Gezgin Dergi

FAS

Casablanca bir rüya, Marakeş bir şiir, Meknes bir ağıt, Fes bir muhayyilenin ulaşabileceği uçsuz bucaksız bir hayal..

Yazı ve Fotoğraflar : Selnur Okudan

Beş fotoğrafçı arkadaşımla epeydir planladığımız fotoğraf gezisini rotasını belirliyoruz nihayet ve Fas macerası başlıyor.. Karar verir vermez biletlerimizi alıp, kararlaştırılan tarihte düşüyoruz yollara.. THY direkt uçuşu ile 5.5 saatlik bir yolculuktan sonra Kazablanka Muhammed V Havaalanındayız, içimizde daha önce ülkeyi 2 defa ziyaret etmiş arkadaşımız Hasan’ın haricindekiler biraz şaşkın, biraz da heyecanla etrafımızdaki cellabiyeli Faslıları seyrediyoruz.. Daha önceden planladığımız gibi, Kazablanka’da oyalanmadan havaalanının bir kat aşağısındaki istasyondan trenle Rabat’a hareket ediyoruz. Yerlerimize tren bize tahsis edilmiş edasıyla yayılmış ve Rabat tabelasını görünceye kadar kıpırdamaya niyetimiz yokken, bir süre ilerledikten sonra aktarma için başka bir trene yönlendiriliyoruz. “Tamam, bu defa yerleşik düzene geçtik, kısmetse bir sonraki durağımız Rabat olacak” düşüncesiyle, ikinci defa yerleşiyoruz. Bu düşüncelerimiz, yol üstünde üçüncü bir trene daha aktarılmamızla son buluyor ama bu defa oturma lüksümüz yok. Böylelikle dillerinden anlamasak da sohbetlerinden aldıkları keyif, beden dillerine yansıyan yerli halkla ilk defa kaynaşma fırsatımız oluyor. İngilizce birkaç kelime ile karşılıklı duyduğumuz sempatiyi dile getiriyoruz, 86 km’lik yolu aktarmalı tren yolculuğu ile 3,5 saatte tamamlıyoruz.

Rabat, ülkenin resmi başkenti, her ne kadar Fez ya da Marakeş kadar turist çeken bir kent olmasa da, Bou Regreg nehrinin okyanusa döküldüğü yerde konumlanması sonucu oluşan girintili çıkıntılı deniz kıyısı ve tabii dev okyanus dalgaları bizi büyülemeye yetiyor.

İlk keşfe çıktığımız yer, Medina denilen eski şehir kısmı.. Tüm Fas kentlerinde Medina’lar benzer mimari yapıya sahip. Yer yer kubbeli dar sokaklar, araba geçebilen daha geniş sokaklara açılıyor. Bu rengarenk duvarlara sahip sokaklarda kaybolmak, hemen her köşede bekleyen kedilerle yarenlik etmek ve tabii onları fotoğraflamak geziyi daha da renkli kılıyor.. Medina’nın çarşı kısımlarında sağda solda moloz, küçük çöp yığınlarına rastlansa da, yaşam alanı olarak kullanılan bölümlerdeki sokakların temizliği dikkat çekici.

İnsanlar dini inanışları gereği, fotoğraf çekimine çok sıcak bakmıyorlar, sokağın daha diğer ucunda iken, elimizde makineyi görünce ya sokak değiştiriyorlar ya da yüzlerini kapatarak geçiyorlar. Anlaşabildiğimiz kadarıyla ayaküstü yapılan kısa muhabbetlerde, Türk olduğumuzu öğrenince birazcık daha yumuşuyorlar..

Rabat Medina’sını az buçuk arşınladıktan sonra, eski şehrin hemen çıkışında tesadüfen bir mezarlığa giriyoruz, geleneksel bir Müslüman mezarlığını ziyaret ediyoruz edası ile dolaşıyor iken, mezarlığın tepesine doğru tırmanınca nefes kesici manzara karşımıza çıkıyor; önümüzde kilometrelerce uzanan, on binlerce mezar taşının düzensiz bir şekilde sıralandığı devasa bir mezarlık uzanıyor ve mezarlığın bittiği noktada da dev okyanus dalgalarının tokatlayıp durduğu deniz feneri.. Bu manzara karşında, “Cimitiere Al Shouhada Mezarlığında mezar sahibi olmak ayrıcalıklı mı acaba?” diye bir düşünce de geçiyor aklımdan. Bir an önce dalgaları yakından görme isteği ile mezarlıkta oyalanmadan fenere kadar yürüyoruz. Alışık olmadığımız yükseklikteki bu dalgaları seyretmek, insanoğlunun doğanın azameti karşısında acizliğini bir defa daha düşündürüyor..

Fas’ta bir masalın içinde hissedersiniz kendinizi.. Rüzgar, sokaklar, eski evler ve çorak yüzlü insanlar her an bir masalın içinden çıkıp gelirler ve size tarihin gizemli hikayelerini anlatırlar..

Deniz fenerinden sonra sahil bandını takip ederek Rabat Kalesine ulaşıyoruz.. Kalenin en tepesinden sunduğu manzara, kesinlikle bu merdivenleri tırman dığımıza değiyor.. Kaleden iniş yoluna geçtiğimizde, bizdeki gibi kale çevresinde, hediyelik eşya dükkanları, kafeler, barlar görmeyi beklerken, Medina’daki gibi dar sokaklı, duvarları masmavi bir mahalleden geçiyoruz.. Aniden başlayan yağmurdan korunmak için bulduğumuz tek kafede Fas’ın geleneksel içeceği nane çayının tadına da bakma fırsatımız oluyor.. İlk deneyimimizde nane çayını baştan şekersiz istememiz gerektiğini de tecrübe ediyoruz ki, burada çaya koyulan şekerde sınır tanımıyorlar.

Buralara kadar gelmişken, Fas’ın geleneksel yemeği Tajinn’i de tatmadan geçmiyoruz. Tajinn’in içeriği, bizim ağız tadımıza uyuyor, beyaz ya da kırmızı etle çeşitli sebzelerin karışımından oluşan bir nevi kebap, güveçte pişiriliyor ve güveç kabı yalnızca bu yemeğe has.

Ertesi gün, Rabat’ın en fazla turist çeken, dünya kültür mirası korumasındaki mekânlarından biri olan Muhammed V Mozolesi ve Hassan II Kulesi’nin bulunduğu alanı, Rabatlı fotoğrafçı arkadaşımız, Abderrahmane Elgarh, rehberliğinde geziyoruz. Muhammed V Mozalesi, Kral Muhammed V ve iki oğlu, Kral Hassan II ve Prens Abdallah’ın mezarlarını içeriyor..

Hassan II Kulesinin inşaatı, Sultan Yacup al Mansour tarafından dünyanın en geniş minaresi olma niyetiyle başlamış ancak Sultan’ın ölümü ile ancak yarısına yani 44 metreye ulaşılabilmiş. Caminin inşaatı da tamamlanamamış.

Rabat’da 2 gece konakladıktan sonraki durağımız, ikinci kraliyet kenti Meknes oluyor. Ne şanstır ki, bugün Meknes Medinası’nda pazar var ve sokaklar oldukça hareketli.. Bu durum portre çekimi ile ilgilenen arkadaşlarımı oldukça sevindiriyor. Meknes Medinası Rabat’a göre biraz daha bakımsız ve eski, belgesel fotoğrafçıları için mükemmel bir ortam..

Nihayetinde sivil halk fotoğraf çekimi konusunda çekimser olsa da, turistlere biraz daha alışkın olan esnaf daha hoşgörülü. Aniden yağmurun bastırması ile körük, elek gibi el yapımı ürünlerin yapıldığı küçük dükkanlara, mahalle arasındaki fırınlara da konuk oluyoruz..

Meknes’de günü tamamlamadan, 25 km mesafedeki Faslıların son derece önem verdiği Molla İdris’in mezarına ev sahipliği yapan Molla İdris kasabasına varıyoruz. Molla İdris, Hz Muhammed’in soyundan geliyor. Abbasi Halifesi Harun Reşit’ten kaçarak bu kasabaya yerleştikten sonra buradaki Berberileri örgütleyerek İdrisiler Topluluğu’nu kuruyor, aynı zamanda, Fes şehrinin kurucusu ve burada İslam’ın yerleşmesini sağlayan kişi olarak biliniyor. Molla İdris kasabası, Faslılar için bir haç merkezi..

Türbe ve cami kompleksinin iç kısımlarına girmeme ancak Müslüman olduğumu öğrendikten sonra müsaade ediyorlar. Başlangıçta gönüllü rehber olduğunu sandığım kişi tarafından kompleksin iç kısımlarında yer alan, diğer önemli kişilerin mezarları tek tek dolaştırılıyor ve mekânın tarihi ve önemi ile ilgili bilgi veriliyor. Gezinin sonunda para talep edildiğinde ufak bir hayal kırıklığı yaşasam da, sistemin bu şekilde yürüdüğünü anlayıp yoluma devam ediyorum.

Molla İdris kasabasına veda edip, Fas’ın üç imparatorluk şehrinden biri olan, adını daha çok deri tabakhaneleri ile duyduğumuz Fes’e gitmek için yeniden yola çıkıyoruz..

Fes, 3 bölümden oluşuyor. Fes el Bali, surlarla çevrili olan eski şehir kısmı; Fes-Jdid, Fes yeni şehir kısmı; Ville Nouvelle, Fransızlar tarafından kurulan en yeni şehir kısmı. Dünya mirası koruma kapsamında olan Fes El Bali, ikamet etmeyi tercih ettiğimiz yer oluyor.

Medina’ya 14 ayrı kemerli kapıdan giriş var, otelimiz, en ünlü kapı sayılan Bab Boujloud’a oldukça yakın. Sabah Faslı fotoğrafçı arkadaşlarımız, Anir Latifa ve Mohcine Rti Mi ile buluşup, onların kılavuzluğunda Medina’yı keşfe çıkıyoruz. Eski şehrin en önemli sokağı olan Talaa Kbira’dan deri Tabakhaneleri istikametinde aşağı doğru yürürken, yol üstünde, Dar al-Magana yani tarihi su saatini görüyoruz ve Al-Qarawiyyin Camisini ziyaret ediyoruz. Fatima al-Fihri tarafından 859’da yaptırılmış olan cami- medrese kompleksi Fas’daki en eski medrese olarak biliniyor ve 1963’den beri üniversite olarak kimliğini koruyor.

Dokuzbinin üzerinde dar sokağı olduğu söyleniyor Fez Medina’sının, haliyle kaybolmamak içten değil. Rehberlerimizi gözden kaybetmemek için yol üstünde fotoğraf çekimini oldukça hızlandırıyoruz. “Bir labirentin içindeymişiz” zannı ile yol alırken, arkadaşlarımın dar bir sokağın sonundaki kapıdan girip kaybolduğunu fark ediyorum, peşlerinden girer girmez, elime nane yaprakları tutuşturuluyor.

Deri dükkânlarından ve işlenmiş deri kokusundan değil de bu nane ikramından anlıyorum tabakhane bölgesine geldiğimizi. Dar merdivenlerden 3-4 kat tırmandıktan sonra, tabakhaneleri yukarıdan gören bir terasta buluyoruz kendimizi. Burası tam bir sürprizler ülkesi, görsel güzellikleri ucundan azıcık göstererek, yavaş yavaş önümüze sermek yerine, hediye paketinden çıkarır gibi birden karşımıza koyuyorlar.. Manzara, kokudan önce fotoğraf potansiyeli bakımından nefesimizi kesiyor. Tabakhaneyi fotoğrafladıktan sonra aşağıdaki atmosferi de solumak isteyince, yerli fotoğrafçı arkadaşlar, ne yapıp edip bizim için özel izin alıyorlar ve muradımıza eriyoruz. Final olarak Fes Medina’sını yukarıdan gören bir noktaya gidip, Fes’i doya doya seyrediyoruz.

Fez’de iki gece konakladıktan sonra istikametimiz, Fas’ın mavi şehri Chefcouen oluyor, ülkenin kuzeybatısında, dağların yamacına kurulu şehre giderken, Fas bitki örtüsüne dair fikirlerimiz de pekişiyor, kah tarlalardan kah Akdeniz bitki örtüsünden oluşan manzaraları seyrederken, yolumuza sık sık eşekle yük taşıyan köylüler çıkıyor.

Chefcouen, Rif Dağları’nda, aslen 15. yüzyılda büyük bir kale olarak inşa edilmiş, Cebeli Tarık boğazına hemen hemen 110 km mesafede. Şehir, Arap ve Musevilerin İspanya’dan sürülmesinin ardından önemli bir Arap ve Musevi göçmenin yerleşmesi ile kurulmuş. Bu nedenle şehirde Fransızca kadar İspanyolca da çok konuşuluyor..

Şehri turistik hale getiren mavi duvarların, Yahudi geleneğinden geldiği söylenirken, aynı zamanda, mavi rengin bazı haşareleri evden uzak tuttuğu düşünülerek de tercih edildiğini öğreniyoruz. Tevrad’da İsrailoğullarına, dua şallarının bir ilmeğini mavi renk dokumaları emredilmiş. Maviye bakınca, mavi gökyüzünü ve onun üzerindeki Tanrı’yı ve cenneti düşünecekleri mantığı yatıyor.

Ertesi sabah tek tek dağılıyoruz mavi sokaklara. Kahvaltı için oturduğum bir kafede tanışıyorum yerel rehberim Ahmet ile. Ahmet, güleç yüzlü olduğu kadar da saygılı bir rehber, haliyle kasabayı gezdirme önerisine karşı koyamıyorum. Berberi kadınların çamaşır yıkadığı, bir derenin üstüne konumlanmış çamaşırhaneye gidiyoruz ilk olarak. Hava oldukça yağışlı olduğu için kadınlardan ve çamaşırlardan eser yok ama gürül gürül akan şelaleleri görmek ve su sesini biraz dinlemek, bir nevi meditasyon gibi geliyor bana.. Dönüşte farklı sokaklardan geçiyoruz, yağmur ve soğuk nedeniyle olsa gerek sokaklar oldukça ıssız, yağmurun etkisi ile renk tonu daha da belirginleşen mavinin verdiği huzuru bozan tek şey Ahmet’in her köşede anlatacak ve tanıtacak bir şeyler bulması.. Kapıların ve kapı tokmaklarının çeşitliliği dikkat çekiyor, kapının dış görünüşüne göre o evde oturan kişinin ve sosyo-ekonomik düzeyi belirlenebiliyor. Hani bir iki tane oyun oynayan çocuk, kapı önünde oturan bir iki teyze de olsaydı , sanki ruhunu daha da iyi hissederdim şehrin gibi geliyor.. Öğlenden sonra yağmur biraz azalınca dileklerim kısmen gerçekleşiyor, rengârenk kıyafetleri ile çamaşırhanye giden pek çok Berberi kadın görüyorum ve “işte Chefcouen gündelik hayatının içindeyim artık” diyorum.

Chefcouen’de bir gece konakladıktan sonra Marakeş’e gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Marakeş’e kadar bir kısmı otobanda geçen, yaklaşık 7 saatlik bir yolumuz var. Otoban dışındaki yollarda hız limitleri oldukça düşük ve radar sistemi yaygın, hız limitlerine elimizden geldiğince uymaya çalışsak da zaman zaman farkında olmadan bu sınırı aştığımızı, bizi ara ara durduran görevlilerden üzüntüyle öğreniyoruz.

Fas Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun buluştuğu yerdir. Avrupa ile Afrika’nın kavuştuğu yer.. Müslümanın, Hristiyan’ın, Yahudi’nin ve yerel Afrika inançlarının buluştuğu mekan..

Berberi dilinde “Tanrı’nın ülkesi” anlamına gelen ve ülkenin ilk başkent’i olması özelliğini taşıyan Marakeş’e vardığımızda gece yarısını geçmiş olmasına rağmen çok fazla uğraşmadan, kentin en büyük camisi Kutubiye’ye yakın mesafede bir otel bulabiliyoruz.

Ertesi sabah ilk olarak Afrika Kıtasının en hareketli şehir meydanı Djemaa el Fna’ya yani Kıyamet meydanına koşuyoruz. Meydanda etrafı seyretmeye başlarsanız hemen tüm gününüzü canınız sıkılmadan geçirebilirsiniz.. Maymun ve yılan oynatıcılar, falcılar, büyücüler, hokkabazlar, dövmeciler, işportacı ve sokak müzisyenlerinin kendilerine has çıkarıldıkları sesler eşliğinde, bir anda başka bir âlemin içine çekiliyorsunuz.

4 dirheme yani 1 TL’ye aldığımız leziz portakal sularımızı içerken, makinelerimizi çantadan çıkarmamaya dikkat ediyoruz, zira gösteri yapanları yakından izleyip ya da fotoğraflayıp, bahşiş bırakmadan çekip gidersek, kötü tepkilerle karşılanacağımızı, şahit olduğumuz birkaç olaydan anlıyoruz. Meydanda biraz oyalanıp souk denen, dar sokaklardan oluşan kapalı çarşı kısmında kayboluyoruz.. Bir esnafla ayaküstü muhabbet ederken, fotoğraf makinemi işaret ederek, beni bir baharatçı dükkânına yönlendiriyor, içerde “Berberi kadınlar tarafından argan yağı yapımını fotoğraflayabileceğimi” söylüyor. Hiç düşünmeden dükkânın kapısından adımımı atıyorum içeriye ve nihayetinde bunun da bir müşteri çekme taktiği olduğunu, baharatçı çocuğun ikram ettiği ot ayından sonra idrak ediyorum. Çayın içine koyduğu madde nefesi ne kadar açıyor bilmiyorum ama zihnimi açtığı kesin.. Çocuk o kadar nazik bir şekilde anlatıyor ki, yerime iyice yerleşip, en yakındaki fotoğrafçı arkadaşımı da arayıp, bu lezzetli çayı kaçırmaması için dükkânı tarif ediyorum. Nihayetinde memlekette bulamayacağım türden birkaç şifalı ürün alıyorum ama satıcı çocuğu fotoğraf için dükkanın önünde modellik yaptırmadan da bırakmıyorum.

Ertesi gün, şehrin önemli tarihi mekânlarını dolaşmaya yalnız çıkıyorum. Uzun yıllar şehri yönetmiş olan Ba Ahmet’in, Bahia sarayını gezerken, Arapça’da “parlak ve güzel” manasına gelen Bahia ismini, Endülüs el işçiliğinin güzel örnekleri ile bezenmiş duvar ve kapılarda görünce daha iyi anlıyorum.

El Badi sarayı, bir sonraki durağım oluyor. 1578’de Sultan Ahmad al-Mansur’un hanedanlığa gelmesi ile başlayan sarayın yapım aşaması yaklaşık 25 yıl sürmüş. Oldukça ihtişamlı olan, 360 odası olduğu söylenen saraydan geriye pek bir şey kalmamış ne yazık ki. Yeraltı zindanlarından sonra devasa havuzlu bahçesini limon çiçeği kokuları eşliğinde geziyorum.

Saadi mezarlarını da ziyaret etmeden geçmek istemiyorum, mezarlık kompleksinin girişi adeta gizlenmiş gibi, Kasbah Camisinin hemen yanında ama sormayınca gözden kaçabilecek bir yerde. Kompleks, Saadi Hanedanlığından Ahmad Al mansur ve ailesinin yanında çeşitli gayri müslimlerin de mezarlarını içeriyor.

Şehrin biraz dışında kalan, 20.yy başında Ressam Majorel tarafından kurulan Majorel bahçelerine taksi ile ulaşıyorum. Bahçe, Yves Saint Laurent’in anıt mezarı kabül ediliyor, burayı bir dönem evi olarak kullanmış ve küllerinin bahçesine serpilmesine vasiyet etmiş.. Dev palmiyeler, tropik bitkiler, yaseminlerle kaplı süs havuzları arasında dolaşırken, bahçenin sukünet ve huzur sunan atmosferi, kaotik Marakeş’den çok uzaklarda bir yerde olduğum zannını uyandırıyor. Dev kaktüsler arasına inşaa edilmiş Berberi hayatı ile ilgili eserleri toplayan müzenin, dıştan görüşü oldukça cezbedici..

Marakeş’den sonra Atlas okyanusu kısmındaki eski Portekiz şehri Essaouira’ya doğru hareket ediyoruz.

Essaouira, medinası da diğer eski şehirler gibi surlarla çevrili, UNESCO dünya kültür mirası korumasındaki şehir, Fas’ın Bodrum’u gibi.. Küçük çaplı bir tersane ile iç içe olan liman ve liman girişindeki eski Portekiz kulesi görülemeye değer yerler.. Tüm Fas’da genel olarak daha uygun fiyata bulduğumuz argan yağının asıl üretildiği yer burası. Kooperatiflerden biraz pazarlıkla, Türkiye’nin yaklaşık dörtte biri fiyatına argan yağı ve argan yağından yapılma krem benzeri ürünleri alabiliyorsunuz.

Essaouira’dan sonraki, son durağımız Kazablanka. Kazablanka’da dünyaca ünlü Hassan II camisi ve Medina’sı ziyaret etmek istediğimiz başlıca mekanlar..

Fransız mimar Michel Pinseau tarafından tasarlanan ve Bouygues tarafından inşa edilen caminin tasarım aşaması, Kral Hassan II’nin getirilen projeleri sürekli geri çevirmesi nedeniyle uzun yıllar sürmüş. Kral, Tanrının tahtının deniz üzerinde olduğu düşüncesi ile caminin deniz üzerine yapılmasını istemiş ve böylelikle cami, denizin doldurulması ile elde edilen bir alan üzerine inşa edilmiş. Aynı anda 25.000 kişinin cami içinde 80.000 kişinin avluda namaz kılmasına olanak verecek derecede geniş olan caminin minaresi, 210 metrelik uzunluğu ile dünyanın en uzun minaresi.

Yapımına 1986’da başlanan cami, Kral Hassan II’nin 60. Doğumgününe yetiştirilmek üzere 7 yıllık bir sürede tamamlanmış.

Caminin etrafında rahat bir şekilde fotoğraf çekebilir ve gezebilirken , namaz vakitleri dışında turistleri camiye almadıklarına şahit oluyoruz.. Müslüman değilseniz, namaz vakitleri de girmeniz zor ancak turistik ziyaret için grup halinde belirli saatlerde turlar düzenleniyor. Ne var ki Cuma günü olduğu için bu hizmetten yararlanamıyoruz.

10 günlük yorucu ama keyifli gezimiz son bulurken, dimağımızda, otantikliğini hala koruyan renkli Medina hayatının yanında sıcakkanlı insanları ile geçirdiğimiz anlar kalıyor..

Fas ile Endülüs bir medeniyetin iki kardeş yüzü.. Bir bakıma Fas Endülüs’e giden mananın yoğurulduğu yer..

FAS – Bu yazı 2015 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 99. sayısından alınmıştır.

 

Exit mobile version