Gezgin Dergi

Diş İçin Kerpetân, Göz İçin Çeşmezân: Mısır Çarşısı

On altıncı asrın penceresinden Eminönü’ne doğru bakacak olsak ne Yeni Camii görebiliriz meydanda ne de külliyesini. Onun yerine Yahudi mahalleleri, sokak aralarında küçük dükkânlar ve evler çarpar gözümüze.

 

Yazı: Rahşan Tekşen Fotoğraflar: Şefkat Çelebi

Sene 1597. Eminönü’nde bir velvele, bir telâş… Safiye Sultan’ın emri var: Yahudiler evlerini boşaltacak, onların yerine bir külliye inşa edilecek, külliyenin mimarı da Koca Sinan’ın elinde yetişen Davut Ağa olacak. Çok geçmeden emir yerine geldi. Evler boşaltıldı hattâ yıkıldı. Mimar Davut Ağa evvelâ cami inşaatına başlamak için kollarını sıvadı fakat indirmeye vadesi yetmedi. Zira bir yıl sonra vefat etti ve yerine Dalgıç Ahmet Ağa geçti. Lâkin altı yıl sonra bir ölüm haberi daha düştü inşaatın ortasına. Bu kez altmış yıl kadar  bekleyecekti külliye.

III.Mehmet’in ölümüyle Safiye Sultan oğlunu, Yeni Camii Külliyesi de annesi Safiye Sultan’ı kaybetti. Zira padişahın ölümü, validesini eski saraya taşımış, onu inşaatın başından ayrılmak zorunda bırakmıştı. Yeni padişah I.Ahmet yarım kalmış bir külliyeyi tamamlamaktansa Sultanahmet’te kendi adına yeni bir cami yaptırmayı yeğlediğinden büsbütün sahipsiz kalmıştı Yeni Camii. Tâ ki Hatice Turhan Valide Sultan külliyeyi kendi imkânlarıyla tamam edene kadar.

Sene 1661. Hassa Baş Mimarı Mustafa Ağa emaneti teslim aldıktan üç yıl sonra vazifesini bitirdi ve bir cuma namazıyla birlikte Yeni Camiin kapılarını açıp cemaati içeri buyur etti. O günden itibaren camiin hiçbir zaman muhtaç duruma düşmemesi ve kimseye el açmaması için külliyeye bir de çarşı ekledi Valide Sultan.

Külliyenin besmelesi Safiye Sultan’a, hitamı Hatice Turhan Sultan’a nasib olduğu için bu iki validenin hatrına kimileri Valde Çarşısı diye kaydetti adını. O dönem itibariyle şehrin en genç çarşısı olduğu için kimileri de Yeni Çarşı diye zikretti onu. Arabistan ve Hindistan’dan yola çıkan baharat nevinden nebâtın Mısır yolu üzerinden İstanbul’a gelmesine binâen ona Mısır Çarşısı dedi kimileri de.

“L” şeklinde inşa edilmişti çarşı. Esnaf her sabah iki kolun birleştiği yerde; dua meydanında toplanır, bereketli ve helâlinden kazanç kesbetmek için dua eder; çarşı ise duvarlarına su serinliğinde çarpan “Amin!” sesleriyle açardı mahmur gözlerini. Turhan Valide Sultan’ın sadakası, her duadan sonra kendisi için bağışlanan Fatiha’larla tazelenirdi. Fatiha’sını bağışlamadan evvel dükkânının kapısını asla açmayan esnaf, aynı hürmetle, çarşının bütün kapıları erkenden açılmasına rağmen geleneği bozmaz, mutlaka dua meydanına çıkan Hasırcılar Kapısı’ndan içeri girerdi.

Farklı zamanlarda farklı adlarla anılan, şükür ki inşa edildiği günden beri bir tanesi bile pas tutmayan altı kapısı vardır çarşının. Bunlardan biri ellerini çenesine koymuş, Eminönü meydanındaki güvercinlerin Yeni Camii duvarına çıkıp insanlara kısmet dağıtışını seyrettikçe keyiflenen Balıkpazarı Kapısı’dır. Bir diğeri, mezkur kapıdan içeri girip loş çarşının içinde yüz yirmi metre ilerledikten sonra dua meydanının sağına gelen Hasırcılar Kapısı’dır ki, Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin dükkânından firar eden kesif koku, bu kapıdan içeri dalıp bütün çarşıyı dolaşır ve nihayetinde dua meydanına siner kalır. Meydana açılan diğer kapı, Ketenciler’dir. Üzerinde Arapça olarak yazılmış sülüs kitabe: “Ya mufettiha’l ebvâb iftah lenâ hayra’l bâb” diyerek niyazda bulunur beş vakit. Ey kapıları açan! Bize en hayırlı kapıyı aç. Çarşının diğer kolu, yüz elli metre ilerideki Haseki Kapısı’ndan dolan ışıkla nihayet bulur. Ancak Haseki Kapısı’na varmadan evvel sağda Çiçek Pazarı, solda da Yeni Cami Kapısı vardır.

Çarşının bütün kapılarını sabah namazıyla birlikte açıp, seher vakti bereket dağıtan meleklerden evvel kimsenin çarşıya girmesine izin vermeyecek; herkesin dünya telâşına düştüğü vakit, nöbetleşerek kapıları kollayacak; akşam namazıyla birlikte yine bütün kapıları kapayarak esnafı evine uğurlayacak iki nefer tayin etmişti Turhan Valide Sultan çarşıya. Lâkin bu iki nefer hem mü’min, namazına ehemmiyet veren, emaneti muhafaza hususunda hassas hem de sözü doğru kimseler olup kimsenin kıymetli ya da kıymetsiz en ufak bir eşyasına dahi zarar getirmeyecek vasıfta kişiler olacaktı. Hâsılı bu hizmetleri karşılığında her gün sekizer akçe verecekti Valide Sultan onlara: “İki nefer mü’mini müteayyin-i salâh ve mütebeyyin’il-felâh hıfz-ı hirasette nazirleri nâdir ve hizmet-i lâzimelerine kemâ yenbaği kadir kimseler çarşu kapıcıları olup münavebe tariki ile geleni ve gideni gözedip çarşı kapularını akşam kapayub ve sabah namazında geri açub ciddi tam ve sa’yyu mâ lâ kelam edüp kat’an bir ferdin ve aslan bir şahsın kalîl ve kesîr ve celîl ve hakîr nesnesi zayi olmamak bâbında gayette ihtiyat ve ikdam ve nihayette ihtirazu ihtimam edeler ve ücreti yevmiyeleri sekizer akçe ola.”

Aynı vasıflara sahip, ancak günlüğü on akçeye gelecek bir kişi kale kapıcısı olacak; kale kapılarını vaktinden evvel açıp kapamaktan ve vazifesine ihanet etmekten sakınacaktı. Yine aynı vasıflara sahip fakat ayağına çabuk olmakla temayüz etmiş iki kişi çarşının; dört kişi de helânın süpürücüsü olacak, karşılığında sekizer akçe alacaklardı. Amma asla tembellik etmek, vazifesini önemsememek ve kolaya kaçmak gibi bir kusur işlemeyeceklerdi. Bir nefere daha ihtiyaç vardı ki, çarşıda biriken süprüntüyü toplayıp döksün ve onun da günlüğü on akçe olsun.

Burası, kendi malının derdini, yükünü bu on zevatın omuzlarına teslim eden esnafın mutmain bir kalp ile evine gittiği ve ertesi gün yine rızkını bu kapıdan temin etmeye geldiği Mısır Çarşısı’ydı. Burası, hiçbiri diğerinden küçük ya da büyük olmayan dükkânların, kendisini diğerinden ayıracak; kayıklar, makaslar, kuleler, püsküller, fenerler, devekuşu yumurtaları veya nallarla kapılarını süslediği Mısır Çarşısı’ydı. Hattâ burası, kapıya asılan alâmet-i fârikayla sadece dükkânı değil, sahibini de tanıtan Mısır Çarşısı’ydı. Tıpkı Püsküllü Hüseyin Efendi gibi…

Burası Hind, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen her türlü baharatın toplanarak, odalıkların ellerini yüzlerini boyayan; evlere, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, asabî paşalara kuvvet kazandıran, bedbaht zevceleri yatıştıran, tiryakileri uyuşturan, muhteşem şehre hayal, sarhoşluk ve keyif dağıtan esans, hap, toz, merhem haline döndüğü Mısır Çarşısı’ydı.

Açılan her çömlekten, küfeden farklı bir kokunun yayıldığı; her kokunun başka bir derde deva olmak için dertlisini aramaya koyulduğu yerdi burası. Bir avuç amber kabuğu almaya gelirdi cenazesi olan. Tütsü olarak yakardı amber kabuğunu ki, Rahmet-i Rahman’a güzel kokularla uğurlansın yolcu. Kimi aktarın başına varır; taş döken, kum söken bir ilâç sorardı. Mısır püskülü doldururdu kese kâğıdına aktar. Kaynat, derdi bir güzel. İç suyunu, bulursun devanı bi-izn’illâh. Kimi bir hekime gitmenin ciddiyeti ve itimadı ile çocuğunu aktara getirir, gözündeki arpacığı gösterirdi. Mürdesenk verirdi ona aktar. Aman, derdi, mürdesengi bir bardak içinde gülyağı ile ezesin, çocuğunun gözüne öyle süresin. Bulur devasını bi-izn’illâh. Ciğerlerini tırnaklarıyla çizip duran öksürük illetinden şikâyetçi olurdu kimi. Arap zamkı verirdi aktar ona. Kani olmayacak olursa müşteri şayet, bilir misin, diye sorardı aktar, evlâdı gibi tanıdığı malını methetmeye bir yol bulmak için. Sarayın hekimbaşı Salih b. Nasrullah, altı derde devâ olan bu ilaç için ne der kitabında: “Öksürüğü keser, akciğer yaralarına iyidir, mideye kuvvet verir, gülyağında kavrulup yenirse göğüs ve akciğerden gelen kanı keser, gülsuyu ile eritilip göze damlatılırsa göz ağrısına ve dahi kepeğe iyi gelir.”

Derdini bildiği gibi devasını bilenler de olurdu. Kimseye sormadan, danışmadan giderdi meselâ biri kakulenin başına. Midesini yakıp kavuran ateşi söndürsün diye. Bronşitine âşina olan, bersiyavşan isterdi. Hattâ öyleleri vardı ki, saray eczanesinin defterini hafızasında taşırdı. Kâfur alırdı, “Kâfuru su ile ezüb başa sürseler, âsi baş ağrısına şifâdır” nasihati üzre Hekim Nidâî’nin. Atalar şifanın hangi çiçekte, hangi yaprakta, hangi kökte saklandığını bildiklerinden her derde bir devâ bulmuşlardı: Diş için kerpetân, göz için çeşmezân, dedikleri gibi…

Herkes devâ aramaya gelmezdi çarşıya elbet. Kimileri de dertsizin başına dert açmak için gelirdi. Kötü niyetini sesiyle ele vermekten korkan biri, usulca eğilip aktara, cin tırnağı fısıldardı kulağına. Bu şeytanî sesi de bilirdi aktar ama sormazdı, kimlerin arasını açacaksın, diye.

Aktar, kokusundan ve renginden tanıdığı gibi malını; müşterisini de sesinden, bakışından tanıyan bir nevî sarraf idi. Büyü yapmak için gelenle şifâ bulmak için gelenin hâli bir olmazdı ona göre. Kezâ sofrasına lezzet katacak baharatın izini sürenle, dokuduğu kumaşının yüzüne renk getirecek kök boyasını arayan birinin ahvalinin aynı olmadığı gibi.

Gün geldi, aktarlığa heves edenler peydâhlandı çarşıda. Çok geçmeden bir fermân dile geldi onlar hakkında: “İstanbul attar taifesinin hirfet kethüdası ve yiğitbaşıları ehli hirefden olmayub nâ-ehil iken attar dükkânına geçüb Müslümanlara bey’ ettükleri edviyeyi yanlış virüb külli fesada müdde-i olduklarından [dolayı bu ferman-ı âlişânım sadır olmuştur.]” Vazifelerine son verilen nâ-ehil aktarlar, gün geldi çarşının ayaklarının dibine serdiler yaygılarını. Öyle ki bir adım dahi atamaz hattâ kımıldayamaz oldu çarşı. Fermanlar, nizamnâmeler yayınlandı üst üste.

1940’lara erdiğinde İstanbul, çarşının içindeki iklim de değişti. Yalnızca aktarlar yoktu artık orada. Her mesleğe açık bırakılmıştı kapıları. Görüntüsünden ziyade, duvarlarının üzerindeki yarıklara dahi sinen kokusuyla akıllarda kalan Mısır Çarşısı, seyyahlara yazdırdığı o efsunlu kokuyu kaybetti. Seher vakti bereket dağıtan melekleri kaçırdı. Dua meydanındaki amin’ler sustu. Balıkpazarı Kapısı üzerine karşılıklı olarak yazılmış iki vav yere düştü. Herkes üzerine basıp geçti, farkına varan olmadı. Oysa birbirine bakıp duran iki vav, lafzatullah demekti.

Bu yazı 2011 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 47. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version