Beylerbeyi, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında yer alan, İstanbul’un seçkin, tarihî semtlerinden biridir. Üsküdar’dan Beykoz yönüne doğru giderken, Boğaziçi’nde Kuzguncuk’tan sonra gelen ikinci yerleşimdir.
Beylerbeyi Sarayı, Hamîd-i Evvel (Beylerbeyi) Camii, Abdullah Ağa Camii, Debreli İsmail Paşa Yalısı (bugünkü Bosphorus Palace Hotel) başta olmak üzere Çengelköy’e kadar sahil boyunca uzanan yalıları, sokaklarını süsleyen pek çok tarihî ahşap ev ve konakları, yer yer parke taşlı sokaklarıyla, İstanbul’un tarihî dokusunun nispeten korunabilmiş semtlerindendir. Sahip olduğu tarihî ahşap evlerin bir kısmı hâlâ ayakta olsa da bunların çoğu bakımsız ve harap haldedir. Küçük bir kısmı restore edilebilmiştir. Ciddi bir restorasyon ve kentsel dönüşüm hamlesiyle Beylerbeyi, mümkün olduğunca eski günlerine geri dönecek ve İstanbul’un tarihî mirasına önemli katkı sağlayacaktır.
Yazı: Oğuzhan Karagül
Fotoğraflar: Zübeyir Süğlün
Bugünkü Beylerbeyi’nin ve yakın çevresinin tarihi Bizans (Doğu Roma) dönemine kadar gitmektedir. Bizans dönemi kalıntılarına Boğaziçi’nde en çok rastlanan yer, Beylerbeyi iskelesi ile Beylerbeyi Lisesi arasında kalan bölgedir. Bizans imparatorlarından II. Constantinus (578-582), Beylerbeyi’nde kubbesinin üzerinde büyük bir haç olan bir kilise yaptırmış, bu kilise inşa edildikten sonra bölge kiliseye atfen Bizans döneminde Stauros (Rumcada haç anlamına geliyor), Türkler Beylerbeyi ve çevresini fethettikten sonra ise Stauros kelimesinden bozma olarak İstavroz veya İstavroz bahçesi olarak anılmıştır. II. Constantinus’un yaptırdığı büyük kilisenin yanında imparator Justinianus’un inşa ettirdiği bir saray bulunduğunu tarihçi Hammer yazmıştır. Ayrıca bu bölgede iskeleden Havuzbaşı mahallesine kadar birçok Bizans sarnıcı bulunmaktadır ki, yörenin Bizans devrinde önemli bir yerleşim yeri olduğunun ciddi kanıtıdır.
Beylerbeyi bölgesine Osmanlılar, İstanbul’un fethinden yaklaşık 100 yıl önce yerleşmeye başlamışlardır. 1352 yılında Orhan Gazi zamanında Üsküdar fethedildikten kısa bir süre sonra, Osmanlılar Beylerbeyi’ni ve çevresini de ele geçirmişler ve iskân etmeye başlamışlardır. Bugün Beylerbeyi Camii’nin yanında, deniz kıyısında yer alan kapalı küçük balık lokantasının yerinde daha önce 200 yıllık tarihî bir kahvehane, ondan önce de aynı yerde çok eski bir namazgâh bulunuyormuş. Reşat Ekrem Koçu bu namazgâhın İstanbul’un fethinden çok daha eski olduğunu İstanbul Ansiklopedisi adlı eserinde belirtmektedir.
Osmanlılar zamanında, XVIII. yy.’a kadar Beylerbeyi yöresi ‘İstavroz’ veya ‘İstavroz Bahçesi’ ismiyle anılmıştır. Evliya Çelebi’nin XVII. yy.’da yazdığı Seyahatname adlı eserde de bu bölge ‘İstavroz’ olarak geçmekte, Beylerbeyi ismine rastlanmamaktadır. Beylerbeyi adı ilk olarak, İstanbullu Ermenilerden olan ve coğrafya konusunda önemli eserler yazmış olan Gugios İnciciyan’ın XVIII. yy. İstanbul’u ile ilgili kaleme aldığı eserinde geçmektedir. İnciciyan bu eserinde, XVIII. yy. İstanbul’unda Çengelköy’den Kuzguncuk’a doğru giderken Türklerin yaşadığı Beylerbeyi bahçesinden söz etmektedir. Beylerbeyi’nden sonra ise Türklerle Rumların birlikte yaşadığı İstavroz gelir diyerek birbirine bitişik iki yerleşim yeri olduğunu belirtir.
XVII. yy.’da ve XVIII. yy.’ın ilk yarısında önce İstavroz sonra Beylerbeyi bahçesi olarak anılan ve küçük bir yerleşim yeri olan Beylerbeyi, XVIII. yy.’ın son çeyreğinde büyümeye ve kalabalıklaşmaya başlamıştır. Bu gelişmeye paralel olarak, I. Abdülhamid devrinde Beylerbeyi kıyısında, 1777-1778 yılları arasında Hamîd-i Evvel (Beylerbeyi) Camii yaptırılmıştır. I. Abdülhamid bu camiyi annesi Rabia Şermî Sultan’ın anısına inşa ettirmiştir. Beylerbeyi’nin büyümesi ve gelişmesi XIX. yy.’da artarak devam etmiş, II. Mahmud 1829 yılında burada ahşap bir saray yaptırmıştır. Beylerbeyi sahili, özellikle II. Mahmud’un inşa ettirdiği sarayla paralel olarak zamanla devrin ileri gelen şahsiyetlerinin yalılarıyla dolmaya başlamış, böylece Beylerbeyi daha çok önem kazanmıştır. Bu saray 1851’e kadar kullanılmış, bu yılda çıkan bir yangında kısmen yanmıştır. Ondan sonra saray, uğursuz olduğu düşünülerek terk edilmiştir. Terk edilen ahşap saray Sultan Abdülaziz tarafından yıktırılarak, yerine 1861-1865 yılları arasında bugün de mevcut olan Beylerbeyi Sarayı yaptırılmıştır.
XIX. yy.’da inşa edilen Osmanlı saraylarından olan biri olan Beylerbeyi Sarayı, Beylerbeyi sahilinde yer almaktadır. Bu konumuyla bir yalı saray özelliği taşımaktadır. Sarayın mimarı Sarkis Balyan’dır. Batı ve Doğu üsluplarının sentezlendiği bir mimariye sahip olan saray, kullanım açısından geleneksel Türk eviyle benzerlikler gösterir. Harem ve selamlık olarak iki bölümden oluşan Beylerbeyi Sarayı’nda selamlık, süsleme ve dekorasyon bakımından hareme göre daha zengin tutulmuştur. Yüksek bir bodrum kat üzerine 2 katlı olarak inşâ edilen asıl saray, 6 salon, 24 oda, 1 hamam ve 1 banyodan oluşmaktadır. Sarı Köşk, Mermer Köşk, Ahır Köşkü ve iki küçük deniz köşkü saray kompleksi içinde yer alan diğer yapılardır. Beylerbeyi Sarayı, genellikle yaz aylarında yabancı devlet başkanlarının ağırlanması amacıyla kullanılmıştır. Bunların en ünlüsü, 1869 yılında burada misafir edilen Fransız imparatoru III. Napoléon’un eşi imparatoriçe Eugenié’dir. Ayrıca İran şâhı, Karadağ kralı ve Sırp prensi de Beylerbeyi Sarayı’nda ağırlanmıştır. II. Abdülhamid döneminde saray, güvenlik gerekçesiyle pek kullanılmamıştır. Beylerbeyi Sarayı’nın önemli bir özelliği, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra 1912-1918 yılları arasında burada sürgün hayatı yaşamış ve bu sarayda vefat etmiş olmasıdır.
Beylerbeyi Sarayı yapıldıktan sonra, semt önem kazanmış ve Beylerbeyi zamanla saray görevlilerinin ve seçkin kişilerin yaşadığı elit bir bölge haline gelmiştir. Bu özelliğiyle Beylerbeyi, XIX. yy.’ın sonlarında ve XX. yy.’ın başlarında diğer Boğaziçi yerleşimlerinden farklılık göstermeye başlamış ve semt “Teşrîfât Meraklısı Beyzâde Takımının Oturduğu Bir Kibar Semt” olarak anılmaya başlamıştır. Bu ifade âdeta Beylerbeyi’nin simgesi olmuş durumdadır. Bugün bile bu cümle Beylerbeyi iskelesinin yanı başında bir tabelada yazılı olup, Beylerbeyi’ne vapurla gelenleri karşılamaktadır. Beylerbeyi’nde doğmuş ve yaşamış kişilerin en önemlilerinden biri, klasik Türk müziğinin büyük bestekârlarından Şevki Bey’dir.
Cumhuriyet devrinde Beylerbeyi, uzun yıllar Üsküdar’a bağlı küçük bir nâhiye (şimdiki adıyla belde) olarak kalmış, pek gelişmemiştir. Semt sakinleri eskiden kalmış ahşap evlerde oturmaya devam etmişler, yeni yapılaşma olmamıştır. 1960’lı yılların başından itibaren yavaş yavaş yapılmaya başlanan yeni binalar da Beylerbeyi’nin tarihî dokusuna hiç uymayan betonarme yapılardır. Böylelikle Beylerbeyi, İstanbul’da 1950’li yıllardan itibaren başlayan betonlaşma ve çirkinleşmeden nasibini almıştır. 1980’lerle birlikte Beylerbeyi’nin sahip olduğu turizm potansiyeli fark edilmiş, yapılan yatırımlarla semt gelişmeye başlamıştır. Beylerbeyi’nde sahil kesimi ağırlıklı olmak üzere birçok balık restoranı açılmış, Debreli İsmail Paşa Yalısı restore edilerek Bosphorus Palace Hotel adıyla çok seçkin bir yalı otel olarak ülkemiz turizmine kazandırılmıştır.
Günümüzde Beylerbeyi, sahilindeki yalıları, sokaklarındaki köşkleri ve bu tarihî yapılarda yaşayan seçkin insanlarıyla, sahil kesimindeki balık restoranlarıyla, Beylerbeyi Sarayı, tarihî Hamîd-i Evvel (Beylerbeyi) ve Abdullah Ağa Camileri ile İstanbul’un güzel, elit ve turistik semtlerinden biridir. Bir özelliği de Boğaziçi Köprüsü’nün Anadolu yakası ayağının burada olmasıdır. Bütün bu özelliklerine rağmen, Beylerbeyi’nin potansiyelinin tam olarak değerlendirildiği söylenemez. İstanbul’un bu güzide semtinde restore edilmeyi bekleyen daha pek çok tarihî ahşap bina bulunmaktadır. Beylerbeyi’nde yapılacak bir kentsel dönüşüm ve çevre düzenlemesiyle semt, tamamen yenilenecek ve eski günlerine geri dönecektir. Böylece sahip olduğu potansiyel gözler önüne serilecek, Beylerbeyi geleceğe bir kültür mirası olarak taşınacaktır.
Bu yazı 2013 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 71. sayısından alınmıştır.