Cuma , 29 Mart 2024

Zulu Memleketinde Macera

Güney Afrika’nın Kwazulu Natal bölgesinde  festivalle başlayan, köpekbalıklarını ziyaret, sörf ve vahşi doğada bir safariyle devam eden bir macera.

Yazı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız

Bir aya yakındır bulunduğum Güney Afrika’nın Eastern Cape denilen bölgesindeki son günümde, havaalanında uçağımın kalkacağı saati beklerken, yeni hedefim olan Kwazulu Natal bölgesi hakkında daha neler öğrenebileceğimin telaşıyla son araştırmalarımı yapıyorum. Güney Afrika Havayollarının küçük ama konforlu uçağıyla East London şehrinden havalandığımızda, son bir yıldır beni terk etmiş olan uçuş korkumun yeniden ortaya çıkacağı endişesiyle kıpırdanırken, hayatımda karşılaştığım ender muhteşemlikte bir manzarayı karşımda gördüğümde soluğum kesildi.

Güzelliğine doyamadığım sahil şeridine paralel uçuşumuzun sonlarında, güzelliğinin katmanlı olduğuna tanıklık ettirir gibi yeşilin tonlarından üzerine pelerin giymiş olan Kwazulu Natal’ın bilindik Afrika tanımlarının dışında olduğunu, bildiğimi sandığım Afrika’yı unutturup bana sil baştan öğreteceğini anladım.

Havaalanından şehre ulaşıp kaldığımız yere varır varmaz dinlenmeye çekildim. Ertesi sabah şehri dolaşmakla başlıyordu Zulu memleketindeki maceralı günlerim.

Cesaretimle yüzleşip, hayatımdaki ilklerden biriyle karşılaşacağım bir gün olacağını bilmeden güne başlıyorum. İlk durak gayet sakin bir yer. Afrika kıtasına özgü giyecek, takı, hediyelik eşya ve Hint baharatlarını bulabileceğimiz Victoria Sokağı Pazarıydı. Buraya gelmeden çok kısa bir süre önce öğrenmiştim Durban’ın küçük Hindistan olduğunu. Adını ve tadını hiç bilmediğim renk renk ve çeşit çeşit baharat doluydu. Ve renklerin ahenginde boncuklu takılar, şapkalar ve hediyelik eşyalardan gözlerimi alamıyorum.

Worwick Pazarları diye gruplanan ve birbirinden farklı pek çok türde pazarın dolaşıldığı kısa bir tura katıldık. Hikayelerin hikayeler doğurduğu gündelik yaşama dair görmek isteyeceğiniz her şey var buralarda; sebze, meyve ve et pazarı, bitkisel ilaçlar ve kremlerin maddeleri ve kara büyü dediğimiz şeylere dair gereçler, kıyafetler ve ev aletleri.. Bu pazarları gezmek bile, yabancısı olduğumuz Afrika dünyasının büyülü kapısından içeri girme deneyimini yaşatıyor.

Moses Mabhida Stadyumu’nda Big Swing yapmak herkesin harcı değil..

İkinci durak Güney Afrika’nın ev sahipliği yaptığı 2010 Dünya Kupası’nın Durban’daki sahası olan Moses Mabhida Stadyumu. Okuldan çıkmış gençler ve öğle yemeği için buluşan insanlarla dolu stadyumun çevresini saran lokanta ve kahveler. Nasıl oldu anlamadık, bizi Big Swing ana merkezine götürdüler birden. Bildiğiniz yüksekten boşluğa kendini bırakma. Ama vücudunuza emniyetli bir şekilde bağlanmış bir halatla. Günün sürprizi buydu. Nasıl atlamamız gerektiğini gösterip uygulamamızı istiyorlar. Çocuk işi bu diyerek gülüyorum.

Hazırlanıp asansörle yukarı çıkıyoruz. O kadar yükseğe çıkıyoruz ki şehir ayaklarımızın altında küçücük masalsı bir kent gibi kalıyor adeta. O anda ve o manzarada her şeyle ilgimi koparıp tamamen manzaraya odaklanmak istiyorum. O büyülenmişlikle kendimizi boşluğa atıp sallanacağımızın söylendiği yere nasıl geldiğimi, gelirken hangi akla hizmet buralara dek çıktığımı bilemiyorum.

Ayaklarımın altında, stadyumun kuş bakışı görünüşü nefes kesici. Görevlilerin “hadi 5 saniye içinde atlıyorsun” deyişleri yankılanıyor kulaklarımda. O an hayatın pelürden bir kâğıt olduğunu hissediyorum. Korkum muhteşem. Maceracı ve yenilikçi ruhumun sesine karşın, korkularımın ve bilinmezliğin içindeki üç başlı işkencesiyle uğraşıyorum. Serinkanlılığın bana uğramayacağını anladığımda, yapamayacağımı söylüyorum. Israrlar da işe yaramıyor, geri çekiliyorum. Keşkelerin, sessiz vaveylalarıyla, benden sonraki arkadaşın benim yerime de yaptığı üst üste yaptığı iki atlayışı seyrediyorum.

Kendime ve çevreme telaşlı bir savunma çabasına girmeden, bir anlık korkuma yenilmemin kabullenişi şerefine yemek yemeğe sahildeki Moyo Lokantası’na gidiyorum. Geleneksel olduğunu söyleyerek Afrika yüz boyama sanatı uyguluyorlar gelen müşterilerine.

Kadınlara çiçekli motifler, erkeklere geleneksel desenler. Buranın 2010 Dünya Kupasında Portekiz ve Brezilyalı taraftarların toplandığı ve topluca maçları izleyip takıldığı bir mekân olduğunu bu sayede öğrenmiş oluyorum.

Festival of Chariots görsel şöleni..

Yeni günün sakin ve rahat geçeceğini bekliyordum. Yanılmışım. Afrika kültürünün Hint kültürüyle harmanlandığı bir törene tanıklık edeceğimi bilmeden güne başladım. Sakin ve aynı ressamın renklerle dolu paleti gibi görünüyor gözüme bugün bu şehir. Her rengin soylu özü ve kişiliği sabit ama yeni damlamış mürekkep lekesi gibi birbirinin içine yayılan. Zulu kültürünün başka iklimlerden esen Hint kültürüyle birbirine karıştığı arabalar festivalinin (festival of chariots) görsel şölenindeyim şu an. Rengarenk boncukların işlendiği kıyafet ve takılarla, Zulular doğasının verdiği kudreti dev-şirir gibi kışkırtıcı danslar ederken, renklerin ahengi sarileriyle söylevler veren Hintliler, kendilerini bugünün gerçekliğinde birleştiriyorlar.

Festival sonrası yol üzerindeki bir semtte cadde boyunca açık hava kuaförleriyle karşılaşıyorum. İplerle ve gerçek saçlarla yapılmış çeşit çeşit boylarda ve renklerde örgü saçları, çok kısa olan saç köklerinden birleştirerek birbirinden farklı modeller yapılıyor. Microlight uçuşu için erken saatlerde Balito’dayım. Uçuş korkumla bir yıl önce vedalaşmıştım ama ara sıra aldatıcı bir sisin ardından solgun engerek gibi kendini gösteriyordu.

Microlight pilotu arkasındaki koltuğa oturtup dahili telsiz sistemiyle nasıl iletişimde olacağımızı ve uçuş süremizi söylüyor. Ve havalanıyoruz kış güneşinin şahitliğinde. Küçük ve hafif olan bu motorlu yelken kanatlının olabilirliğinde, kuşların dünyasına, masal dünyasına bırakıyorum kendimi. Büyülenmenin sırrı denizle karanın birleştiği bu yeryüzü parçasına nakşedilmiş gibi. Ayaklarımın altındaki manzaranın güzelliği öyle çok unsurdan oluşuyor ki, her bir unsurda bu dünyaya ait hiçbir duygunun ulaşamayacağı kadar uzaklaşıyorum. Doğaya dalmış münzeviliğimden, misafiri olduğum dünyanın dönüş yolunda olduğumuzu söyleyen pilotun sesiyle geri geliyorum. Yeşil, uzun sazlıkların arasındaki düzlük alana indiğimizde, gökyüzüyle tanışma (benim için aynı zamanda barışma) gününün anısına sertifikamı veriyorlar.

Köpek Balıklarıyla kafeste buluşma..

Ve bir başka ilk yaşayacağım deneyim: Ushaka Marine World’deki Köpekbalığı Havuzu. İlk önce nasıl olur kışın (çok soğuk olmamakla birlikte güneşin ısıtıcı etkisinden yoksun) ortasında havuza girmek diye afallıyorum. Ama öyle baştan çıkarıcı ki içi köpek balıklarıyla dolu bir havuza kafesle dalma düşüncesi. Hemen hazırlanıp havuz başındaki yerimi alıyorum. İki kişilik kafese girdiğimde, heyecandan mı yoksa soğuktan mı içim ürperiyor ayırt edemiyorum. Deniz gözlüğümü takıp içi suyla dolu kafese daldığımdaysa bunun vecd ile titremek olduğunu anlıyorum. Sadece filmlerde varlığını bildiğim köpekbalıklarıyla aynı ortamı paylaşıyordum. Daha önce tatmadığım bir haz ve muhteşem bir deneyimdi yaşadığım.

Heyecandan ve şaşkınlıktan nefes almayı unutup, yuttuğum tuzlu suyla kendime geliyorum. Zaman su oluyor ve akıp gidiyor. Oradan bir başka havuza, şnorkelle dalmaya diyorum. Herkesin mont ve kazak giydiği bahçe alanından ben bikiniyle koşar adım geçiyorum. Tabii, benim gibi sayıları az olsa da, maceracılar var; üstlerinde dalış kıyafetleriyle benden daha hazırlıklı gelen. Ve burası da bir başka evren. Deniz canlılarının renklerinden büyüleniyor, bir mıknatıs gibi içine çekiliyorum. Ait olmadığım ama bir parçası olmak istediğim bir dünyadayım.

Yapay Dalgalarda Sörf

Durban’daki son durağım kozmopolit dünyanın renkli tınısı, güney yarım kürenin en büyük alışveriş ve eğlence merkezi diye anlatılan Gateway. Kahvemi yanıma alarak, havuzda oluşturulan yapay dalgaların içinden geçerek sörf yapan gençleri seyrediyorum.

Ait olmadığımız, bilmediğimiz kültürlere üveymişler gibi bakarız dışarıdan çoğu zaman. Mevcut bir ölçüye uyduramayacağım, bambaşka bir kültürde, Shakaland’deyim bugün. 1964 yılında çekilen “Zulu” filmi ile 1986 yılında 10 bölüm olarak çekilen “Shaka Zulu” mini dizileri meğer bu kültürel köyde çekilmiş. Bu filmlerde kullanıldıktan sonra üzerinde yeniden çalışılıp ziyaretçilerin konaklaması ve etkinliklere katılması için yeniden hizmete açılmış. Konaklama olanağı da olan bu kültür merkezinde günübirlik ziyaretçiler için bira yapımı ve tadımı, topraktan kap kaçak yapılışı, kadınların başlarında eşya taşımasının sırrı, Kral Shaka’nın bulduğu kısa saplı mızraklarla savaş gösterisi, el sanatları örnekleri ve sonunda da birbirinden heyecanlı Zulu dansları gösterisi sunuluyor.

Bir kez daha anlıyorum ki insanların yaşadığı coğrafyanın taşıdığı ruhtan damıtılarak, kendi kalıbına göre kesilen ve şekillenen, uzun serüvenlerden öğreniliyor yaşam. Zulular da doğalarına dair her unsurda kendilerini var etmişler. Özellikle dansları beni çok etkiledi. Vahşi tabiata bir tür dua gibiydi her figürleri.

St. Lucia’da vahşi Yaşam

Shakaland sonrasında suaygırları ve timsahların yaşam alanı olan bir başka doğa harikası St Lucia’da nehir gezisindeyim. Hava, güneşin sarı hüzmelerine rağmen çok soğuk nehrin üzerinde. Güney Afrika’nın özel çayı rooibos (kırmızı çalı) içerek ısınıyorum. Gezinin daha başlarında uzun çalılıkların içinden ağır ağır adımlarla gelerek nehre atlayan timsahla karşılaşıyoruz. Orijinal çirkinliğine rağmen, vahşi doğmamışcasına masum ve sahipsiz görünüyor bana. İzini sürüyorum, gizli odasında kendini inkâr edeceği zamana kadar bu saklanma ustasını.

Ve grup grup ya da tek tek nehrin üstüne serpilmiş gibi duran suaygırları görüyorum. Kimi gruplar aile görüntüsünde, küçüklü büyüklü kendilerinden geçmişçesine oynaşıyorlar. Kimisi derin uykuların hareketsizliğinde. Kalabalık turist kafilesine rağmen yalnızlığın en koygun haliyle kendimi bu vahşi tabiatın kadim bilgeliğine bırakıyorum. Başka evrenlere eşdeğer bir dünya burası.

Akşamüstü, kısa bir yolculuktan sonra Thanda özel parkına varıyoruz. Minibüsümüzden arazi aracına transfer olup, kutsal bir atmosfere girmiş gibi havada öylece asılı kalıveren yoğun bir sessizlikte yol alıyoruz. Güneş batmış ve hava buzlu griye dönmüş durumda. Bütün duyumlarım güçleniyor o an. Her ot ve çalı hışırtısında heyecana kapılıyorum. Tabiat gösterdiği sahnenin gerisindeki gizemi daima koruyor ve ben görebildiklerimle yetiniyorum.

Gecenin bastırmasıyla otelimize geliyoruz. Akşam yemeğimizi yerken “İşte ya! Doğal yaşamın tam merkezindeyim” dedirten sürprizi görmeye terasa koşuyorum. Gördüğüm ve sanırım görebileceğim en büyük erkek fil havuz başına gelmiş su içiyor. Sabah çok erken kalkıp bu muhteşem varlıkları daha çok görebileceğimi düşünerek dinlenmeye çekilmek istiyorum.

Bir yükseltinin üzerine inşa edilmiş olan ev irisi odamın kapısına kadar bu vahşi doğanın derinlikli hikmetinden eğitimli bekçi eşlik ediyor bana. Elinde yolu aydınlatan bir fener, yol üzerinde ölgün ışıklar eşliğinde ilerlerken bir yandan bir ürperti duyuyorum. Akşam yemeğinde, gündüz bu bölgede bir aslan görüldüğü, o yüzden dikkatli olunması gerektiği söylenmişti çünkü.

Odamdaki şömine yakılmış ve derin, huzurlu uykuları çağrıştıran cibinlikli yatağım hazır hale getirilmişti. Sıcak çikolata yapıyorum kendime ve her odada mevcut bulunan özel havuzlu bahçeyi gözler önüne seren kış bahçesindeki koltuğa oturuyorum. Belki bir başka canlı daha su içmeye gelir diye kıvrak bir merakla seyrederken uykuya dalıyorum.

Gecenin siyah perdelerini çekip tülünü bıraktığı alacakaranlıkta uyandım. İçime işleyen soğuk havaya karşın üst üste giyinip şalıma sarınsam da soğuk sinsice içime sızmayı sürdürüyor. Safari öncesi ikram edilen sıcacık kahvenin verdiği ısınmanın keyfiyle arazi aracına kuruluyorum. Yılların tecrübesini, doğanın bilgeliğiyle taçlandırmış şoförümüz önbilgi eşliğinde sarılmamız için battaniyeler uzatıyor.

Araçtan çıkan motor sesine rağmen doğanın sessiz derinliğine ve kayıtsızlığına sürükleniyoruz. Daha önceki tecrübelerime dayanarak, saatlerce dolaşıp, doğal yaşam içindeki birkaç hayvanı görüp döneceğimiz beklentisindeyim. Nerede biliyorum; böyle olacak dediğinizde, bilinmezliğin engin tınısıyla da karşılaşıyorsunuz.

Daha ikinci dönemeci geçtiğimizde iki tane aslanın karşılıklı birbirini süzdüklerini görüyoruz. Heyecan ve inanılmazlık sarmalıyla bu kareyi dondurmak istercesine üst üste deklanşöre basıyorum.

Ormanlar Kralıyla Tanışma

Rehberin hemen orada anlattığına göre, bölgenin sahibi ve lideri olan erkek aslan, park görevlilerinin desteğiyle davetsiz olarak ortaya sunulan bir başka erkek aslanla iki haftadır liderlik için kavga ediyordu. Geceli gündüzlü, kısa aralıklar dışında durmaksızın devam eden bu mücadeleden iki aslan da çok bitkin düşmüşlerdi. Kaybeden, başka bir ailenin reisiyle kavga ederek şansını yeniden deneyecek ya da kalan ömrünü yalnız başına geçirecekti. Bir erkek aslan, mevcut bir aslan ailesine ancak ailedeki bir dişiden doğarak ya da bileğinin hakkıyla mevcut aile reisi konumundaki erkek aslanı alt ederek dahil olabiliyordu. Lider durumundaki aslan, konumunu ve ailedeki yeni doğanların babalık hakkı dahil olmak üzere pek çok sahip olduğu ayrıcalık için savaşıyordu.

Sonra biri kalkıp gerinerek, gerçekten de kral benim ve sen buna şahit ol dercesine yanımdan geçiyor, şefkati yalanlayan vahşi bakışıyla. Diğeri de o bölgenin kendisine ait olduğunu göstermek için fosforlu gözleriyle tıslayarak, tırmık izi dolu güç savaşına hazırlıyor kendini yakın takibe geçerek. Vahşi doğanın dehşetli güzelliği ve muhteşem acımasızlığı ile örtünmek istiyorum o an.

Dövüşlerine devam eden iki aslanı orada bırakıp başka bir yere doğru hareket ediyoruz. Olağanüstü irilikteki bir fil ailesini görüyoruz iç taraflarda. Neşeli ve engin bilgisini cömertçe sunan rehberimiz, gördüklerimizin belleğimizden silinip gitmemesi için elinden geleni yapıyor. Arazi araçlarının bu kadar zor ve engebeli yollarda da gidebildiğini şaşkınlıkla gördüm. Afrika fillerinin asaletli azametini fotoğraf makinesinin merceği yerine göz merceğimin zihnime işlemesine izin veriyorum. Zamanın içinde bir hiç zamandayım artık.

Zürafalar, zebralar, mandalar, suaygırları derken, ancak düş yoluyla elde edeceğim serüvenin sonunda; otele vardık. Thanda’nın insanın içine işleyen güler yüzlü çalışanları eşliğinde, bildiğimi sildirip, kahvaltı tanımını yeniden yazdıran zenginlikte bir kahvaltı ediyoruz. Sabahki safari maceramda, 5 büyüklerin tümünü birden gördüğüm için şanslı olduğumu söyleyenlere diyeceğim tek şey, doğanın cömertliğinden kendime pay çıkaramayacağımdır.

Bu yazı 2013 yılının Nisanayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 74. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir