Zirvelere meraklı olan insanlar iki türlüdür. Birincisi dağı fethetmeye gider, diğeri dağ tarafından fethedilmeye, yani dağlaşmaya gider. Birincisi kaç kez zirve yaparsa yapsın, dağı anlamaz. Anlayamaz.
Yazı: Hayrettin Oğuz Fotoğraflar: Fikret Çakar
Yaptığı her zirve onun benliğini daha da büyütür. Dağın ne olduğunu anlayamadığı gibi, dağdaki suyu, rüzgarı, ışığı, karı, boranı, ayazı, pınarı da anlayamaz. Oysa dağda kaybolan insan, her zirve yaptığında bir sevgiliye kavuşur gibi vuslat duygusunun idrakiyle, benliğini yok eder ve bu yok edişle birlikte dağlaşmaya başlar. Dağlaşmak yücelmektir, insan olduğunu anlamak, dağ üzerinden tabiatla ve yaratıcı ile olan aidiyetini bilmektir.
Dağın önüne çıkardığı zorluklara öfkelenen, kızan, adeta onu yenmek için tırmanan insan ile, bu zorluklara karşı huzur, sükun ve teslimiyetle sabreden insan arasındaki farktır bu anlatmaya çalıştığımız. Birincisindeki öfke ve hükmetme duygusu, ikincisinde teslim olarak teslim alma olarak tezahür eder. Dağı sevmeden dağa çıkamayacağını ve dağı anlayamayacağını bilir.
Bir dağın zirvesine çıkmak asla spor değildir. Ya da diğer deyişle bir dağın zirvesine çıkma çabasını spora indirgeyemeyiz. İndirgediğimiz anda tabiata modern bir bakış içine hapsolduğumuzu söyleyebiliriz. Bir dağın zirvesine çıkmak, insanın kendi içindeki yolculuğuna benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir, yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı? diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın adeta bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasındaki fıtri yakınlığı anlamak için çıkar.
Bunun içindir ki dağ bir yar’dır, sevgilidir. Onun cilvesine alışkın olan onun halini de anlayacaktır. Firakı, vuslatı sevgiliye benzer. Fırtınası, tipisi, boranı, ayazı firak ile ilgilidir. Serinliği, huzuru, insana kazandırdığı inşirah ise vuslat ile ilgilidir. Dağın zirvesine çıktığında dağcı, dağlaşır. Dağlaştığı için de hem kendini, hem dağı, hem firakı, hem vuslatı anlar. Çünkü dağ, emanetin ilk muhatabıdır.
Bu anlamdaki bir dağcı ile dağ arasında bir ayniyet söz konusudur. Burada artık insan dağdır, dağ insandır. Bir fethetme ya da dağı yenme söz konusu değildir. Aksine, bir fethedilme dağ olma, dağlaşma söz konusudur. Dağlarda dağlanmadan dağlaşamayacağını bilen insan, her seferinde dağın o gizemli ve mistik-deruni boyutunu anlar. Ve kendi içindeki dağı, gönül dağını burada çok daha iyi hisseder.
Nitekim dağcı dağdan ayrılırken bir fethetme duygusu ile hareket etmediğini anlar. Yeniden geleceğini söyleyerek, biraz da gözleri nemli, bir yanını orada bıraktığını hisseder. Bir gözü, gönlünün yarısı, yüreğinin kokusu orada kalmıştır. Bunun içindir ki önümüzdeki sefere yine gelecek ve yine kendi olacaktır. Bu ayrılış adı üstünde bir sevgiliden, bir özden, bir fıtrattan ayrılıştır. Her geldiğinde dağlaşma daha büyüyecek, daha yakini olacak ve dağcı kendini, özünü daha iyi idrak edecektir.
Ve onun için de ayrılırken vedası da farklı olur. Dağlaşan insan “Ve dağ dağ elveda” diyerek gider. Çünkü o da bir dağdır artık. Dağlanmış, dağlaşmıştır..
Bu yazı 2014 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 85. sayısından alınmıştır.