Gezgin Dergi

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası

Yazı: Seda Yeşildal  Fotoğraflar: Mustafa Yılmaz

En eski adı Sebasteia olan ve yerleşimin M.Ö. 8000lere kadar uzandığı Sivas’ta yer alan nadide bir eser, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası..

Dünya sanat tarihinde yer alan eşsiz eserlerden biri ve Unesco’nun Dünya Mirasına Türkiye’den kabul ettiği ilk mimarî yapı olan Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, Anadolu Selçuklu Devleti Mengücekoğulları Beyliği döneminde inşa edilmiştir. Mengücek Beyi Ahmet Şah, annesiyle beraber camii kısmını yaptırırken, eşi Melike Turan da caminin hemen bitişiğindeki şifahane kısmını yaptırmıştır. Fatma Hatun Camii, Ahmet Şah Camii gibi adlarla da anılan ve vakfiyesi 5 Temmuz 1243 tarihini taşıyan Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası için, Evliya Çelebi’nin tabiriyle, “öyle emek sarf edilmiş, kapı ve duvarlar öyle nakş eylenmiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır…” demek icap eder.

Nadide eserlerden biri diye tavsif ettiğimiz Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nı dünyadaki diğer tarihi eserlerden ayıran bazı yönlerine temas edelim: Evvelâ söylenmelidir ki, sanat tarihçileri ve mimarların belirttiği üzere, böyle mükemmel üç boyutlu geometrik stiller ve bitki bezemeleri hiçbir yerde yoktur. Sonra, kapı ve duvarlara işlenen bütün motifler asimetriktir ve her karede binlerce taş işlemeli motif bulunur. Hiçbir motife bağlı kalmayarak usta, tekrardan kaçınmış ve kendisini yenilemiştir. Camii ve Darüşşifa’nın her biri diğerinden farklı, eşsiz güzellikteki bezemelerle dikkati çeken dört kapısı mevcuttur: Şifahane Taç Kapısı, Camii Kuzey Taç Kapı, Camii Batı Taç Kapı ve Şah Mahfili Kapısı. Bunlardan Şifahane Taç Kapısı, üzerinde yer alan dev yıldızların yarattığı etkiyle görkemli bir duruş sergiler.

Şifahane Taç Kapısından içeri girdiğinizde, ortada bir havuz, sağ ve solunda iki kolon ve karşıda büyük bir eyvan görürsünüz. Kolonların her biri bambaşka motiflerle bezelidir ve bir zamanlar sahip olunan medeniyetin estetik seviyesine ve idrakine şahitlik eden birer mimarlık ve mühendislik harikasıdır. Darüşşifa denilen ve bugünkü “hastane”ye karşılık gelen bu yerde, su sesi, dinî ve lâ-dinî mûsikî ile hastalar tedavi edilir, dertliler deva bulurmuş. Günümüzde hâlâ kimi hastane ve kliniklerde tedavi yöntemi olarak kullanılan müziğin sağlık sektörüne hizmeti yeni değildir; müziğin insan ruh ve beden sağlığı için kullanılışının temelleri ta Pisagor zamanında atılmıştır. Anadolu’ya gelince, bu usûl, neredeyse 2500 yıldır tatbik edilmiştir. Söz buraya gelmişken ve camii, darüşşifa ile bir bütünken, müzikle tedaviden bahsetmemek olmaz. Müziğin eski zamanlardan beri insanlar üzerinde önemli bir gücü olduğu bugün ispatlanmıştır. İnsanlar, hemen pek çok hislerini, sevinç, üzüntü, heyecan vb. müzik vasıtasıyla ifade etmişlerdir. Pek çok medeniyet, dini duyguların gelişme ve güçlenmesinde, hastalıkların tedavisinde müziği bir yöntem olarak kullanmışlardır.

Müzikle tedavi, yukarda da belirtildiği gibi, yeni kullanılan bir yöntem değil. Başta Yunan medeniyeti olmak üzere, Anadolu’daki pek çok medeniyetin bu tedavi yöntemini uyguladıkları bugün biliniyor. Yunan medeniyeti, müziği her türlü erdemin kaynağı saymış ve ruhun terbiyesi ve arınmasında kullanmış. Mitolojilerinde bunun izlerine rastlamak mümkün: Apollon, lir çalarak insanların sıkıntılarını giderir, onlara neşe verirmiş. Tıbbın babası Hipocrates de, kimi hastalarını tedavi amaçlı olarak tapınaklara götürür ve onlara ilahi dinletirmiş. Meşhur filozof Platon, M.Ö. 400lerde, müziğin ahenk ve ritimle ruhun derinliklerine tesir ederek, kişiye hoşgörü ve rahatlık hissi verdiğini söylemiş; şarkıyı iyileştirici özelliği olan bir çare olarak kabul ederek, şarkı olmadan uygulanan reçetenin hasta için etkisini yitireceğini belirtmiştir. Türklerde müziğin tedavi amacıyla kullanıldığı dört dönem olmuştur: Orta Asya’da Şaman dönemi, Müslümanlığın kabulünden hemen sonraki dönemler, Selçuklular dönemi ve Osmanlı dönemi. Orta Asya döneminde kullanılan kopuz veya sazın tedavi edici özelliği olduğuna inanılır, iyi ruhları çağıran, kötü ruhları kovan bir çalgı olarak kabul edilirmiş.

Ayrıca Altay yöresinde davullar, hasta tedavisinde ve dini törenlerde özellikle şamanlar tarafından kullanılırmış. İslâmiyet’in kabulünden eski Şaman din adamlarının yerini ‘baksı’ adı verilen kişiler almış. Baksı dansı esnasında, müzik ve dansla birlikte çeşitli olaylarla ilgili canlandırmalar yapılır, dansı yapan baksı kendinden tamamen geçtiği anda, yaptığı dansın iyileştirici gücü olduğuna inanılırmış. Bu şekilde, şarkı söyleyerek ve dans ederek şeytanı kişinin ruhundan kovduklarına inanırlarmış. Müziği tedavi aracı olarak kullanan şifahanelerin meydana getirilmesi 9. asra rastlar ve 18. asra değin, bu konuda hayatî adımlar atılmıştır. Hastanın kendine olan güveninin tekrar yerine gelmesinde ya da artmasında, sosyal ilişkilerinin gelişmesinde olumlu neticeler verdiği hekimlerce de kabul gören müzikle tedavi, Anadolu’da da belli merkezlere yayılmış (bunlardan biri de Sivas’tır.), fakat bu tedavi usûlünü en çok kullanan ve zirveye taşıyanlar Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri olmuştur. Sultan II. Bayezıd, yaptırdığı darüşşifada su sesi ve müzikle tedaviyi bizzat emretmiştir.

Yine burada Evliya Çelebi’ye müracaatla şunu ilave edelim: Darüşşifanın hekimbaşısı, (tabiatıyla mûsîki ilmine vâkıf biri olmalıdır) hastalara önce farklı makamlarda müzikler dinletir, sonra kalp atışlarının hızlanıp hızlanmadığına bakarak, istifade edeceği makamı ya da melodiyi tespit ederek tedaviye başlarmış. Zira her makamın farklı rahatsızlıklara çözüm getirdiği, farklı ruh hallerine iyi geldiği bir vakıadır. Meselâ, aşırı hareketli, heyecanlı hastaları sakinleştirmek için onlara Rehavi dinletilirmiş, zira ağlama hissi verirmiş, her türlü baş ağrısını tedavide de kullanılırmış; zihni açmak, zekayı geliştirmek, hafızayı kuvvetlendirmek ve hatta gönül bağlarını yenilemek için Isfahan tercih edilir; kadın hastalıklarına Neva, kalp hastalıklarına Zirgüle iyi gelirmiş; Rast ve Uşşak ise akıl ve kalbe devaymış, özellikle Uşşak, insana gülme hissi verirmiş. Türk müziğinin ruha sükûnet ve denge veren etkisinden dolayı, bu yöntemle daha çok ruh hastaları tedavi edilmiş ve hatta bunun neticesi olarak bir şifahane geleneği vücut bulmuş.

Yeri gelmişken söyleyelim: bugün Avrupa’da müzik, çiftlikte hayvanların verimliliğini artırmakta, özellikle de ineklerin daha çok süt vermesini sağlamakta kullanılıyor. Eh, ne buyurmuşlar: Müzik ruhun gıdasıdır. Bir darüşşifa insana neler söyletti! Küçük bir müzik ve şifahane kültürü aranağmesinden sonra, esas mevzuumuza dönersek; işte böyle bir geleneğin yaşatıldığı yerlerden biri olan Divriği Ulu Camii Darüşşifası, hem manen hem de madden nice güzellikler barındırır. Darüşşifanın içindeki küçük eyvanlarda şehit türbeleri bulunur. Rivayete göre, Selçuklular zamanında savaşta şehit düşen büyük zatlar buraya defnolunmuşlardır.

Hemen burada, türbe addedilebilecek bir odada camiyi inşa ettiren Ahmet Şah, eşi Melike Turan ve diğer aile efradı medfundur. Ahmet Şah ve Melike Turan’ın lahitleri orijinalliğini korurken, diğerleri talan edilmiştir. Odada, patlıcan moru ve turkuaz çiniler, altın varaklı yazılar göze çarpar.

Büyük eyvanda Orta Asya kökenli bezemeler yer alır. Kullanılan motiflerin dilinden anlayan birinin yorumlarına göre, bu bezemelerle kainatın yaratılışı, genişlemesi ve verilen emir gereği hareketi; zamanın geçip gittiği, her şeyin hareket halinde olduğu, git gide “kaçınılmaz” sona yaklaşıldığı, kıyametin vukû bulacağı anlatılmıştır.

“Oku” emrine itaatle, kâinat kitabını okuyan sanatkârlar, bunu taşlara nakşederek anlatmışlardır. Buranın hemen üstünde yer alan odalar, vaktiyle tabib odası ve idarî bina olarak kullanılmış. Dikkate şayan bir husus, tabib odalarına girişin alçak oluşu! Elinden şifa umulan tabibe hürmetin sembolik bir ifadesi olarak, baş eğerek, hürmet ve edeble girilsin diye! Muhteşem! Camiinin her bir kapısının diğerinden farklı motiflerle bezeli olduğunu söylemiştik. Çok ince detaylarla işlenen kapılarda, birbiriyle kesişen  çokgenler, üçgen, kare, dikdörtgen ve prizmatik taşların iç içe geçmiş görüntüsü, insan zihninde pek çok çağrışım yaratıyor. Buradaki işlemeleri, bilindik taş işleme sanatından ayıran bir özellik, taşların iç içe geçmiş oluşudur; yani taş içine taş yerleştirilmiş. Bu tür işleme, sadece bu eserde uygulanmıştır.

Batı Taç Kapısı’nın sağ ve sol kenarında iki hayvan figürü göze çarpar. Bunlardan sağ taraftaki çift başlı bir kartal, soldaki ise tek başlı şahin kuşu kabartmasıdır. Bilindiği üzere, güç, kudret, hürriyet gibi çağrışımları olan çift başlı kartal, Selçukluları sembolize eder. Tek başlı şahin kuşu, Mengücek amblemidir ve burada başı öne doğru eğik bir vaziyette duruyor. Bu şekilde, Mengücek Beyi Ahmet Şah, Selçukluya saygısını ve bağlılığını ifade etmiş oluyor. Çift başlı kartalın başının biri doğuya, diğeriyse batıya bakıyor; bu da Doğu ve Batı’da hükümran olan Türkleri sembolize ediyor. Batı Taç Kapısından Kuzey Taş Kapıya giderken, Kanuni zamanında gerçekleştirilen restorasyon çalışması esnaında yapılmış olan minarenin kaidesi göze çarpar. Buradan Kuzey Taç Kapıya geçilir ve camiinin bir sanat abidesi olduğu gerçeği, esas o zaman idrak edilir!

Kale Kapısı, Cennet Kapısı ya da Cümle Kapısı gibi adlarla da anılan Kuzey Taç Kapı, bir taşın ne kadar işlenebileceğine, ince bir zevkin ne kadar mümkün olduğuna adeta delil teşkil etmektedir. Kişide hayranlık uyandıran motifler, hemen akla o günün teknikleriyle bu denli bir sanat eserinin nasıl mümkün olduğu sorusunu getirir. Söz konusu motifler incelendiğinde, daha önce belirtilen şekil ve mânâ ilişkisi göze çarpar. Hayat ağacı motifi, hilaller, yıldızlar, bulutlar, üç boyutlu ve detaylı bitki bezemeleri, her biri birer sanat eseri olarak karşınızda durur. Kuzey Taç Kapının kenar çerçevesinde yer alan sütun üzerinde, yine pek çok üç boyutlu detay yer alır. Bu işlemelerin etrafında sekizgen yıldızlar bulunur.

Bahsedilen yıldız işlemelerinden birine, Ahmet Şah tarafından şöyle yazdırılmıştır: “Adaletli sultanın saadeti ve hakimiyeti sonsuz olsun.” Bahsedilen bu kapı, yani Kuzey Taç Kapısı, orijinal giriş kapısı olmasına rağmen uzun yıllardan beri kapalı kalmış. (Mevcut durumu bilmiyorum.) Kapıdan girildiğinde sağ ve sol yanınızda emanet sandukalarını görebilirsiniz. Vaktiyle, halk, uzak diyarlara gideceği vakit, kıymetli eşyalarını camiye emanet bırakırmış. Kim bilir kaç zaman sonra geldiğinde, bıraktığı emaneti yerinde bulurmuş? Ol vakitler, hırsızlık camiye uğramazmış. Hırsızlar dahi edebini bilirmiş ya da cemaat hakikaten sağlammış desek, haddimizi aşar mıyız dersiniz? Hani emanet sandukasından başka, bir de sadaka taşları varmış; hali vakti yerinde olanlar, ihtiyaç sahipleri istemeye utanırlar, bari bu vesileyle nasiplensinler diye bu taşlara bir miktar mangır koyarmış ve oradan sadece ihtiyaç sahibi, o da ihtiyacı olduğu kadar alırmış!  İnsan geçen zamana nasıl yanmasın! Neyse, bu başka fasıl…

Kapıdan içeri girdiniz, emanet sandukalarını geçtiniz; kafanızı kaldırıp baktığınızda on iki kabarmış sarkıtın yer aldığı tonozlu tavan ile hemen karşıda her birinin baş ve ayakları birbirinden farklı olan on altı adet kolon görürsünüz. Güney-doğu cephesindeki tonozlar orijinalliğini muhafaza etmekte. Şah mahfilinde, vaktiyle bulunan halılar, ahşap işlemeler ve kapı maalesef çalınmış ve geriye o güzellikten hiç eser kalmamış. Mahfilin altında abanozdan yapılmış Hacet Kapısı bulunuyor. Yapıldığı yüzyılın ahşap işlemeciliği için bir numune teşkil eden panjur, bazı “gözü dönmüşlerin” ağzını sulandırmışsa da, çok şükür, mahfille aynı akıbete uğramamış.

Mihrap hususunda, mimarî sahasının ehli diyor ki, ilk bakışta sade gibi gözükse de, bütün sadeliği bir noktaya toplayan mihrabın iç detayı, insanda hayranlık uyandıracak kadar harikuladedir. Mihrap daha sağlam bir taştan yapılmış ve namaz esnasında cemaatin gözü işlemelere takılıp da huşu bozulmasın diye sadelik esas tutulmuştur. İç detaylarda, birbiriyle bağlantılı ters çevrilmiş kalpler, yukarı doğru sıralanmış. Mihrabın iki yanının kesiştiği uç noktada, iki “elif”, ortaya bir lale ve lalenin altına da bir hilal motifi yerleştirilmiş. Klasik kültürde, harflerin rakamlarla karşılandığı ebced hesabında, “lale” kelimesinin rakamsal karşılığı “Allah” lafzı ile aynıdır, “Elif” harfi de Allah’ı sembolize eder. Kalp motiflerinin yer aldığı bu mihrapta, belki de bütün kalplerin muhtaç olduğu varlık, sembolik olarak ‘Elif, lale ve hilal’ ile ifade edilmiş ve O’nun ancak kalplere nazar ettiği belirtilmiştir. 

Mihrabın üstünde yer alan kubbe, camide akustiği sağlamak üzere yapılmış.Vaktiyle kubbede asılı olan çini bir küre varmış; Yavuz Sultan Selim tarafından saray halılarıyla beraber hediye edilmiş. Fakat kubbede meydana gelen derin çatlaklar, korkuya sebep olunca, bu değerli küre, müzede muhafaza edilmeye başlanmış. Mihrap hakkındaki bilgilere bakılırsa, iki usta tarafından tam on iki yılda yapılmış. Ustalardan birinin adı biliniyor: Tiflisli İbrahim oğlu Ahmet. Afrika dolaylarında yetişen abanoz ağacından mamul olan minberin işlenebilmesi için uzun yıllar toprak altında su içerisinde fırınlanması gerekmiş; bu sürecin ardından işlenen minberin sağlamlığı zaman geçtikçe artmış.

Anadolu’da yer alan Selçuklu eserlerinden pek çoğunda, abanoz ağacından yapılmış minberler mevcut olmakla beraber, hiçbiri Divriği Ulu Camii’deki kadar detaylı, ince işlenmiş, bitki bezemeleri ve ayet-hadislerle tezyin edilmiş bu minber kadar güzel bulunmuyor. Minberin sağ yanına, Selçuklu hat sanatıyla Al-i İmran Suresinin 16-17.ayetleri yazılmış.

İşte, en eski adı Sebasteia olan ve yerleşimin M.Ö. 8000lere kadar uzandığı Sivas’ta yer alan nadide bir eser, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, buradan hareketle de müzikle tedavi hakkında birkaç kelam eyledik. Amma bu işler yazmak ve okumakla bir yere kadar olur, illâ ki gezmek görmek lâzımdır. Varalım bir seyrân edelim…

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası – Bu yazı 2008 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 13. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version