Yazı ve Fotoğraflar: Ömer Koç
Sultan şehri, ozanlar diyarı, âşıklar diyarı, kültür şehri, şairler şehri medreseler şehri gibi isimlerinin yanında.“Dâru’l-Ulema” yani evliyalar şehri olarak da anılır Sivas. Medreseler şehri denmesinin nedeni Şifaiye, Buruciye, Gökmedrese gibi hem İslami-dinî ilimlerin tedrisatının yapıldığı, hem de tıbbî ve tabiî ilimlerin öğreniminin yapıldığı köklü bir medrese geleneğine sahip olmasıdır. Evliyalar şehridir çünkü Ahmet Turan Gazi, Abdülvehhâbı Gâzî, Ahi Emir Ahmet, Şemseddin Ahmed Es-Sivâsi, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi gibi bir çok önemli zata ev sahipliği yapmıştır. Sivas kültür şehridir çünkü yazılı tarihte Hititler sonrasında Frigler, Persler, ardından Roma imparatorluğu, Bizans ve Selçuklu derken Osmanlı devleti sınırları içinde kalmıştır.
Bir dönem Moğol istilasına da uğramış olup her medeniyetten Sivas’ta kültürel izler kalmıştır. Sivas aşıklar şehridir çünkü nice kıymetli ozanlar yetişmiştir. “Dolanı dolanı gelir / Ölüm yavaşça yavaşça / Kalem al da yaz derdini / Gülüm yavaşça yavaşça” diyen Kangallı Aşık Mesleka. “Kanlı zalim bir gün bana / Er demedin, er demedin / Eller gibi candan sevip /Yar demedin, yar demedin!” diyen Kangallı Minhaca. “Bağlarıma gazel düştü güz oldu / Geçti giden günler ömür az oldu / Feryadinin yaraları yüz oldu / Çekemem bu derdi bölek seninle” diyen Ozan Feryada. “Pir Sultan Abdalım destim damanda /İsmim Koca Haydar, aslım Yemen’de / Garip başa bir hal gelse zamanda / Orda her kişinin dostu bulunmaz” diyen halk ozanı Pir Sultan Abdal. “Dost dost diye nicelerine sarıldım / Benim sadık yârim kara topraktır / Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yârim kara topraktır” diyen karanlık dünyasını sazıyla aydınlatan Aşık Veysel bu alanda sıralanabilir. Bu özellikleri bir araya getirdiğimizde Sivas’ın bütün bu isimleri bu sıfatları fazlasıyla hak ettiği açıktır.
Sivas yüzölçümü bakımından toplam 28.549 km² alanıyla ülkemizin 2.büyük şehridir, toplam nüfusu yaklaşık 800,000 dir. Genel olarak dağlık ve yüksek bir plato üzerinde kurulan Sivas’ın ortalama yüksekliği 1000 metrenin üzerindedir. Dağlar, bu dağlar arasında vadiler, çukurlardan oluşan ovalar ve dağların aşınması ile oluşan yüksek platolar ilin başlıca yüzey şekillerini oluşturur. Şehir merkezi Kızılırmak çevresine ova içine kurulmuştur. Sivas’ın büyük bölümü İç Anadolu Bölgesinde Kızılırmak havzasında yer alır. Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde de toprakları bulunur. Bir bölümü Yeşilırmak ve Fırat havzalarına girer. Kızılırmak havzasında karasal, Yeşilırmak ırmak havzasında Karadeniz, Fırat havzasında ise doğu Anadolu iklim koşulları hüküm sürer.
Şehrin isminin “3 göze/kaynak” anlamına gelen “Sipas”tan geldiği ve zamanla bu gün kullandığımız “Sivas”a dönüştüğü ileri sürülmektedir. Ama bu isme gelene dek; Sebaste, Sipas, Megalopolis, Kabira,Diaspolis, Talaurs, Danişment ili, Eyalet-i Rum, Eyalet-i Sivas adlarıyla yazılı tarihte isimlendirilmiş.
Sivas 1071 Malazgirt savaşından sonra Türkleşmeye başlamıştır, daha öncesinde ve sonrasında buraya çok sayıda yıpratıcı Türk akınları yapılmıştır ama kentin çevresini saran büyük ve sağlam surların kalelerin varlığı nedeniyle şehir alınamamıştır.
Sivas’ın nüfusu Türklerden önce Rum ve Ermenilerden oluştuğu bilinmektedir. Bizanslıların karıştığı taht ve egemenlik kavgaları sırasında Anadolu Selçukluları ile Danişmend’liler arasında sürekli el değiştiren Sivas, 1175’te II. Kılıçarslan tarafından kesin olarak Selçuklulara bağlandı. Daha sonra İzzetdin Keykavus Sivas’ı başkent yapmış, uzun müddet Sivas’ta kalarak Sivas’ın imar faaliyetlerini hızlandırmıştır. 14. yüzyılın ilk yarısında Sivas’a gelen ünlü arap gezgini İbn-i Batuta, burayı İlhanlılar’ın Anadolu’daki en büyük şehri olarak tanımlar. Batıda Rumeli ve Balkanlarda sayısız zafer kazanan ve Haçlı seferlerini savan Osmanlının Anadolu’da siyasi ve toprak birliğini sağlaması açısından Sivas önemli bir kale olmuştur. Dağınık beylikler savaşla ya da biatle Osmanlı sancağı altına alınmıştı. Ancak doğuda yükselen ve büyük bir tehdit unsuru olan Büyük Timur İmparatorluğu Osmanlının bu ilerleyişine Sivas’ta dur demiştir. Büyük ve kalabalık bir ordu ile Sivas’ı kuşatan Timur şehrin savaş yapılmadan teslim edilmesine karşılık kan dökülmeyeceği sözünü vermiş. Ancak binlerce kişi sur duvarları etrafına kazılan çukurlara gömülerek katledilmiş. Savaşta Yıldırım Beyazıt’ın oğlu Sivas valisi Ertuğrul’da öldürülmüştür. Yıldırım Beyazıt hem Sivas’ın kaybedilmesine hem de yiğit oğlunun öldürülmesine fazlasıyla üzülmüştür. Hatta kendini iyi hissetmediği zamanlarda gittiği Uludağ’ın eteklerinde keyifle koyunlarını kaval çalarak otlatan çobana ‘’Çal çoban çal, Keyif de senin, rahat da senin. Kaybettiğin neyin var ki. Sivas gibi kalen mi düştü, Ertuğrul gibi oğlun mu öldü?” diye serzenişte bulunduğu belirtilir. Sivas’ın ele geçirilmesinden sonra o zamana kadar ve Selçuklu ile beylikler dönemlerinde Sivas’a yapılan çok önemli mimari ve ilmi yapılar ile yenilenen surlar ve kaleler yakılıp yıkılmış talan edilmiş ve tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştür. Bu eserlerden günümüze kadar gelenlerden en önemlileri arasında Gökmedrese Şifaiye Medresesi, Buruciye Medresesi, Ulu Cami (eğri minareli cami) Çifte Minareli Medrese, Divriği Ulucamii ve Darüşşifası, Kesik Köprü ve Eğri Köprü olarak sıralanabilir.
Gökmedrese, taç kapı üzerinde yükselen tuğla örgülü iki minaresindeki mavi çinilerden dolayı Gökmedrese adını almıştır. Burası devrin ilahiyat fakültesi olarak hizmet vermiştir. Kitabesinde “Ulu sultan, yüce şahlar şahı, dünya ve dinin yardımcısı Kılıç Arslan oğlu Keyhüsrev’in devleti zamanında yapılmıştır. Allah devletini daim eylesin.” diye yazmaktadır. 1271 yılında Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından Mimar Kaluytan’a (Kaluyan el-Konevi) yaptırılmıştır.
Şifaiye Medresesi, Sivas merkezinde meydanda bulunmaktadır, Çifte Minareli Medresesinin tam karşısındadır. 1217 yılında Selçuklu Sultanı I.İzzeddin Keykavus tarafından yaptırılmıştır. Anadolu Selçuklu Tıp sitelerinin ve hastanelerinin en eskisi ve en büyük boyutlu olanıdır. 1220 yılında vefat eden I.İzzeddin Keykavus, vasiyeti üzerine çok sevdiği bu Medresesinin güney eyvanındaki türbede ailesi ile birlikte yatmaktadır.
Buruciye Medresesi, 1271 yılında yapılan Buruciye Medresesi Sivasın ileri gelen zenginlerinden olan aslen Hamedan (İran) yakınlarındaki Burucird şehrinden olan Muzaffer Burucerdi tarafından pozitif bilimlerin okutulması amacıyla yaptırılmıştır.
Ulu Cami (Eğri minareli cami) Anadolu’nun en eski camilerindendir. Camilerin mekân fikrinin gelişmesinde önemli bir basamağı teşkil etmektedir. Avlusuna üç yönden girişi ve düz damlı, dikdörtgen plânlı, kufe tipli cami sınıfına giren ender örneklerdendir. Kubbe fikrinin henüz gelişmediği dönemde
yapılmıştır. Bazı bilim adamlarına göre Dânişmendli dönemi eseri olarak da kabul edilmektedir.
Çifte Minareli medrese, İlhanlı Veziri Şemseddin Mehmet Cüveyni tarafından 1271 yılında yaptırılmıştır. Bugünkü anlamı ile Hukuk Fakültesi olan medresenin sadece doğu yönündeki asıl cephesi
ayakta kalmıştır.
Bana göre bu eserlerin içinde sıralamanın en üstünde yer alacak yapı ise Divriği Ulucamii ve Darüşşifasıdır.
Divriği Ulucamii ve Darüşşifası, Cami 1228–29 yıllarında Mengücekli beyi Ahmed Şah tarafından; Dârüşşifa ise aynı tarihte, Ahmed Şah’ın eşi ve Erzincan beyi Fahreddin Behramşah’ın kızı olan Turan Melek tarafından Ahlatlı Muğis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırılmıştır. Yapı 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesine alınmıştır. Bu harika yapıyı Evliya Çelebi “Üstad, mermer bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır.”diyerek övmüştür. Caminin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğü zaman gölgelerden oluşmuş, ayakta duran, yandan bir erkek silüeti belirir. Bu silüetin önünde dikdörtgene benzer bir gölge daha vardır. Bu gölgelerin Kur’an okuyan ve namaz kılan bir adam olduğuna inanılır. Öylesine nazik ve öylesine ince işlemelerin simetrik ve asimetrik olarak oyulduğu taç kapılar hayranlık uyandırmaktadır. Ayrıca yapıda Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubad’ın arması olan çift başlı kartal figürü ve Ahmet Şahın arması doğan motifi bulunur. Cami hala aktif olarak kullanılmaktadır ancak dârüşşifa kısmı boştur ve halkın gezmesine açıktır, bu dârüşşifa yüzyıllar boyunca akıl hastalarının tedavisinin yapıldığı bir merkez olarak faaliyet sürdürmüştür.
Kesik Köprü, Kızılırmak üzerindeki köprü iki kısımdan meydana gelmiş olup, birinci köprü yuvarlak ve sivri kemerli 17 gözden oluşmuştur. İkinci bölümü yaklaşık 10 metre uzaklıkta olup yuvarlak kemerli iki gözden oluşmuştur, bugün hala araç ve yaya trafiğine açıktır.
Eğri köprü, Sivas’ın güneydoğusunda, eski Malatya yolu üzerinde ve şehir merkezine 3 km uzaklıktadır. Kızılırmak üzerine inşa edilmiştir. Yazılı kaynaklarda Selçuklu dönemine ait olduğu belirtilmiştir. On sekiz gözlü olup gözleri teşkil eden kemerler sivridir. Uzunluğu 179.60 m, eni 4.55 m’ olan köprü halen araç trafiğine kapalı yaya trafiğine açık ve sağlam durumdadır.
Bugün Buruciye ve Şifahiye medreseleri el sanatlarının icra edilip satışının yapıldığı küçük dükkân ve kafeteryalara ev sahipliği yapmaktadır. Şehrin kalbi sayılan üniversite gençliği ve yazları gelen gurbetçiler bu mekanlarda zaman geçirmektedir.
Şehirde Osmanlıdan kalma pek çok tarihi mekan mevcuttur, meydanda bulunan Taşhan, Behrampaşa Hanı, Jandarma Kışlası, Hükümet Konağı, Kongre Binası ve Meydan Camisi örnek olarak gösterilebilir. Şehirde Osmanlı döneminde yapılan çok sayıda küçük camilerde mevcuttur.
Sivas Osmanlı döneminde önemli ve büyük bir eyalet merkezi konumundaymış, verimli ve sulak toprakları tarım alanlarının genişliği her zaman cazibe merkezi olmasını sağlamış. Lonca ve ahilik kurumlarının etkin bir şekilde işlemesi el sanatları ve zanaatın gelişmiş olması devrin en parlak eyaletleri arasında gösterilmesini sağlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyetin Temellerini Burada Attık” sözü kurtuluş savaşının fitilinin Sivas’ta ateşlendiğini vurgular. Sivas 108 gün boyunca milli mücadelenin merkezi olmuştur. Kongrenin yapıldığı bina bugün etnografya müzesi olarak ziyaretçilerini ağırlamaktadır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Sivas, dinamik nüfus ve ham maddesiyle genç Türkiye’nin mimarı konumuna gelmiştir. Demir çelik fabrikası, Avrupa’nın en büyük demir yolu yapım ve tren atölyesi, çimento fabrikası, ve bütün askeriyenin kıyafetinin dikilmesini karşılayan Dikimevi bu atılıma destek vermiştir.
Sivas kapladığı büyük alana ve yapılan zirai hayvansal tarımsal faaliyetlere oranla büyümemiştir. Bu yıl ekilen arazi miktarına göre 4.sırada yer almaktadır, insanların başlıca gelir kaynağı şehirlerde bile tarımdır. Bunun dışında çok az sayıda fabrika mevcut olup özel işletmelerinde montanı yeterli büyüklükte değildir. Sivas üniversite öğrenci kentidir diyebiliriz, resmi olarak 1974 yılında eğitime başlayan okulda bugün 48,000 öğrenci eğitim görmekte. Ve öğrencilerin oluşturduğu istihdam kent için vazgeçilmez bir ekonomik getiri oluşturmaktadır. İlçelerin birbirine ve merkeze olan uzaklığı ilde farklı kültürlerin oluşmasını sağlamıştır. Yeşilırmak havzasında yer alan Suşehri ve Koyulhisar Karadeniz şivesine kayarken yemekler ve halk oyunları da etki altında kalmıştır.
Sivas el sanatları konusunda ün yapmış olup buradan kendinize ya da sevdiklerinize hatıra olarak ahşap yada kemikten çeşitli hediyelik eşyalar alabilirsiniz.Taşhan’da mutlaka çeşmeden su içmenizi öneririm. Mutlaka kaleye çıkıp şehre panoramik olarak bakmanızı öneririm. Tarihi Şıra Handa envai çeşit baharat,
meyve kurusu ve yemiş alınabilir.
Sivas’a gidince ya da yolunuz oraya düşerse, yiyeceğiniz yöresel yemekler ve kebaplar bir miktar kilo almanıza neden olacaktır bunlardan madımak, hıngel, katmer, sebzeli Sivas kebabı en meşhur olanlarıdır. Ama benim önerim eğer seviyorsanız sebze meyve halinin arkasında bulunan kellecilerde sabahın erken saatlerinde taş fırınlarda pişen kelle yemenizdir.
Eğer vaktiniz varsa ve civar ilçelere uğrayabilirseniz Divriği Ulucamii ve Darüşşifası, Kangal balıklı kaplıcası, sıcak ve soğuk çermik kaplıcaları, Gürün Gökpınar Gölü, Gürün Şuğul Şelalesi, Gemerek Sızır Şelalesi, Zara Tödürge gölü, Hafik Gölü, Hafik Lota Gölü ve Paşabahçe Mesire alanları görülmeye değer yerler arasındadır.
Medeniyetlerin, tarih ve kültürlerin kesiştiği bir nokta olan Sivas her zaman keşfedilmeye açık.
Yazarın Notu
Çocuktum, okulların tatil edilmesini sabırsızlıkla beklerdim, havalar ısınınca doğup büyüdüğüm İstanbul bana dar gelir içim içime sığmazdı. Bütün çocuklar yaz gelince bisiklete binmeyi, denize yakın yerlerde tatil yapmayı planlarken ben oranın hayalini kurardım. Akşamları başlayan otobüs yolculuğu 12-13 saat sonra son bulurdu. İstanbul belli belirsiz bir metropolken ve daha yeni yeni otoyol kenarları şehirleşirken çıkardık kentten, sisli puslu dumanlı Dilovası o zamanlar yeni kuruluyordu, ve İzmit’in ışıkları her yıl artıyordu. Hiçbir zaman anlayamamışımdır Sakarya nerde başlar nerde biter, ve Sapanca gölü hep Sakarya nehriyle karıştırılırdı usumda. Gece yarısı olurdu otobüs en düşük hızda seyrettiğinde, ve anlardım Bolu dağı tırmanılıyordu artık. Kornalar selektörler kamyonların arkasında tın tın seyir faslı. Bazen sola hamleler tekrar şeridine geri girmelerle heyecanlanırdı gece. Korkuluydu çünkü çıkışı ve bir o kadar da ürkütücüydü inişi. İnişin ödülüydü sanki verilen mola, dışarısı buz sular donma derecesinde giyilen hırkalar kazaklar mecburiyetten. İçilen bir bardak çay annemin etli biber dolması olmazsa olmazımızdı. Çaylar müessesemizin ikramıdır lafı belki en son o zamanda kaldı ama o molanın bitiş anonsu hala kulaklarımda çınlar.
Ve derin uykular başlardı Ankara yollarında, çoğu zaman anlamazdım, ne zaman girdik ne zaman çıktık başkentten, derin bir meraktı benim için memur kenti gri Ankara. Henüz Kırıkkale Ankara’ya bağlı bir ilçeydi ve Elmadağ yokuşu Bolu dağı kadar meşhurdu. Yol üstü lokantalar henüz led ışık teknolojisinden önceki neon ışıkları geceyi aydınlatırdı. Bir şerit gidiş bir şerit geliş yollar başlamıştı artık, benim için her geçen araç bir selam makinesi kaptan şoför içinse uyanığım mesajıydı bir kısa bir uzun far oyunları. Hiçbir zaman düzelmeyen Yozgat yolları tangur tungur yayık ayranı mide zafiyetleri ve uçsuz bucaksız bozkır görüntüsü yolun üçte birini bitirirdi. En uzaktaki tepeler beş dakika içinde yanı başımıza gelir ağaçlar çizgi film tadında camımızda bir gölge bırakarak geçer giderdi. İl sınırı tabelaları her zaman yalan söyler en az 100 km fark eder merkezle ama gene de yakınlaştığımızın göstergesidir.
Güneş artık göz kamaştırırken uyku ile uyanıklık arasındaki sanrılar dağların ardından ha göründü ha görünecek umutları yolları eritirdi. Mor sümbüller yerini çoktan karartılara bırakmış olurdu haziranda. Geniş alabildiğine düzlükler sarı başaklar arpalar yulaflar ve aralarında kahverengi nadasa bırakılmış boş tarlalar heyecanıma heyecan katardı. Ve sağ tarafımda sıcak çermik beyaz gelinliği andıran geniş etekli çadırlarıyla bizi selamlardı, tabi ki bizde onu selamlardık yüzümüzde tebessüm gözlerimiz artık tamamen açık. İşte memlekete 30 km vardı. Sağlı sollu küçük köyler tek tük evler gene sağımızda bize eşlik eden kara tren rayları ve şanslıysak bir tren, ve adını doğduğu topraklardan alan Kızılırmak yol boyu bize eşlik ediyordu. Herkeste bir kıpırdama toparlanma havası hakim olurdu. Ve yolun solunda geniş bir alana kurulu kavak ve çam ağaçlarının içinde çimento fabrikası son durağımız. Ve bizi bekleyen dedem 25 yıl önceki genç hali. Esmer yüzlü kısa boylu her zaman kasketli ve cigarasıyla bizi kendine çeken dedem. Ama sigara dumanını içine çekmezdi dedem, yılların alışkanlığı bir nevi kardeş, sadece dudak tiryakisiydi. Kırmızı traktörünü çok severdi düşkündü, ve her şehirden gelişinde bir çuval dolusu sıcak ekmekle gelirdi. Bizim yerimiz köy değil büyük bir çiftlikti, yani ne arasan vardı. Her meyveden fazlasıyla mevcuttu. Bostanı ve patatesi uzun ve geniş söğüt ağaçlarıyla cennetten bir köşeydi. Tavuklar ördekler kazlar kangal köpeği karabaş gökte yüzen binlerce sığırcık bile bizimdi, yeni kınalı kuzular tepmeyi seven koçlar ve efsane sütçü sarıkız ineğimiz. Havası temiz suyu berrak ve serin. Mayıs kokusu hiç rahatsız etmezdi, hatta özlerdim. Kuşburnu ve iğde ağaçlarının altı yumurta folluğuydu şaşkın tavukların.
Sabahları serine uyanırdım, yayıktan yeni toplanmış beyaz tereyağını tandır ekmeğine sürüp üstüne şeker atmayı çok severdim. Dereotu maydanoz tutkum o zamanlardan kalmadır. Ve ananemin pişirdiği taze fasulyeyi çok severdim… Ananem mi? O anlatılmaz yaşanır.
Anaadolu’nun Göz Bebeği SİVAS – Bu yazı 2015 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 97. sayısından alınmıştır.