Gezgin Dergi

Erciyes’in Yaylaları

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Dağlar için bahar yalnızca bir yeniden diriliş, yeniden doğuş değildir. Dağlar nisan ve mayıs ayı gelince bir şenliktir insan için.. Şehrin bunaltıcı havasından dağların nefesine bir kaçış bir sığınıştır.. Yaylalar belki de dağın en insan, en anne yanı.. Yayla bir geniş gönlü, bir bereketi, bir yüreği çağrıştırır insana.. Havasıyla, suyuyla, rüzgarıyla ferahlatır, çiçekleriyle, bin bir kokuyu içinde barındıran otları ve bitkileriyle huzur verir ve genişliğiyle de insanı içine alır.. Bir bakıma yayla, dağların sinesidir

Gönül dağının gönlünün müşahhaslaştığı yer.. Dağların bir ruhu olduğuna inanıyorsanız, yaylaların da bir gönül olduğuna kendiliğinden inanırsınız… Hayatının her döneminde tabiatla sürekli bir aidiyet duygusu içinde bulunan insanlar dağlarla, ovalarla, rüzgarla, pınarlarla, çeşmelerle, çiçeklerle konuşur, sohbet eder.. Çünkü tabiatın dili vardır ve tabiat can taşır..

Yayla insan için yalnızca hayvanlarına otlak arama mekanı değildir. Yaylaların sadece göçebe kültürü ile ilgili olduğunu düşünmekte ayrı bir yanılgıdır.. Her ne kadar bugün modernitenin çarpık kentleşmesini, kendi ruhunda da yaşayan insanın, bu ruhu ve yapıyı yaylalara da taşımak istemesine rağmen, yayla hala bizdir ve bize aittir.. Bir başka deyişle şehirde bunalan insanın hakikatte kendi ruhunu arındırdığı yerdir. Temiz hava denilen şey dağların ruhu, yaylada esen rüzgar ise cennetten bir nefhadır.

Yayla insanla güzel.. Bunun içindir ki ilkbaharla birlikte dağlar gibi yaylalar da bir coşkuyu yaşar. Bir süre sonra gelecek misafirlerine bin bir türlü çiçeklerle hazırlık yapar. Buz gibi pınarlarını hazırlar. Her Sonbahar ise yayla da hüzünlenir insan gibi. Sonbahar yaylalar için de hazan mevsimidir. Çünkü insanların yayladan şehre göç zamanıdır. Ve bu göçle birlikte artık yaylaların rüzgarları türkü olur eser.. Yaylaları izbe bir sessizlik kaplar..

Enbiyaların, evliyaların, dervişlerin, bilge insanların dağların sinesi yaylaları seçmesi bir tesadüf değildir. Çünkü dağ fıtrattır. İnsana en yakın varlıktır. Hem teklif yönünden hem de güç ve irade bakımından insanla dağ arasında görüntü olarak farklılık varsa da ruh ve içerik olarak bir ayniyet vardır.

Yaylalar neden geline benzetilir bunu düşünürdüm çocukluğumda..Erciyes  Süt Donduran yaylasında karşılaştığımız Mehmet amca bize bir yandan yoğurt ve ayran ikram ederken bir yandan da sorumuzu cevaplamaya çalışıyor.. Dedem derdi ki dağ kışın giyer gelinliğini, sonbahar geldi mi baba evinden ayrılan gelin gibi gelinliğini giyer ve her daim kar ağlamaya başlar, ta ki bahar gelene kadar.. Baharın ise gelinliğini çıkarır ve rengarenk çiçeklerden, otlardan oluşan basmasını giyer ve hizmet etmeye başlar insanlara.. Her gelenin suyunu verir, katığını verir, kekiğini verir, buğdayını verir.. Yaylalar bir gelin güzelliğinde ve gelin bereketinde olduğu için böyledir.. Anadolu insanının tabiatı tarifi o kadar insani  ve o kadar öze ait ki, dinlerken bile bu anlatılanları nasıl yazacağınızı, çocuklarınıza nasıl anlatabileceğinizi düşünüp hayıflanıyorsunuz.. Eşya ve hadiseleri salt akılla açıklama arayışına başladığından beri insan, ne dağları, ne yaylaları, ne tabiatı ne de kendini anlayamıyor..

Neden Süt Donduran yaylası denmiş bu yaylaya, sütler gerçekten donuyor mu dediğimizde ise Mehmet emmi gülümseyerek, burası Erciyes’in en kuzey, yani güneşi en az alan yeri, Tekir, Öküz Çukuru, Gereme yaylalarına göre en yüksek yayla, Müşker de çok yüksek amma orası çok güneş alır ve burada sütler buz gibidir, burada pınarların Ağustosta bile donduğu olur onun için buraya Süt Donduran yaylası denmiştir, dedelerimizin dediğine göre de süt donmuştur ondan dolayı böyle bir isim konmuştur diyor.

Erciyes’in her yaylası onun farklı bir tezahürüdür. Ya da farklı bir yüzü..  Ruhunu yitirmiş insan dağlara ruhunu yeniden hissetmek, arınmak için gelir. Ancak modern insan ruhsuzluğunu getiriyor dağlara ve yaylalara. Belki de bu anlamda Erciyes’in en şanssız yaylası Tekir yaylası denilebilir. Dağ ve yayla ile ilgili muhayyilesi piknik boyutunu geçemeyen modern insan, dağları ve yaylaları kendi iklimine geçerek değiştirmekte ve dönüştürmektedir. Tekir yaylası hala direniyor ancak pet şişeler, poşetler, yanlış yapılanma, sinesinde oluşan birer yaradır. Cerahatlerinin akışı dikkatli bakıldığında görülebilir.

İnsan dağa ve yaylaya dönüşmek için gider dönüştürmek için değil. Kendini ve ruhunu ihya için gider imha için değil.. Dağlara ve yaylalara atılan her pet şişe gerçekte insanın kendine sıktığı bir kurşundur, ancak insanlar bunun farkında değil. Çünkü insan gözlerinin gördüğünün ötesine aşamıyor. Gözlerinin gördüğünü hayat ve dünya zanneden bir insana, bırakın dağı ve yaylayı kendini bile anlatamazsınız. Gördüğüyle yetinen kendinin bile farkında değildir.

Tekir bu anlamda Erciyes’in en garip en gurbette yaylası.. Betonlaşma son dönemde alabildiğine yayılıyor.. Turizm amaçlı yapılan yatırımlar yaylacıları daha kenarlara ve daha içlere doğru yöneltiyor.. Bir kültür, zevk ve haz üzerine kuruluyorsa tabiat tahrip oluyor demektir. Tüketim ve para bugün dağları ve yaylaları belirliyor.. Kayseri’nin ve ilçelerinin en büyük su kaynağı olan Erciyes’in suyunun tadı bile değişmeye başladı.. Tekir yaylası bugün artık sadece turistlere hitap eden bir mekan.. Kayak pistlerinin çelik halatları ve direkleri dağın sinesine saplanmış mızrakları ve onun elini kolunu bağlamış zincirleri çağrıştırıyor..

Tekir yaylasının Develi’ye doğru giderken sağında ve solunda özellikle Sindelhöyük bölgesinden gelen bazı yaylacıları görüyoruz.. Sayıları gittikçe azalmış.. Hem köylerin modernleşmesi, hem de dağların şehirleşmesi sonucu sayıları birkaç yıl içinde tamamen tükeneceğe benziyor.. Sabahın ilk ışıklarında uykularından kalkan minik çocuklar karşılıyor bizleri.. Çadırların önünde oynaşan kuzulardan farksızlar.. Biz çocukların fotoğraflarını çekerken çadırlardan çıkan kadınlar hemen bize süt veya yoğurt ikram etmeye çalışıyorlar, aç veya susuz olup olmadığımızı soruyorlar.. O kadar geniş gönüllü ve misafirperverler ki çocuklarımızı da alıp bir gün ziyaretlerine gelmemizi istiyorlar.. Anadolu insanı ikram etmeden varlığını hissedemez.. Çünkü o paylaşarak çoğalır.. O misafirine verecek ki Allah da ona verecek.. Böyle öğrenmiştir, böyle bilir..

Tekir yaylasından Erciyes’e doğru yükseldikçe tıpkı Süt Donduran ve Müşker gibi Erciyes’in en yüksekteki diğer yaylasına Çoban İnine varırsınız.. Çoban İnine doğru gittikçe, yükseldikçe fıtratı ve tabiliği daha iyi hissediyorsunuz. Orada artık, dağ, su, rüzgar, kar, çiçekler, kuşlar, taşlar ve kendinizle baş başasınız. Erciyes çelik halatlardan ve direklerden kurtulmuştur burada.. Ama maalesef burada da ilk işimiz etraftan poşet ve pet şişe toplamak oluyor.. Teleferiklere binerek buralara gezmek için ulaşan insanların ellerindeki su şişelerini ya da yedikleri kuru yemişlerin kaplarını buralara atmaları, onların bilinç düzeylerinin birer göstergesi.. Çoban İnindeki Hüseyin eskiden burada ne zengin otlar vardı abi gittikçe azalıyor diye yakınmaya başlıyor ve yapılmakta olan yeni pistleri ve dağın karnını yaran dozerleri gösteriyor.. Hayvanlarımız nasıl sıçrıyorlar dozerlerin seslerinden abi diyerek de ilave ediyor.. Bütün bunların değişen medeniyet tasavvurunun bir sonucu olduğunu Hüseyin’e nasıl anlatalım ki, koca koca okumuş insanlara bile anlatamazken..

Çoban İni ile Süt Donduran yaylasının tam ortasındaki yayla ise Müşker yaylası.. Çukuru Çoban İni ve Süt Donduran ile hemen hemen aynı seviyede.. Yaklaşık 2750-3000 metre arası.. Ama çukurun üst kısmı Erciyes’in en yüksek yaylası.. Yaklaşık 3200 metre yüksekliğinde.. Serçer yaylasının arkasına yerleşen çobanlar ile Lifos tepesinin eteğine yerleşenler hayvanlarını buralara kadar çıkarabiliyorlar.. Müşker’in balkonunda Erciyes sizin en yakın arkadaşınızdır. Burada Erciyes ile baş başa olma duygusunu yaşarsınız..  Çünkü aranızda başka kimse yoktur ve başkasının girmesi de imkansızdır. Bu anlamda Müşker’de hissettiğiniz hiçlik duygusu Erciyes’in başka bir yaylasında hissedilemez..  Ancak bu sene Hacılar Serçer yaylasından Müşker’e kadar kurulan teleferik halatları ve direkleri bu hiçlik duygusunu tüketti.. Önümüzdeki sene buralar artık bir yayla olmaktan çıkıp, kışları kayak pisti, yazları ise her tarafın atıklarla, pet şişelerle doldurulduğu piknik alanları haline dönüştürülecek..

Aslında yaylalarda koyunların ve kuzuların sesini, türkülerin ve bozlakların yerini, dozerlerin ve çelik halatların sesi aldıkça dağ susuyor.. Sessizleşiyor.. Tüketildiğinin farkında dağlar.. En çokta çobanlar farkında bunun.. Çoban deyip geçmeyin..Çoban önemli insandır. İlahi bir nefha vardır çobanlıkta.. Kalp gözüyle görür ve irfan penceresinden bakar.. Sürekli dağla konuşan insan hikmeti iyi bilir.. Onun bildiği, okulda okumakla veya kitap devirmekle bilinebilecek ve öğrenilebilecek bilgiler değildir.. Nolacak bu dağın ve yaylaların hali dediğimizde önce her şeye rağmen şükrediyor ve arkasından da ilave ediyor : Hökümet kızak kayanları düşündüğü kadar da acicik bizi düşünse yeter ama napalım rızkı veren Allah başka bir kapı açar diyerek bizi acı bir tebessümle derin düşüncelere salıyor..

Sonbahar’da yaylalar bir anlamda ölürler.. Ancak Erciyes’in çoğu yaylası artık sonbaharı beklemiyor.. Müthiş bir ölüm sessizliği var bütün yaylalarda.. Henüz dozer izi değmemiş yaylalarında ise diğerlerinin ıstırabına bir hüzün var.. Ne çoban kavalının sesi, ne de çobanın yanık sesinin avazı var yaylalarda..  Şenlikleri bile dağın ve yaylanın ne olduğunu bilmeyen şehirden gelen insanlar yapıyorlar.. Dağlarda ve yaylalarda bir bozlak veya türkü değil amansız bir gürültü egemendir bu şenliklerde..

Muhtemelen kısa bir süre sonra yayla kültürü dediğimiz olgu da ortadan kalkacak ve yeni nesillere hüzünlenerek anlatılacak.. Yaylaların neden gelinliklere benzetildiğini kimse bilmeyecek duymayacak.. Ya da duysa da anlamayacak.. Yayla türküleri söylenmeyecek.. Dağlar ve yaylalar turistik hatıraların mekanı olacak.. Tabiatın dilini bilmeyen insanlar çelik halatların, çelik direklerin diliyle konuşacak..  Evliyaların, Enbiyaların, Azizlerin, Dervişlerin neden dağları tercih ettikleri hiç bilinmeyecek.. Ve dağlar üzerine yakılan bu kadar türkü anlamını yitirecek.. Ne dağlar dağlayacak ne de yayla güzellerine türküler ağıtlar yakılacak..

Bütün bu bozulmalara rağmen hala fark edilmeyen bozulmayan yaylalar var.. Öküz Çukuru yaylasına kıvrılan yol bizi öyle bir yere getiriyor ki artık bağırmamak, haykırmamak insanın iradesi dahilinde değil.. Aşağıda betonlaşmış ve üzeri simsiyah bir örtüyle kaplı kocaman bir şehir, arka tarafta dozerlerin sesiyle inleyen ve ağlayan bir dağ ve her tarafı rengarenk çiçeklerde donanmış, her çukurundan buz gibi suyun aktığı, bütün canlıların adeta fıtratına uygun bir şenlik havasını yaşadığı Öküz Çukuru yaylası… Burada değişimin ve bozulmanın acımasızlığını daha şiddetli yaşıyorsunuz..  Çiçeklerin içinde çocuk gibi koşasınız geliyor.. Ellerinizi uzatsanız neredeyse bulutlara değecek.. Siz koşarken kelebekler ve arılar size, sevincinize eşlik ediyor.. Bir yanda tayların kişnemesi, bir tarafta koyunların zil sesleri, öbür tarafta annelerini bekleyen kuzuların melemeleri, size her şeye rağmen umut oluyor.. Varlığınızı ve insan yanınızı bir kez daha hatırlıyorsunuz..

Sarı Gölün ıssızlığı, Aksu yaylasının sessizliği, Serçer’in keven kokulu kayaları, Gereme’nin buz gibi pınarları sizden bir parçadır eğer görebilirseniz, hissedebilirseniz.. Yaylalar dağın gönlüdür.. Öyleyse bir tek gönül kırmanın ne olduğunun idrakinde olan insanlar anlayabilirler kaygılarımızı.. Dağı bir babaya, yaylayı bir anaya benzeten muhayyile umarız ki eşref-i mahlukat ve halife olmanın, tabiatı imha ile değil imarla mükellef olduğunu anlar…

Bu yazı 2012 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 63. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version