustralya’nın en güzel plajı seçilen Vivonne Plajı önünde durduğumda, bu plajın bu ödülü sonuna kadar hak ettiğini anlıyorum. Deniz suyu, uzaktan bile dibini gösterecek kadar temiz, rengi turkuazın tonlarına bürünmüş, büyüleyici güzellikteydi. Yalnızca birkaç kişi yürüyüş yapıyordu bu muhteşem sahilde. Denize sıfır terimi buralara çok yabancı. Kıyıya en yakın yerleşim yeri en az 500 metre uzaklıkta. Sahil ve çevresi, insanlara rağmen olabildiğince doğal şekliyle kalmış. Ahşap bir banka oturup bu enfes manzarayla gözlerime ziyafet çekmeye başladım. Hava, hafif rüzgara rağmen bayağı serin. Hafiften üşümeye başladığımda, insanı çıldırtan sıcaklardan kaçan biri olarak bu durumdan şikayet etmeye hakkım olmadığını kendime hatırlattım.

Dalga sesi, deniz’in mavisi ve kuş sesleri beni iyice kendimden geçiriyordu ki yanımdan bir ailenin geçtiğini gördüm. Kadın elinde bir kaç ekmek dilimiyle oğluyla konuşuyordu ve bu konuşmaya kulak misafiri olduğum için onlara müteşekkir oldum. Oğlu annesine eğer bu ekmekleri kuşlara veya burada yaşayan hayvanlara verirse onları zehirleyeceğini anlatıyordu.Buna bir anlam veremediğim için, ben de aynı annesi gibi şaşkın kaldım. Doğal yaşamlarında kendilerine has şekilde beslenen bu hayvanların, hassas sindirim sistemlerine insanların ürettiği yiyecekler zehir etkisi yapıyormuş. Eminim kadın da, iyilik yaptığını düşünerek yapacağı şeyin aslında ne kadar zararlı olabileceğini düşünmüştür. Artık eve gitme zamanım gelmişti. Daha bir kaç metre gitmiştim ki, karşıma, yolun ortasında oturmuş etrafı seyreden bir koala çıkmaz mı. 8 yıldır bu kıtada yaşayan biri olmama rağmen, bu deneyim benim için bir ilk oldu. Hayvanat bahçesinde ve birkaç kerede ağaçta karşılaştığım bu şirin hayvanla yolun ortasında karşılaşıyorum. Fotoğraf makinemi alıp arabadan iniyorum. Ne yapacağımı hissetmiş gibi, koala adeta bana poz veriyor. Başını yavaşça bir sağa bir sola çeviriyor; rüzgarla oynaşıyor. Normalde gündüzleri uyuyup geceleri okaliptüs yaprakları yiyen koalanın bu saatte ve yolun ortasında olması çok rastlanır bir durum değil. Dakikalarca bana poz verdikten sonra arabamın etrafında dolaşmaya başlıyor. Tırnakları gözüme çarpıyor. Uzunlukları ağaca tutunup nasıl o şekilde uyuduğunun bir göstergesi. Koala arabanın etrafından bir kaç tur attıktan sonra ormanın içine doğru kayboluyor; ben de tekrar yola koyuluyorum.

Kiraladığım ev, orman içinde yalnızca evin alanı kadar yer açılarak yapılmış tek katlı ahşap bir yapıydı. Daha önce e-postayla bildirdikleri şifreyi girerek anahtarımı alıp eve giriyorum. Evin bütün camları orman manzaralı; hatta ağaçlar pencere diplerinde. Perde örtmeye hiç gerek yok ağaçlar kendilerine perde görevi üstlenmiş. Ve duyabildiğine kuş sesleri dolduruyor evin içini. Temiz hava ve kuş sesleri ile güzel bi öğle uykusu uyuyorum.

Kanguru Adası’nın Tarihi

Günümüzden 16.000 yıl önce henüz anakaraya bağlı, daha ada olmadığı sıralarda, Aborjinlerin yaşadığı bir yermiş Kanguru Adası. 2000 yıl önce, doğa olayları ve suların yükselmesiyle anakaradan ayrılmış. Üzerinde yaşayan Aborjinlerin adayı niye ve nasıl terk ettikleri hala sırrını koruyor.

1800’lerin başında  Fransız ve İngiliz gemiciler tarafından bulunmuş Kangaroo Adası. Avrupa’da savaş içinde olan bu iki devletin komutanları, Matthew Flinders ve Nicolas Baudin tarafından barış içinde adanın haritası çizilmiş. Ada’nın bazı yerlerinin adı bu yüzden Fransızca.

Ada’ya ilk yerleşenler Avrupa’dan ve gemiden kaçan suçlular olmuş. Hem kendilerine eş olsun hem de çalışsınlar diye Tazmanya ve Güney Avustralya bölgesinden Aborjin kadınları kaçırmışlar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hükümet savaştan dönen askerlerini buraya yerleştirmiş. Onlara 30 yıl içinde ödeme karşılığında arsa ve ev vermiş. Böylece ada üzerinde hayvancılık başlamış. Şarap, yün, tahıl, bal ve et Ada’nın ekonomisinin kaynakları.

Seal Bay (Fok Körfezi)

Ertesi sabah çok erkenden kuş cıvıltıları içinde uyandım. Kahvemi termosa koyarak sahile doğru yürüyüşe çıktım. Hiç kimsecikler yok. Dalga sesi, hafif rüzgar ve kuşlar. Telefon ve 3G ne dışarıda ne de evde çekiyor; tamamen kapsama alanı dışındayım. Bilinçli bir tercih olmasa da, her şeyden kendimi koparmış olmam ve ardından bilinçli bir yalnızlık yaşayacak olmamdan dolayı çok mutlu oluyorum.

Yine aynı banka oturarak bu muhteşem doğanın ve kendimle kalışımın keyfini çıkarmaya başlıyorum kahvemi yudumluyarak. Deniz yine rengi ile gözlerimi alıyor uzun süre. Ada’nın nüfusunun yaklaşık 4200 olduğunu bildiğimden, az  insan olduğunda doğanın bütün güzelliğine sahip çıktığını düşünüyorum bu manzara karşısında.Tam yazarlara göre bir yer. Ada’nın daha başka güzelliklerini görmeye başlama vakti geldi artık.

Eve doğru yürürken koala yerine bu sefer goana ile karşılaşıyorum yol ortasında. Sırt üstü yatmış güneş banyosu yapıyor. Yılanlar gibi soğuk kanlı olduğu için bu hayvanlarında enerji için güneşe ihtiyacı olduğunu bildiğimden, uzun süre bir sırt üstü bir yüz üstü dönerek güneş banyosu yapmasını seyrediyorum. Kertenkelenin büyüğü olan goanalar yol üzerinde sopa gibi göründüklerinden sürücülerin çok dikkatli olması gerekiyor, üstelik hava soğuk ise hareketleri çok yavaş olduğundan hızla yolu geçemiyorlar. Ben onun güneşten enerji toplamasını izlerken, bir araba geliyor ve goananın önünde duruyor. Arabayı görünce, ben de o da kenara çekiliyoruz.

Ada’nın başka bir sakini olan Avustralya denizaslanlarını görmeye Vivonna Bay’den 15 km. uzaklıktaki Seal Bay’e geliyorum. Yetişkinler için giriş ücreti 32 Avustralya Doları. Rehber eşliğinde denizaslanlarının bulunduğu kıyaya kadar inebiliyorsunuz ama yaklaşmanıza izin verilmiyor. Bu özel yer sayesinde hayvanlar aleminin bilmediğim yönlerinden birine yolculuk yapıp biraz bilgi sahibi oluyorum. Denizaslanları 3 gün boyunca hiç durmaksızın avlanıp yemek yiyormuş ve sonraki 3 gün boyunca kıyıya gelip dinlenip uyuyorlarmış. Ayrıca taş yiyip oruç tutuyorlarmış. Sahil boyunca uyuyan, avdan dönüp kuma uzanan, güneşlenen, oyunlar oynayan denizaslanlarını seyrediyorum. Bunlardan bir aileyi uzun süre gülerek seyrediyorum. Anneleri, 3 yavru denizaslanını karşısına almış bağırıyordu. Bu yavrulardan biri, sonra yavaş yavaş benim bulunduğum tepeciğe doğru ilerlemeye başladı. Yoruldukça kuma uzanıp dinleniyor sonra tekrar devam ediyordu. En sonunda bu şirin varlık tepeciğe çıkıp yaprakların arasından bana poz veriyor. Kıyıdan tepeye doğru çıkıldıkça denizaslanları nokta gibi duruyor ama sahilin görüntüsü büyülüyor insanı.

Kanguru Adası’nın Başkenti Kingscote

Bir sonraki gün, eve biraz alışveriş yapmak için 60 km. uzaklıktaki Kanguru Adası’nın başkenti ve en büyük yerleşim yeri olan Kingscote’a  gidiyorum. Bu yerleşim merkezinde lokantalar, kafeler ve mağazalar var. Kanguru Adası’nın ünlü organik ballarından almak için dükkana giriyorum. Öyle çok çeşit var ki ve her biri öyle lezzetli ki hangisini alacağımı şaşırıyorum. Lezzetli olması ve yararı dünyaca ünlü olmasına şaşırmıyorum. Çünkü tabiat bunu fazlasıyla gözler önüne seriyor. Herşey doğal.

Alışverişin ardından, Ada’nın orta kısmında ve Kingscote’a yakın olan Parndana’ya geçiyorum. Küçücük bir yerleşim yeri olan Parndana’ya ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen askerler yerleşmiş. Buranın ünlü Parndana Doğal Yaşam Parkı’na gidiyorum. Avustralya’nın yerel hayvanlarının bulunduğu bu parkta kanguruları ellerinizle besleyebiliyorsunuz. Avucuma döktüğüm yiyeceği gören bir kanguru bir eli ile elimi tutarak yemeğe başlıyor. Sonra birkaçı daha katılıyor. Çoğu kanguru ziyaretçiler tarafından doyurulmuş oldukları için tembellik yapıyor. Kanguruların yan tarafında, yalnızca Avustralya’da yaşayan bir tür tavuskuşu olan emuya bakmaya geçiyorum. Avustralya’nın ambleminde de bulunan emu ve kanguruların ortak özelliği geri geri yürüyememeleriymiş.

Akşam üzeri eve vardığımda gün batımını seyretmek için yine sahile gidiyorum. Her zaman oturduğum bankı bu defa orta yaşlı bir kadının yanında iki köpeğiyle kaptığını görüyorum. Yanına yaklaşıp tanıştıktan sonra kendisinin Ada’nın yerlisi olduğunu öğreniyorum. Ve ardından uzun bir sohbet başlıyor aramızda.

O sırada, sahilde tek tük insanlar yürüyüş yaptığından Ada’nın ne kadar durgun ve sessiz olduğunu söylüyorum. Yaz olduğu için kalabalık olduğunu aslında kışın buraların daha da güzel olduğunu söylüyor bana. Adanın 5 tane doktoru olduğunu, ciddi bir rahatsızlık geçirirlerse, anakaradan helikopterin geldiğini de anlatıyor.

Akşam yemeğinde misafir olarak bebek Valabi geliyor. Ben bahçe masasında, o da bahçenin köşesinde birbirimizi keserek akşam yemeklerimizi yiyoruz.

Flınders Chase Ulusal Parkı

Kiraladığım ev adanın güneyinde ve ortasında olduğundan, her yere kısa mesafelerle gidebiliyordum. Bunlardan biri de 45 km. uzaklıktaki Flinders Chase Ulusal Parkı. Parkın girişindeki danışmada durup hem arabam hem de kendim için giriş ücreti ödüyorum. Burada bulunan levhalar ve afişler dikkatimi çekiyor. Geçen gün kulak misafiri olduğum aileyi anarak hayvanlara yiyecek verilmesi kesinlikle yasak olduğu, yiyeceklerin zehir etkisi yaptığını yazan afişi ve vahşi yaşamı vahşi tutalım yazan levhaları okuyorum.

Danışmadan sonra yaklaşık 20 dakika süren bir yolculuğun ardından deniz fenerine varıyorum. Ada çevresinde bir çok gemi kazaları olduğundan yapılan fenerlerden birisi olan Cape du Couedic feneri, Ada’nın batı sahilinde bulunuyor. Buradan yine bir doğa harikasına, Admiral’s Arch’a geçiyorum.

Dalgaların dövdüğü kayaların üzerinde 7000’den fazla Yeni Zelanda’ya özgü kürklü fok balıkları yaşıyor. Kimisi oynuyor, kimisi kayalara tırmanıyor, kimisi avlanıyor. Koca koca fok balıklarının bir kayadan öteki kayaya atlamalarını şaşkınlıkla izliyorum. Yavru foklar birbirine bağırarak oynaşıyorlar. Ve gökyüzünde alabildiğine Albatroslar uçuyor. Bu muhteşem doğal hayat aşağıya inildikçe de devam ediyor. Özellikle sarkıtlı mağara silüeti içinde deniz ve fokların manzarası göz kamaştırıcı. Fotoğrafçıların cenneti olan bu muhteşem yerde insan zamanı gerçekten unutabilir.

Parkın bir başka göz alıcı köşesi Remarkable Rocks’a geçiyorum oradan. Kambriyum sonrası dönemde şekil almış olan ve doğal etmenlerden aşınarak değişik şekillere bürünen kayalar, günümüzden yaklaşık 500 bin milyon yıl önce şu an bulundukları yere gelmişler. Böyle bir tarih var mıdır diye düşünüyorum ve devasa bir sandalye şekline dönüşmüş kayaya oturarak şekilden şekle girmiş kayalara ve okyanusa bakıyorum.

Nefes kesici kumsallara açılan, ormanı ya da su yollarını keşfetmenize olanak veren yolları izleyerek ilerleyebildiğiniz Park’ta ayrıca Cape Borda Feneri’ni, Weirs Koyu’nu ve Scott Koyu’nu ziyaret edebilirsiniz.

Beni asıl etkileyen kısım West End denilen batının ucu oldu. Çok farklı güzellikte olan Ada’dan daha da farklı güzellikte tecrit edilmiş olan bu yerde insan, dünyanın ucunda yaşıyormuş hissine kapılıyor. Buralarda birkaç turistin dışında kimseyle karşılaşma olasılığınız yok. Sadece yaban hayat eşliğinde sessiz ve sakinliğe teslimiyet yaşıyorsunuz.

Kuş Cenneti Amerıcan Rıver

Burası ne Amerikalılar’ın yeri ne de bir nehir. 1803’de bir grup Amerikalı denizcinin buraya gelip denizkulağı olan bu yeri nehir sanmalarıyla ismi Amerikalı Nehir olarak kalmış. Kuş gözlem yerinden, Ada’nın 267 çeşit kuş sakinini seyredebildiğiniz bu yer, balık tutmayı sevenler için de ayrı bir cennet. İstiridye çifliği deniz ürünü sevenlerin uğraması gereken bir yer.

American River’a yakın  Kingscote ve Penneshaw’da bulunan penguen merkezleri ziyareti akşam üzeri 5’den sonra yapılacak en özel etkinliklerden birisi. Ayrıca pelikanları da besleyebiliyorsunuz.

Eve dönüş yolunda kum kayağı yapmak için Little Sahara’ya uğruyorum. Masmavi gökyüzünde bulutlar desenler çizmiş ve bu engin semanın altında kumlar sarı bir çağlayan gibi dökülmüş tepeden. Önce küçüklü büyüklü insanların keyifle kaymalarını seyrediyorum bu harika doğada. Sonra ben de kum kayağı yapmak için tepeyi tırmanıyorum tabanlarımda kumun pürüzsüzlüğünü ve yumuşaklığını hissederek. Yoruluyorum tepeyi çıkınca ve soluklanmak için uzanıyorum kum deryasına. Rüzgar kumları savuruyor her yerime ve o an bedevilerin hayatları aklıma geliyor. Burada eğlence için yaptığım şey onların yaşam biçimi. Sonra bırakıyorum kendimi kumun ve rüzgarın hükmüne. Hızlıca iniyorum zar zor çıktığım tepeyi. Böyle saatlerce çıkıp iniyorum ta ki artık tepeyi çıkacak takatim kalmayana dek.

Yaban Hayat

Avustralya kıtasından ayrı olması sebebiyle Kanguru Adası tam bir doğal yaşam cenneti. Kıta’nın en büyük 3. adası da olan Kanguru Adası’na Avrupalı yerleşimcilerin az rağbet etmesi sebebiyle bitki örtüsü kendini korumayı ve insanların doğayı tahrip etmelerinden kurtulmayı başarmış. 2250 km² yüzölçümünde olan adada bitki örtüsünün yanı sıra hayvan ve kuş nüfusu da hızla çoğalmış.

Bugün adanın üçte birinden fazlası ulusal park ve yaban hayatı koruma alanı olarak muhafaza ediliyor. Kangurular, valabiler, goanalar, koalalar, keseli sıçanlar, güneyli kahverengi bandikut fareleri, dikenli karıncayiyenler ve kuşlar kendi doğal hayatlarında özgürce yaşıyorlar. Ayrıca kış aylarında balinalar çiftleşmek için bu sahillere geliyor.

Issız hükümdarlığında kendini var etmiş, korumuş kendine sahip çıkmış Kanguru Adası, beni bambaşka bir evrenle tanıştırdı. İnsan kendi burnunun ucundakini göremez ya; aynen ben de yıllarca yakınında yaşadığım halde bu adayı çok geç keşfettim. Bana vahşi yaşamın ürkünçlüğünü değil güzelliğini, yalnızlığın ve kendi kendine kalışın ayrıcalığını, hayvanların dostluğunu, tabiatın benzersizliğini yaşattı kısa bir süreliğine de olsa. Dünyanın gizli cenneti bu adada hava iyi, kötü ya da çirkin olsa da tabiat her daim olağanüstü.

Bu yazı 2014 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 84. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir