Yazı: Beşir Ayvazoğlu
Sokaklar hareket halinde yüzlerce fenerle doludur ve kalabalık bir ateş böceği kafilesi halinde camiye doğru akmaktadır. Mahya’yı ilk defa o akşam gördüğünü söyleyen Halide Edip, “Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde sallanarak hareket eden o ışıkları o kalabalığın en boylu adamının omuzundan seyrediyordum” diyor.
Ramazan’ın gelişi, eski hayatımızda geceyle gündüzün yer değiştirmesi gibi olağanüstü bir hadiseydi. On bir ay boyunca son derece yavaş bir ritimle yaşanan hayat, Şaban ayının on beşinden sonra yavaş yavaş canlanır, çarşı pazar hareketlenir ve hilâl göründükten sonra sırf Ramazan’a mahsus renkli bir gece hayatı başlardı. Kahveler, dükkânlar, hatta zaman zaman devlet daireleri sahur vaktine kadar açık bulundurulur, sokaklar aydınlatılır, bütün minarelerin şerefeleri kandillerle donatılır, birden fazla minaresi bulunan camilerde minareler arasına mahyalar kurulurdu. 1846 yılında yayımlanan bir fermanla esnaftan dükkânlarının önlerini kandil ve fenerlerle aydınlatmaları istenmişti; arzu edenler, evlerinin kapılarına da fener asabilirlerdi. Ramazanların Osmanlı dünyasında bir çeşit kandil-fener şenliği olarak yaşandığı söylenebilir. Başta kahveler olmak üzere, dükkânlar, kâğıttan çeşitli şekillerde imal edilmiş ve üzerleri rengârenk resim ve nakışlarla süslenmiş fenerler asarlardı. Tahirü’l- Mevlevi, Mahfel mecmuasında çıkan bir azısında bu zarif sanatın unutulmuş olmasına hayıflanır.
On bir ay boyunca geceleri evlerine kapanmak zorunda kalan halk için ışıltılı Ramazan geceleri bulunmaz bir fırsattı. Herkes sokaklara dökülür, caddeler sahur vaktine kadar dolup taşar, isteyen istediği yerde gönlünce vakit geçirir, komşular birbirlerine çat kapı iftara ve misafirliğe giderlerdi. İftardan, özellikle teravih namazından sonra yaşanan neşeli hayat, gündüz yaşanan ağır dinî atmosferle tezat teşkil ediyor gibi görünse de, geceleri yiyip içmek, gezip eğlenmek, bütün gün nefsine hâkim olarak ağızlarına tek bir lokma bile koymayan müminler için bir çeşit mükâfat olarak görülürdü. Ve Ramazanlarda gündüzler “öğleye kadar herkes derin bir uykuya daldığı için” gece sessizliğindeydi.
Karanlık geceleri donanma gecelerine çeviren kandillerin ve mahyaların çocuklar için nasıl bir neş’e kaynağı olduğunu, ışıl ışıl aydınlatılmış modern şehirlerde yaşayanların anlaması çok zordur. Halide Edip Adıvar, çocukluk hâtıralarını da anlattığı Mor Salkımlı Ev’de, sütbabasının omuzunda ilk teravih namazını kılmak için Süleymaniye Camii’ne giderken gördüklerini tasvir eder. Sokaklar hareket halinde yüzlerce fenerle doludur ve kalabalık bir ateş böceği kafilesi halinde camiye doğru akmaktadır. Mahya’yı ilk defa o akşam gördüğünü söyleyen Halide Edip, “Minareden minareye havada uzanan ışıktan yazılar, mavi kubbede ne garip ve tabiatüstü bir nur tecellisi idi. Ramazan’ı karşılayan bu nurdan yazılar, beni belki Belşazaar’ın duvarda gördüğü yazılar kadar şaşırttı. Karanlık ve esrarlı dar sokakların içinde sallanarak hareket eden o ışıkları o kalabalığın en boylu adamının omuzundan seyrediyordum” diyor.
Yıllar önce araştırdığım bir konu için İkdam gazetesini tararken 5 Ramazan 1338 (23 Mayıs 1920) tarihli nüshada “Mahya Hâtıraları” başlıklı kısa bir yazıya rastlamış ve fotokopisini almıştım. Bu sevimli yazıda, C.R., çocukluğunda mahyaları seyrederken neler hissettiğini anlatıyordu. Evleri, Tophane’de, Nusretiye Camii’nin tam karşısındaydı. Her yıl Ramazan yaklaşırken kandil ve mahyaların kurulacağını düşünerek çıldırasıya sevinen çocuk, alt kattaki yemek odasında iftar ettikten sonra kendini orta kattaki odaya dar atardı; çünkü bu odanın pencereleri Nusretiye’nin minarelerine bakıyordu. Önce şerefelerdeki kandiller yanardı. Çocuk kandilden çok mahya meraklısıydı; minarelerin arasında yazı veya resimler yavaş yavaş belirdikçe tarifsiz bir sevinç yaşardı. Fakat bunun için yatsıyı beklemesi gerekirdi; penceresinde sabırsızlıkla bekleyen çocuk, neden sonra minarelerden birinin külâhına yakın bir yerinde tek bir kandil parlayınca mahyacının işe başladığını anlardı. Sadece Nusretiye’nin mahyaları mı? Karşıda, Üsküdar’daki İskelebaşı ve Selimiye, Tophane Talimhanesi’nin saat kulesiyle aynı hizada görünen Ayasofya, Sultanahmet ve Nuruosmaniye, biraz aşağıda Yenicami ve yukarıda Beyazıt camilerinin mahyalarını da dikkatle takip ederdi. Süleymaniye’ninkileri görebilmesi için pencereden biraz sarkıp sağ tarafa bakması gerekiyordu. Acaba ilk kandili hangisi atacak, rüzgârda hangisinin ipleri daha fazla sallanacaktı? Ramazan’ın ilk gecesi, karşıdan Ayasofya Bismillah’ı çekmek üzereyken öbür taraftan Sultanahmet Merhaba’yı yazmaya başlar, fakat Nusretiye’nin mahyacısı bir türlü harekete geçmez, çocuğun kalbini “kandil ziyaları gibi intizar içinde titretir dururdu”.
Çocuğun özel bir defteri vardı, her yıl Tophane’deki evin penceresinden görebildiği bütün mahyaları bu deftere günü gününe kaydederdi. Uzaktakileri, meselâ Üsküdar camilerinde kurulan mahyaları babasının iki gözlü dürbünüyle bakarak okuyan çocuk, camilerin her yıl aynı günlerde aynı mahyaları kurup kurmadıklarını bu deftere bakarak söyleyebilirdi. Ramazan’ın on beşine kadar yazılan metinleri tek tek tespit etmişti: Bismillah, Merhaba, Safa geldin, Elhamdülillah, Allah ganî, Muhammed nebî, Aleyke avnillah vb. Hırkaişerif Alayı’nın yapıldığı on beşinci günde, Dolmabahçe, Nusretiye ve Tophane gibi, alayın takip ettiği güzergâhta yer alan camilerde gündüzden Padişahım çok yaşa ve El muzaffer dâima mahyaları kurulurdu. Kelime-i Tevhid mahyasını kurabilen tek cami vardı: Beyazıt. Çünkü sadece onun minareleri arasındaki mesafe yeterliydi. En kısa yazılı mahyalar, minarelerinin arası çok dar olan Ortaköy Camii’nde görülürdü. Çocuk, on beşinden sonra kurulan resimli mahyaları da çok severdi: Karanfıl, gül, lâle, hünkâr kayığı… Gülü kırmızı, sapını yeşil kandillerden kurmak, Nusretiye Camii’nin mahyacısının özel merakıydı; o gece çocuğun “sevincine pâyân olmazdı”.
C.R., bunları anlattıktan sonra, yazısını şu cümlelerle tamamlıyor: “Ah nerede o nûrânî günler, o şaşaalı Ramazanlar… Bu Ramazan’da mahyalarımız bile sönük, Ramazan’ın on beşi henüz gelmedi ise de, şu parlak mahyanın şimdiden kurulduğunu o kadar istiyorum ki: El muzaffer dâimâ”. Mütareke’nin ikinci yılında kaleme alınan bu yazı, mahyalarla ilân edilecek bir zafer kazanılması temennisiyle noktalansa da, derin bir karamsarlıkla doluydu. Bir yıl sonra, Ramazan girerken Yahya Kemal tarafından yazılan “Kandiller Yanarken” başlıklı yazıda ise ümit vardı. İleri gazetesinin 10 Mayıs 1337 (1921) tarihli sayısında çıkan bu yazıda, Yahya Kemal, Mütareke’nin ilk Ramazan’ıyla ilgili bir hâtırasını anlatır: Bir gece, Türkleri çok seven, Rumları da yakından tanıyan bir yabancıyla, Moda’da oturmuş, İstanbul’u seyretmektedirler.
Yabancı, mahyalar ve minarelerin şerefelerindeki kandillerle büyülü bir güzelliğe bürünen İstanbul’a uzun uzun baktıktan sonra der ki: “Bu şehir Türk’tür, Türk olmasa insaniyet güzelliğinden bir âlem kaybederdi!” Yunanlıların İstanbul’u dünyaya bir Yunan şehri olarak göstermek için her türlü yola başvurdukları acılı günlerdir. Yabancı dost, İstanbul’u büyük bir hayranlıkla bir süre daha seyrettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: “Rumlar bir senedir bu şehri bize Yunanlı göstermek için ne çarelere başvurmadılar, kendi evlerinden sonra Beyoğlu’nda Türk emlâkini de mavi-beyaza gark ettiler, siz ses çıkarmadınız. Lâkin bu akşam ne sizin, ne de hükümetinizin tertibi eseri olarak minareler kendiliğinden öyle bir nümayiş yaptı ki, bu şehrin milliyetini tamamiyle gösterir!” O tarihten tam altmış beş yıl önce, 1854 yılı Ramazan’ında, bir gece Tepebaşı’ndan İstanbul’u seyreden Theophile Gautier de, İstanbul’un bir imparator tacı gibi ışıldadığını, şerefeleri kandillerden bileziklerle bezeli minareler arasında ateşten harflerle yazılmış Kur’an ayetlerinin parıldadığını, Sarayburnu’ndan Eyüp sırtlarına kadar ışıklara boğulmuş selâtin camilerinin mahyalarla İslâm’ın formüllerini yeryüzüne ilân ettiklerini ve hilâlin hemen yanındaki yıldızla, imparatorluğun armasını gök bayrağına nakşetmiş gibi göründüğünü yazarak bu şehrin kimliğine işaret etmişti. Bu kimlik vurgusu, Ruşen Eşref’in 1921 yılın Ramazan’ında bir akşam kandillerin yanışını seyrederken hissettiklerini anlattığı “Eyüp Sultan’da Ramazan Gecesi” başlıklı yazısında da belirgindir. Ufukta küme küme ateş böcekleriuçuşuyormuş gibi, birbiri ardınca aydınlanan şerefeler ona çocukluğunun Ramazanlarını hatırlatır. Eski saatle yarıma doğru, yani iftardan hemen sonra minarelere çıkan müezzinler şerefelerden üçüzlü kandilleri tek tek sarkıtmaya başlarlarmış. Bu kandillerden süzülen ışıkları, “minare boğumlarına takılakalmış yıldız kırıntıları”na benzeten Ruşen Eşref, teravih vaktinde de, bu ışıktan çemberlerin arasında tane tane beliren yarı sönük kandillerin karanlıkta dizi dizi sarkıp sağa sola kaydıklarını, titreyip uçuştuklarını ve sonunda hava boşluğunda yazı veya resme dönüştüklerini söylüyor.
O gece Eyüpsultan Camii’nin mahyasında gül resmi vardır. Kavuklu bir mezar taşına yaslanıp ağır ağır kütürdeyen servilerin arasında “altın bir sak üstünde nurdan bir gül” gibi parlayan bu güzel mahyayı ve öteki tarafa dönüp İstanbul’u seyreden Ruşen Eşref, yazısının sonunda, “Sultanahmet’e kadar yüzlerce minare ve birçok mahya! Bütün sefalet manzaralarını, içindeki bütün acıları, yabancı varlıkları örten; yalnız Türk’ün ve İslâm’ın şânını, zaferini karanlıklarda ışıktan birer dağ heybetinde göklere doğru ilân eden İstanbul! Türklerin bir ufuktan öbür ufka kadar kendileri için nurlarla çizdiği lâyemut İstanbul! Ah o İstanbul’u kucaklayabilseydim, öpseydim, tekrar öpseydim!” diyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bu yazılar çok etkili olmuş, olağan zamanlarda herhangi bir Ramazan âdeti gibi görülerek üzerinde pek durulmayan kandil ve mahya geleneği, acılı işgal yıllarında Türk kimliğinin en önemli unsurlarından biri olarak yeni bir anlam kazanmıştır. Mütareke devri gazeteleri taranırsa, bir hayli mahya haberi bulunabilir. Ben Tevhîd-i Efkâr’ın 30 Ramazan 1340 (28 Mayıs 1922) tarihli sayısında böyle bir habere rastlamıştım. “Mahya tersîminde bir hârika-i ibdâ’” başlığıyla yayımlanan bu habere göre, o yıl mahyalarda geçen yıllarda olduğu gibi mânâsız top, kayık, çiçek resimleri değil, millî ve İslamî duygulara hitap eden kelime ve ibareler yer almıştı; en başarılı mahyacı da Sultanahmet Camii mahyacısı Mehmed Ali Efendi’ydi. Kurduğu bütün mahyalar zaman ve zemine uygun olduğu gibi, her biri sanat eseri niteliği taşıyordu. Geçenlerde kurduğu “Hilâl-i Ahmer’i unutmayalım” mahyası ise “hakikaten takdirlere sezâ bir manzara-i dil-firîb irâe” ediyordu. O akşam Divanyolu’nu iki taraflı dolduran İstanbullular, Sultanahmet meydanına geldiklerinde, gökyüzüne asılmış gibi duran bu “hatt-ı nûrânûr-ı bedia-kârı” zevkle seyredip duygulanmışlardı. Tevhîd-i Efkâr, bu vesileyle bir resmini de bastığı Mehmed Ali Efendi’yi tanıtmayı bir vazife biliyordu.
Ruşen Eşref, aynı yazısında, çocukken, on bir ay mahpus kalan marifetlerini sadece bir ay boyunca, o da geceleri birer saat gösterebilen mahyacıları, insanlardan farklı, meleklere benzeyen hünerli gökyüzü sâkinleri olarak tasavvur ettiğini, onlara hem imrendiğini, hem de hünerlerini yeterince gösterme fırsatı bulamadıkları için üzüldüğünü söyler. Gerçekten de, mahyacılık -istisnalar dışında- sadece Ramazan aylarına mahsustu. Zaten ismi de “aylık” anlamına gelen mahiyye’nin bozulmuş şeklidir. Ne yazık ki, bu sanatın ne zaman ve nasıl başladığı konusunda sarih bir bilgi yok. XVI. yüzyıl sonlarında İstanbul’a gelen Scwheigger, iki caminin minareleri arasına kurulmuş, yazı mı, resim mi olduğu anlaşılamayan bir mahyanın resmini çizmiştir. Bu da, mahyacılığın bir hayli eski bir sanat olduğunu ve şenliklerde zaman zaman uygulandığını gösterir. Yaygın rivayete göre, mahya, Sultan I. Ahmed devrinde Ramazan ve kandil gecelerinin alâmet-i farikası haline gelir. Minareleri arasına mahya kurulan ilk cami, inşası 1617 yılında tamamlanan Sultanahmet’tir.
Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, Mevlit ve Regaip gecelerinde minarelerde kandil yakma geleneğinin II. Selim devrinde başladığını söyler. 1577 yılında Kocamustafapaşa dergâhına seccadenişin olan Şeyh Necmeddin Hasan Efendi de Berat ve Miraç gecelerinde şerefeleri kandillerle bezemiş, böylece Osmanlı dünyasında mübarek gecelerden “kandil” diye söz edilir olmuştu. Ramazan gecelerinde minarelerde kandil yakma geleneğinin başlangıç tarihi ise 1610’dur. Önceleri bayram geceleri kandil yakılmazdı, ancak Lâle Devri’nde, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın III. Ahmet’ten aldığı bir irade ile Kadir ve bayram gecelerinde minarelere kandillerle ışıktan kaftan giydirilmeye başlandı. Son zamanlarda sadece Kadir gecelerinde bazı camilerin minarelerine kaftan giydiriliyordu. Cevdet Paşa’nın Tezâkir’de anlattığı bir hadise, Ramazan ve kandil geceleri dışında şerefelerde kandil yakılmasının geleneğe aykırı bir uygulama olarak kabul edildiğini gösteriyor. Kırım Harbi’ni noktalayan anlaşmanın Paris’te imzalandığı haberi ulaşınca, “acul ve uzun düşünmez bir zat” olan Kaymakam Kıbrıslı Mehmed Paşa tarafından, padişaha, ertesi gün top şenliği yapılması, gece de camilerin kandillerle donatılması arz edilmiş ve irade-i seniyye beklenmeden İstanbul kadısına buyruldu gönderilmiş. İrade, bunun dinî günlere mahsus bir âdet olduğu gerekçesiyle aksi yönde çıkınca yaşanan karışıklığı ve telâşı Cevdet Paşa, tatlı Türkçesiyle şöyle anlatıyor:
“[…] irade-i seniyye taalluk edip mucebince zikr olunan buyruldu geri alınmış ise de İstanbul kadısı tarafından her tarafa emirler verilmiş idüğünden tekrar her tarafa def’aten haber îsâli kabil olmadığı cihetle cevâmi’in kimisinde kandiller hazırlanmış iken yanmadı ve kimisinde yanmış iken bazısında saat birde ve bazısında saat üçte söndürüldü ve bazısında sabaha kadar yandı. Elhasıl vükelânın hâl ve tavrı gibi ittiradsız bir keyfiyet hâsıl oldu. Müsteşar-ı sâbık Şevket Bey dahi bundan dolayı hayli şematet etmeğe fırsat buldu”. Mahyanın şerefelerde yakılan kandiller gibi, sırf dinî günlere mahsus olmadığı, Sultan Abdülaziz’in Avrupa’dan dönüşünde ve Hidiv İsmail Paşa’nın İstanbul’a gelişinde gösterişli mahyalar kurulmuş olmasından anlaşılıyor. Abdülaziz devrinin ünlü mahyacısı Abdüllâtif Efendi, Hidiv’e kurduğu mahya için Emirgân’daki yalının önüne karşılıklı demirlemiş iki mavnanın direklerini kullanmıştır. A. Süheyl Ünver’in yazdığına göre, fener direkleri arasına da nadiren zemin mahyaları kurulurmuş. Ünver, mahyacılıkla ilgili ünlü kitabında, Abdüllâtif Efendi’nin kurduğu hareketli mahyalardan da söz eder. Bu gösteri için çok uygun olan Süleymaniye minareleri arasına üç halat çekilir, kandillerle ortadaki halata Azaplar Camii ve Unkapanı Köprüsü, üstteki halata bir araba, en alttaki halata da balık ve kayıklar resmedilirmiş. Alttaki ve üstteki halatları ileri geri çeken Abdüllâtif Efendi, araba, kayık ve balıkların hareket etmesini sağlarmış. Her zaman ve her yerde yapılamayan bu gösterinin adı Gezdirme Mahya’dır. Daha kolay ve birçok camide uygulanan hareketli bir ışık gösterisine de Kandil Uçurtma denirdi. Uçurtmacı, uzun bir ipin bir ucunu şerefelerden birine, diğer ucunu da cami avlusunda yüksekçe bir yere bağlar, teravihten sonra, kutulu bir kandili makarayla ipe geçirip diğer bir iple aşağı yukarı hareket ettirerek namazdan çıkanları eğlendirirdi. Seyirciler kandil kutusuna şeker ve Ramazan çöreği gibi şeyler koyup uçurtmacıyı memnun ederek eğlenceyi uzatmaya çalışırlardı. Tahirü’l-Mevlevi ve Mehmed Tevfik, çocukların da evlerde, karşılıklı pencereler yahut pencerelerle ağaçlar arasına çektikleri makaralı iplerde kandil uçurarak eğlendiklerini yazarlar.
Acaba, mahya meraklısı küçük C.R., hiç kandil uçurulduğunu görmüş veya kendisi kandil uçurmuş muydu? Zannetmem! Sultanahmet Camii’nde iç mahya da kurulduğunu babasından işitmiş, fakat çok istediği halde bir türlü gidip görememişti. Herhalde, Kadir gecelerinde bazı minarelere ışıktan kaftan giydirildiğini de bilmiyordu. Bilseydi, acaba neler yazardı?
KANDİL VE MAHYA – Bu yazı 2007 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 9. sayısından alınmıştır.