Gazi Durhan Bey Rum keferesi elinden hile ile fethetmiştir, ama tam üç sene muhasara etmiştir. İçinde olan 3 bin adet papazlar açlıktan aman deyip bunlara zahire göndermiştir. Çuvallar ve sandukalar içinde fedaileri zahire diye gizleyip ipler ile papazlar zahireyi kaleye çekince zahireyi götüren gaziler sandukaların ağzını açıp içinden gaziler çıkıp dalkılıç olup bu yüksek kaleyi bu hile ile fethetmişlerdir. Yoksa başka bir yolla ele geçirmek mümkün değildir.
Yazan: Önder Kaya
Evliya Çelebi Meteora’nın Osmanlı idaresine geçişini işte böyle anlatır. Zaten adeta gökte asılı gibi duran bu manastırları ele geçirmenin başkaca da bir yolu yok gibidir. Zira içerideki keşişleri yiyecek ya da içecek sıkıntısı dışında teslim almak tatlı bir hayalden ibaret olsa gerek.
Manastırların Gelişimine Bir Bakış
Meteora’yı anlatmadan önce Hıristiyan dünyasında manastırların gelişimine değinmekte fayda var. En başından belirtmeliyim ki manastır sisteminin ilk ortaya çıktığı yer Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı Ortadoğu coğrafyasıdır. Bu durumun en önemli nedeni ise hiç kuşkusuz 6. yüzyıla kadar Hıristiyanlara karşı uygulanan baskılardır. Baskıların bir neticesi olarak pek çok Hıristiyan, çareyi kolluk kuvvetlerinin kendisini rahatsız edemeyeceği çöllük alanlara ya da dağlık bölgelerdeki mağaralara çekilmekte bulmuştur. Böylelikle manastır yaşamının ilk çekirdeği olarak da kabul edilebilecek olan münzevi yaşam tarzı doğmuştur. Hıristiyanlık serbest bırakıldıktan sonra da bu yaşam tarzı devam eder. Zira pek çok Hıristiyan, takibatın sona ermesi ile birlikte imanlarını sınama imkanlarının kalmadığını düşünmüş, bu sebeple de zorlu yaşam şartlarının yer aldığı bölgelerde hayatlarını devam ettirme yolunu tutmuşlardır. Bu yaşam tarzının kolektif bir surete dönmesiyle de manastır yaşantısı ortaya çıkacaktır. Manastır kelimesi Yunanca “monahos” kelimesinden türetilmiş olup “tek başına yaşamak” anlamına gelmektedir.
Kaynaklarda münzevi yaşam tarzının ilk ismi olarak karşımıza Paulus adında bir kişi çıkar ki bu zatı, havari Paulus ile karıştırmamak gerek. Paulus 249-251 yılları arasında imparatorluk yapan Decius’un başlattığı takibattan kurtulabilmek için çareyi Mısır çöllerinde yer alan dağlık bir bölgedeki mağaraya sığınmakta bulmuştu. Sonrasında benzeri yaşam hikayesi olan pek çok azize olduğu gibi çevresinde bir dizi mucize belirecektir. Misalen, mağaranın hemen yamacında gölgelendirici bir palmiye biterken, bir de pınar peyda olur. Kendisine her gün bir karga bir somun ekmek getirdiği için Paulus, 60 yıl boyunca huzur içinde münzevi bir hayat yaşadıktan sonra ölür.
İlk keşiş topluluklarının ortaya çıkması içinse bir müddet daha beklemek gerekecektir ki bu toplulukların da ortaya çıktığı bölge aynı coğrafyadır. Aziz Antonius, bilinen ilk manastır topluluklarını organize eden kişi olarak tanınır. Ancak bu toplulukların ortak bir kurallar bütünü çerçevesinde yaşamadıklarını, başka bir deyişle manastır hayatının olmazsa olmazlarından olan ortak kuralların henüz benimsenmediğini belirteyim. Kayserili Aziz Basileos’un önemi tam da bu noktadadır. 4. yüzyıl ortalarında Kapadokya’da bir manastır tesis eden Basileos, bu yapı içinde yer alan her keşişin manastır yaşantısına belli konularda katkıda bulunmasını zorunlu kılmıştı. Yine Basileos Mısır’da ortaya çıkan manastırları kalabalık bularak kendi manastırına bir kontenjan belirlemiş, çilecilik konusunda yaşanan aşırılıklara yasaklama getirmiş, yoksulluk, iffet ve itaati temel düsturlar olarak belirleyerek bilhassa sonuncusunu yüceltmiş ve kentle iletişim halinde bir yapı benimsemiştir. Böylece manastırdaki keşişler sadece kendi ruhsal arınmaları ile uğraşmayacak, çevrelerine de faydalı ve örnek kişiler haline geleceklerdi. Bu bağlamda Aziz Basileos, Bizans manastır sisteminin kurucusu olarak da kabul edilir. Batıdakinin aksine Ortodoks dünyasında manastır tarikatlarına tesadüf olunmaz. Ancak manastırdan manastıra bazı kurallarda farklılıklara tesadüf olunabilir. Bu farklılıklar daha ziyade manastırı kuran ve “typikon” denilen kuruluş vakfiyesini ya da senedini belirleyen kişilerin belirledikleri şartlarla bağlantılıdır. Farklılıklar arasında manastırı idare edecek rahip ya da rahibenin seçimi, çömezlik süresi, yemekhane kuralları, kurallara uymayanlara verilecek cezalar gibi konular gelir.
Manastırlar ortaya çıktıkları ilk andan itibaren doğu Hıristiyanlığının vazgeçilmez kurumlarından biri haline geleceklerdir. Ortaçağ boyunca söz konusu kurumlar kültür faaliyetlerinin merkezinde yer alırlar. Pek çok yazma eser manastırlarda kaleme alınacak ya da çoğaltılacaktır. Yine bazı manastır kütüphaneleri (misalen İstanbul’daki Khora) son derece önemli koleksiyonları bünyelerinde barındırıyorlardı . Pantakrator (bugünkü Zeyrek Camii) ile Aya Lips (bugünkü Molla Fenari İsa Camii) kiliseleri çevresindeki manastırlar, gelişmiş hastane komplekslerine sahiptiler. Özellikle Pantakrator manastırı bu konuda çağının en mükemmel kurumlarından biri durumundaydı . Yine manastırlar yolda kalmış yolculara sofra açıyor ve onların konaklamasına olanak sağlıyorlardı. Hasılı kelam benzeri faaliyetlere Meteora ve çevresinde de tesadüf olunacaktır.
Manastırlar mimari açıdan üç bölüme ayrılmış vaziyetteydi. İlk bölüm ibadete mahsustu. Her manastırın bir şapeli ya da kilisesi olurdu. Burada keşişler toplu halde ibadet ederdi. Ayrıca her manastırda kalınacak yerler de olurdu. Bazı manastırlarda zengin ya da soylu olanlara ayrı odalar verildiği bilinmekle beraber, normal şartlarda bu durum manastır anlayışına aykırı kabul edilirdi. Son kısım ise manastırda üretilen ürünlere ayrılmıştı. Bu ürünlerin bir kısmı manastır sahiplerince kullanılır, bir kısmı da satılarak manastıra gelir temin edilirdi.
Aralarında Meteora bölgesinin de yer aldığı kırsal kesimdeki manastırlar tarihsel süreç içinde bünyelerinde barındırdıkları değerli obje ve zenginlikler dolayısıyla yağmacıların istilalarına maruz kaldıkları için genellikle korunaklı yerlere inşa olunurlardı. Trabzon’daki Sümela, Vazelon gibi manastır kompleksleri bu durumu nispeten gözler önüne serer niteliktedir. Bir de aklın hayalin alamayacağı yerlere inşa olunan manastırlar vardır ki bunların başında Mısır’daki Azize Katerina manastırı ile Meteora manastırları gelir. Azize Katerina manastırı bedevi saldırılarından korunmak için inşa olunmuş, çetin konumu sebebiyle de tarihsel süreçte büyük yağmalardan korunabilmeyi başarmıştır. Nitekim bu hususunda etkisiyle dünya üzerindeki en zengin ikona koleksiyonlarından birine sahiptir. Bu ikonaların bazıları Doğu Roma’da 8. yüzyıldan itibaren baş gösteren ikonakırıcılık akımından kurtulmayı başaracak kadar köklü bir maziye sahiptir. Kütüphanesinin içinde yer alan Yunanca, Arapça, Süryanice, Gürcüce ve Slav dillerindeki 3000’i aşkın el yazması da bu sayede günümüze intikal edebilmiştir .Yunan coğrafyasındaki Aynaroz bölgesinin de hem güvenlik açısından hem de Selanik ve İstanbul’a olan yakınlığı hasebiyle inziva için tercih edildiği bilinmektedir . Meteorada benzeri sebeplerle teşekkül edecektir. Bölgede değişik zamanlarda görülen Katalan, Sırp, Müslüman akınları halkın bir kısmının keşişliğe intisabının ve bu bölgede akıl almaz yapılar inşa etmesinin önünü açacaktır. Bu manastırların bazılarının yapımı asırlarca devam edecek, çoğunun dış dünya ile bağlantısı sadece bir ip merdiven ya da makara sistemi ile yukarı çekilen sepetlerle sınırlı kalacaktır.
Meteora Nam Bir Keşiş Diyarı
Meteora, “meteor” kelimesi ile aynı kökten gelmekte ve anlamı da “havada gezinen” demek . Açıkçasını söylemek gerekirse bu mekana gelmeden evvel böylesine iddialı bir ismin neden dolayı verilmiş olacağını düşünmeden edemiyorsunuz. Ancak Meteora’yı gördükten sonra bölgeye en çok yakışan ismin bu olduğunda karar kılma ihtimaliniz son derece yüksek.
Ortodoks dünyasının en büyük ve en meşhur manastır komplekslerinden birini barındıran Meteora, günümüzde Trikala ya da bizim deyişimizle Tırhala sınırları içinde kalıyor. Bölgenin daha Yıldırım Bayezid zamanında 1394’de Evrenos Gazi’ye bağlı birlikler tarafından fethedildiği biliniyor . Bölgedeki yerel Hıristiyan nüfusun yerinde bırakılması ve Kalambaka bölgesinde yer alan manastırlardaki rahiplere bir dizi imtiyaz verilmesinden hareketle muhtemelen bu civar anvaten yani kılıç zoru ile değil sulhen yani savaşsız teslim olmuş olmalıdır. Tırhala’nın, Ankara Savaşı’ndan sonra kısa bir süreliğine de olsa elden çıktığı ve Gazi Turahan Bey’e bağlı birliklerce tekrar kontrol altına alındığı malumdur . Şehirde bugün Osmanlı devrini hatırlatan pek bir şeye tesadüf edemiyorsunuz. Sadece Osman Şah camii ve arkasında camiyi inşa ettiren aynı adlı kişinin türbesi bugünlere yadigar kalmış. Hemen belirtelim ki söz konusu cami Balkanlardaki en ihtişamlı Osmanlı eserlerinden birisi konumundadır. Yakın zamanda restore edilmiş olup bugün sergi salonu olarak kullanılmaktadır. Camiyi inşa ettiren Osman Şah, Kanuni Sultan Süleyman’ın yeğeni olup Mora sancakbeyliği yaptığı sırada vefat etmiştir. Caminin, inşa olunan külliyenin bir parçası olduğu ve cami dışında bu yapı topluluğunda medrese, imaret, han, köprü ve mektep binalarının da bulunduğu biliniyor . Osman Şah, Evliya Çelebi’deki bir anekdota inanmak gerekirse Yavuz Selim tarafından bir ara padişah adayı olarak da düşünülmüş. Oğlu Süleyman’a kızan Yavuz Selim, hayattaki tek oğlu olan bu şehzadenin katline ve yerine Osman Şah’ın veliaht tayin edilmesine karar verir. Ancak muhtemelen sultanın gazaplı bir anında aldığı bu karar emri yerine getirmekle görevlendirilen bostancıbaşı tarafından uygulanmamış. Bostancıbaşı, başka bir kişinin cenaze namazını kıldırarak genç şehzadeyi saklama yoluna gitmiş. Sultan Selim ömrünün son demlerinde verdiği emirden nadim olup gözyaşı dökünce de sakladığı şehzadeyi sultanın huzuruna çıkarak onun huzur içinde ölmesini temin etmiş.
Biz yeniden Meteora’ya dönelim. Meteora, Tırhala’ya yaklaşık 20 dakikalık bir mesafede. Manastırlara çıkmadan önce Kalambaka’ya uğramanız lazım. Burası Meteora’ya çıkan yokuş üzerinde en önemli merkezlerden biri. İlçe, Metora’ya yakın olmanın nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyor. Bir turizm ve hediyelik eşya merkezi durumuna gelmiş. Zira manastırları her yıl yaklaşık 1 milyon kişi ziyaret ediyor. Eğer Kalambaka’ya Selanik ya da başka bir yerden otobüsle geldiyseniz arzu ettiğiniz takdirde buradan otomobil veya motosiklet kiralamanız da mümkün. Turla geldiyseniz zaten mesele yok.
Kalambaka’dan yolunuza devam ettiğinizde ise manastırlara ulaşmadan önceki son yerleşke durumundaki Kastraki köyüne varıyorsunuz. Buraya köy dediğime bakmayın. Zira evler son derece lüks. Pek çoğu aynı zamanda motel ya da konaklama tesisi olarak kullanılıyor. Bu yerleşkeyi geçtikten ve bir patikayı aracınızla tırmandıktan sonra, oluşumu 60 milyon yıl öncesine kadar tarihlenen kayadan sütunlarla karşılaşıyorsunuz. Bu sütunlarının bir kısmının tepesinde ise “Mısırlılar piramitleri nasıl yapmış?” sorusuna alternatif olarak inşa olunan manastırlar yer alıyor. Manastırların toplamda sayısı yirmiden fazla. Ancak halihazırda faaliyerlerini sürdüren 8-9 manastır var. Bunlardan da ancak bazıları ziyaretçilere açık. Ben bu yapılardan en büyüğü olan Magalou Meteora (Büyük Meteora) manastırı ile Varlaam manastırlarını gezme imkanı buldum. Ancak bölgede bu yapılardan başka manastırlar da mevcut ve bunların bir kısmı ziyarete açık. Gelgelelim “ziyarete açık” ibaresi de yanlış anlaşılmasın. Manastırların ancak izin verilen kısımlarını gezebiliyorsunuz. Gezemediğiniz yerler ise keşişlere mahsus ve turistlerin ziyaretlerine kapalı. En azından yakın zamana kadar ziyarete açık olduğunu bildiğim bunların dışında Aya Nikola, Rousanou, Aya Triada, Aya Stephanos manastırları da görülebilir. Öte yandan ziyarete kapalı olan manastırlar da var ki bunlar; İpapanti, Aya Antonius ve Padovas isimlerini taşıyor.
Bölgedeki manastırlar 12.-14. yüzyıllar arasında inşa olunmuş. Bu devir aynı zamanda Balkanlarda kaosun en yoğun olduğu dönemdir. Pek çok insan manastırların yolunu tutarak hem dünyevi tehlikelerden korunmak hem de ahretini kurtarmak hedefine yönelecektir. Bölgeye 15. yüzyılda gelen Osmanlılar, Meteora ve çevresini 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı neticesinde, Yunanistan’ın bir parçası olana kadar ellerinde tutarlar.
Evliya Çelebi Meteora’da
Osmanlı kaynakları içinde Meteora hakkında en ilgi çekici bilgileri verenlerin başında Evliya Çelebi gelir. Çelebimiz bölgeye yaptığı ziyareti sırasında manastırların olduğu mevkiye de gitmiş, hatta adını vermediği bir manastıra yukarıdan sarkıtılan zenbil vasıtasıyla da çıkmıştır. Çelebimiz’in anlatımına göre manastırların yer aldığı Kalambaka, 600 haneli bir köydür. Çelebi, geceyi burada geçirdikten sonra köydeki papazlarla konuşarak Meteora’ya çıkmak istediğini dile getirmiş ve bu talebi kabul görmüştür. Ertesi gün on kadar silahlı arkadaşı ile Meteora’ya giden Çelebi, bir manastırdan sarkıtılan zenbile binerek ve yarım saatte yukarıya çıkarak buradaki yaşamı da tedkik etme fırsatı yakalamıştır. Müellifimiz yukarı çıkış macerası ile ilgili olarak bir de hoş anekdot anlatır. Çelebimizin manastır ziyaretinde yanındaki kişilerin fazla olması sebebiyle zenbil, ziyaretçileri ancak iki sefer sonrasında yukarıya çeker. Hatta zenbile ikinci seferde binenlerden bazıları “Bre bizi aşağıya indirin” diye bağırıp ağlaşmaya başlarlar. Ancak keşişler bu feryadlara aldırış etmeden aşağıdakileri yukarı çekerler. Bunun üzerine zenbilden inenlerden biri “Benim bir daha o torba sepet ile aşağı inme ihtimalim yoktur. Burada papaz olup, yarınki gün göğe yükselip Mesih İsa Nebi’ye varıp onunla arkadaş olurum” demek suretiyle bir latife yapmıştır.
Seyyahımız yukarıda gördüğü manzaradan da ziyadesiyle etkilenir. Onun anlatımı ile adeta Hz. İsa ve Hz. İdris ile gökyüzünde buluşmuştur. Çelebimizi şaşırtan bir diğer şey de “Süleymaniye’nin beş minaresi yüksekliğinde” diye nitelendirdiği bu yükseltide koyun, keçi ve sığır sürülerinin otladığına şahit olmasıdır. Bu yükseltide yetişen otları yiyen hayvanlar başlarında çoban olmadığı halde rahat rahat otlamaktadır. Ziyaret edilen manastırda 300 kadar keşiş yaşamakta olup, bunlar yolcuları ağırlamakta ve onlara çeşit çeşit tatlılar, turunç, erik reçelleri, tereyağlar ve kaymaklar ikram etmektediler. Yeri gelmişken hemen belirteyim. Burayı ziyaret edip de beraberimde ne götüreyim diye düşünenlere hararetle, manastır içindeki turistik eşya satan dükkanlardan bal almalarını tavsiye ederim. Kavanozu beş euroya satılan balların fiyatları sizi şaşırtmasın. Son derece lezzetli ve katışıksız bir ürün.
Varlaam ve Magalou Meteora Manastırları
Bölgeyi ziyaretim sırasında yukarıda da bahsettiğim üzere iki manastırı gezme fırsatı buldum. Bunlardan ilki Magalou Meteora ya da Büyük Meteora, diğeri ise Varlaam manastırı. Büyük Meteora manastırı söz konusu manastırlar silsilesinin en büyük ve en görkemli yapısı konumunda. Meteora’ya çıkan yolun en ucundaki bu manastırın önünde tur otobüsleri ve araçların parkı için geniş bir alan tasarlanmış. Bu alanın etrafında bir kaç tane hediyelik eşya satan dükkan var. Açıkçası bu dükkanların sayılarının bir elin parmakları kadar olması beni epey şaşırttı. Zira burası bölgenin ve hatta Yunanistan’ın en önemli turistik yörelerinden biri konumunda. Yılda yaklaşık 1 milyon kişi burayı ziyaret etmekte.
Aracımızı park ettikten sonra evvela bir merdivenle manastıra giriş yapacağımız avluya iniyoruz. Burada küçük bir şapelle karşılaşılıyor. Başınızı kaldırıp deniz seviyerisnden 613 metre yükselikte olan manastıra baktığınızda iki farklı teleferik yeri gözünüze çarpıyor. Manastıra ulaşım çok eski zamanlardan beri ya sarkıtılan zenbiller ya da sonraki yıllarda karşı tarafa bağlanan bir teleferik mekanizması ile yapılıyor imiş. Günümüzde ise manastır girişi için merdivenler kullanılıyor. Merdivenleri çıkarken arada arkanıza bakmayı ihmal etmeyin. Zira manzara gittikçe ihtişamlı bir hal alıyor. Bölgede adeta kartal yuvası gibi konuşlanan diğer manastırları da görme imkanına kavuşuyorsunuz.
Büyük Meteora manastırı “Meteformisos”diye de anılıyor. Bu isim Hz. İsa’nın insani özelliklerin yanısıra tanrısal özellikler de taşıması sebebiyle verilmiş. Manastır, Ortodoks dünyasının geneli açısından da büyük önem taşıyor. Hatta Büyük Meteora’yı ziyaret edenler “hacı” olarak kabul ediliyor. Manastır 1340’larda keşiş Athanasius tarafından inşa olunan bir şapel etrafında gelişmiş. 14. yüzyıl sonlarında ise Tırhala bölgesini merkez edinerek Epir ve Teselya civarına hükmeden Sırp krallarından Simon’un, saltanatının son demlerinde inzivaya çekilmek için Büyük Meteora’yı seçmesi, bu dini merkezin gelişimi açısından bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Kral Simon, manastıra büyük bağışlarda bulunduğu gibi, şapelin etrafındaki başka yapıların inşasını da temin etmiş. Varolan kiliseyi yenilettiği biliniyor.
Manastıra girişinizde sizi bir görevli karşılıyor. Söz konusu görevlinin öncelikli bulunuş amacı kılık kıyafetinizin manastıra uygun olup olmadığının denetlenmesi. Bu uygun kıyafet, erkekler için uzun kollu gömlek ve pantalon, kadınlar için ise diz altına uzanan bir etek, boyun ve göğüs kısmının kapalılığı şartlarını taşımakta. Zaten bu kurallar manastır girişine konan İngilizce ve Yunanca yazılı bir tabelada belirtilmiş. Ben kapıdan sorunsuz geçtim ancak eşim pantalon giydiği için pantalonun üzerine bir etek geçirmek suretiyle manastıra giriş yaptı. Yine kapının hemen yamacında asansör olarak kullanılan sistemin idare edildiği yeri de görmek mümkün. Sonrasında karşınıza çıkan taşlı yol sizi, eski dönemlerde kiler olarak kullanılan bir mekana götürüyor. Burası adeta bir seyirlik müzeye dönüştürülmüş. Bir dönemler manastır hayatının vazgeçilmezleri arasında yer alan bazı üretim araçları burada sergileniyor. Bunlar arasında mısır koçanlarının tanelerini ayıklayan bir düzenek, şarap fıçıları, üzüm suyunu sıkmaya yarayan presler ilk göze çarpanlar. Keşişlerin kıldan yapılma abaları da belli yerlerde duvarlara asılmış. Hasılı tam seyirlik bir mekan.
Kiler kısmından çıkıp taş yola devam ettiğinizde ise belki de manastırın en ilginç yerlerinden birine tesadüf ediyorsunuz. Kapalı bir ahşap kapıya yaklaşıp açık bırakılan bir pencereden baktığınızda önce dehşete kapılıyor, sonrasında ise iser istemez fotoğraf makinenize sarılıyorsunuz. Oda, burada yaşamış keşişlerin kafataslarının saklandığı bir yer konumunda. Bu gelenek Aynaroz’da da devam etmekte. Neden dolayı böylesi bir hareket tarzının benimsendiğini öğrenemedim. Belki de pratik bir amaca matuf. Mekanın son derece sınırlı olduğu bir yerde ömürlerini manastıra vakfeden insanların en azından kafatasları bu şekilde onurlandırılmış olabilir. Muhtemelen önce beden toprağa gömülüyor ve belli bir süre geçtikten sonra kemikler bir yere toplanırken kafatasları da raflarda muhafaza ediliyor olmalı. Diğer kemikler ise en alt rafta tutuluyor. Kafataslarının bulunduğu rafların dışında odada ayrıca bir madeni sandık var. İçinde ihtimal önde gelen kişi ya da kişilerin kemikleri muhafaza olunuyor. Hatta bu sandığın önünde bir de resim var. Mehmet Ali Gökaçtı, burada korunan kemiklerin manastırın yapımı sırasında ölen ya da şehit olan insanlara ait olduğunu yazar. Benim bunu teyid etme imkanım olmadı. Ancak Ortodoks dünyasında rölik, yani azizlerin kemiklerini ve eşyalarını saklama, onların hatıralarını yaşatma kültünün son derece güçlü olduğu biliniyor.
Merdivenleri çıkarak yolunuza devam ettiğinizde, önce keşişleri toplamak için kullanılan ve hem madenden hem de ahşaptan yapılan bir çeşit kampanalarla karşılıyorsunuz. Bunun sonrasında ise bir kiliseye ulaşıyorsunuz ki sırf burada göreceğiniz manzara dahi, çektiğiniz onca yorgunluğa değecek nitelikte. İçeride rengarenk bir fresk cümbüşü sizi bekliyor. Bir kez daha fotoğraf makinenize sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz, ancak manastırın farklı yerlerinde fotoğraf çekimine müdahale edilmediği halde biri içeride ve biri dışarıda bekleyen iki keşiş sizi bakışları ile böylesi bir teşebbüse girmemeniz konusunda uyarıyor. Zaten kilisenin girişinde içeride fotoğraf çekiminin yasak olduğu yazı ve resimlerle ifade olunmuş. Benzeri bir sıkı uygulama manastır içindeki iki müze için de geçerli. Tavanlarda sarkan yumurta şeklindeki pek çok süslemenin yanısıra, hacıların ziyaret sırasında öptükleri ikonlarda birbirinden sanatkarane.
Kilisenin karşısında hediyelik eşya satan bir de oda var. Burada daha ziyade ikonlar, anahtarlık, bardak, buhurdanlık nevinden şeyler var. Sonrasında manastırın taş koridorlarında tırmanmaya devam ederseniz bir avluya ulaşıyorsunuz. Avluda yer alan bir yapının cephesinde ise tarihsel açıdan önemli bazı şahsiyetlerin resimleri işlenmiş. Aralarında Pisagor, Heredot, Aristo gibi antik Yunan uygarlığının önemli simaları da var. Hıristiyanlık öncesi devrenin bu kıymetli simalarını bir manastırda görmek beni biraz şaşırttı. Yine bu alanda bir de seyir terası var. Ama rüzgar o kadar şiddetli esiyor ki her ne kadar korkuluklar olsa da terasın uç mekanlarına çok sokulmamanızı tavsiye ederim. Yine bu mekanın arka tarafında tekerlekli bir savaş topu var. Topun esbab-ı mucibesini çözemedim. Belki de manastır rahiplerinin Osmanlı egemenliğine karşı verdikleri mücadelenin hatırası için oraya konulmuş olsa gerek.
Osmanlı demişken burada varolan müzeye de temas etmekte de fayda var.“Tarih ve Folklor Müzesi” olarak adlandırılan mekanın içinde Yunanistan’ın farklı dönemlerini anlatan tablolar, ikonalar, İncil ve dua kitapları, vakıf senetleri, yöresel kılık ve kıyafetler ve silahlar sergileniyor. Burada Osmanlı tarihine zaman zaman göndermeler yapan bazı malzemeler de var. Tabii ki bunlar çok da hoş hatıralar değil. Misalen müzede yer alan bir tabloda 1821 Yunan bağımsızlık hareketi sırasında idam edilen patrik V. Gregoras’ın orta kapıda asılması resmedilmiş. Patrik elleri bağlı bir biçimde asılmış olduğu halde bir yandan Hz. İsa diğer yandan meleklerce kutsanmakta. Sol tarafta beliren iki melek ise ellerinde taşıdıkları Yunanistan bayrakları ile idamın Yunan ulus-devletinin kuruluşu ile bağlantısını sergilemekte. Pek çok milliyetçilik anlayışında olduğu gibi burada da tarihin ulus-devlet formunda yorumlanması ve tahrif edilmesine tesadüf ediliyor. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin gelişimi konusunun duayen isimlerinden Herkül Millas’ın “Yunan Ulusunun Doğuşu” adlı çalışmasını zikredelim.
Öte yandan bu müzenin dışında uzanan koridorlarda da Yunan tarihiyle ilgili çok sayıda tablo ya da karikatüre tesadüf etmek mümkün. Manastırın yemek salonu ve mutfak gereçlerinin sergilendiği kısmını da gezebilirsiniz. Yemek salonunda bir kısmı Osmanlı dönemindeki bağımsızlık mücadelerini bir kısmı ise Yunan siyasi tarihinin önemli simalarını söz gelimi Venizelos, ilk Yunan devlet başkanı Yannis Kapodistrias, Yunan bağımsızlık hareketinin önemli isimlerinden Kolokotronis’i betimleyen portreler var. Bir manastır kompleksi içinde bu denli milliyetçi figürlerin hakim olması gerçekten dikkat çekici.
Büyük Meteora’dan çıktıktan sonra biraz daha aşağıda bulunan Varlaam manastırına yöneliyoruz.Varlaam’ın kuruluşu Büyük Meteora ile hemen hemen aynı. 14. yüzyılın ortasında küçük bir şapel olarak inşa edilen yapı, 16. yüzyılın başında geliştirilerek ciddi bir komplekse dönüşmüş. Varlaam manastırına da merdivenlerle tırmanılıyor ve tırmanma noktasının hemen başından kafanızı kaldırıp yukarıya baktığınızda tepeden sarkıtılan zembili de görüyorsunuz. Manastırın tepesinde sizi sert bir rüzgar karşılayacaktır. Hatta ziyaretim sırasında terasa konulan iki büyük saksının rüzgarın etkisi ile birbirine çarpıp kırıldıklarına şahit oldum.
Varlaam manastırındaki kilisenin en ilgi çekici yanı hiç şüphesiz İncil’teki peygamberlerin kıssaların konu edinildiği duvar bezemeleri. Bu konular arasında Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi, Hz. Yunus’un balığın ağzından çıkması hemen göze çarpanları. Ayrıca duvarlarda 16. yüzyılda Giritli bir sanatçının elinden çıkma çok sayıda aziz bezemesi de var. Zaten kilise Hz. İsa ve tüm azizlere adanmış. Kilise dışında bir büyük şarap fıçısının ve şarap yapımında kullanılan malzemelerin saklandığı küçük kileri de görmeniz mümkün. Kilisenin ayrıca ziyarete kapalı kısımda bir de dillere destan kütüphanesi var. Burada pek çok yazma ve belgeden oluşan son derece kıymetli bir arşiv muhafaza ediliyor. Kütüphanenin en güzide parçası ise 10. yüzyılda Bizans imparatoru 7. Konstantin Porfiregentos tarafından buraya hediye edilen ve paha biçilemeyen bir İncil.
Hasılı kelam Meteora terk-i dünya için biçilmiş kaftanlardan biri. Belki manastır coğrafyası ile özdeşleşen özel konumun etkisiyle, belki de halihazırda küreselleşen dünyaya inat yaşayan manastır kültür ile her yıl yüzbinlerce turistin akınına uğruyor. Bence her türlü ilgiyi de fazlasıyla hakediyor.
Bu yazı 2013 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 80. sayısından alınmıştır.