Gezgin Dergi

Galata’da Bir Sanat Adamı ve Onun Müze Evi

Yazı ve Röportaj: Önder Kaya

Habib Gerez 83 yıllık hayatının neredeyse tamamını İstanbul’da geçirmiş, şiirlerine, resimlerine bu şehr-i şirini taşımış bir gönül adamı. Kendisi ile yayına hazırlamakta olduğum bir kitap vesilesi ile tanışmıştım. Türk-Musevi cemaatinin geçen yüzyılda yetiştirdiği en önemli simalardan biri olan Avram Galante’nin “Küçük Türk Tettebbular” adlı çalışmasının Latin harfleri ile çevirisini bitirmek üzereydim. Ancak Galante’nin matbuat aleminde kullanılagelen ve son derece soluk bir iki fotoğrafının dışında çalışmamda yer verebileceğim görsel malzeme bulmam mümkün olmamıştı. Bir dönemin en önemli kültür hizmetlerinden olan Tiryaki dergisinin sahibi ve yayın yönetmeni Moşe Grosman’a bu durum karşısındaki çaresizliğimi aktarırken, onun “Habib Gerez’e gitsene, seve seve yardımcı olur, Galante’yi en iyi tanıyan kişilerden biridir” demesiyle bu değerli sanat adamıyla tanışma sürecim başladı. Tünel’de başlayan yokuşun, Galata kulesine kıvrılan köşesine yakın bir yerdeki üç katlı evine ilk geldiğimde, kapıda beni gayet sevecen bir çehre ile karşılayan Habib Bey’le sanki kırk yıldır tanışırmışçasına sohbete daldık.

Kendisinin Avram Galante ile yıllar süren dostluğundan bahsetti. Gerçekten doğru kapıyı çalmıştım. Galante, son yıllarında Kınalıada’da inzivaya çekilmişti. İşte o ortamda Habib Gerez, yıllarca adaya giderek Galante ile öğle yemeği yemiş, kahve eşliğinde sohbet etmiş, derdine ortak olmuş; “Her gidişimde sevinir, yeni eserlerinden imzalayarak hediye eder ve bir bölümünü de postaya vermem, çeşitli kütüphanelere bırakmam için bana teslim ederdi” demekte. Bugün Türkiye Yahudileri hakkında araştırma yapanlar, ilk olarak Galante’nin “Türkler ve Yahudiler” adlı kitabına müracaat eder. Bu değerli araştırmacı, baskı sayısı üç yüzü geçmeyen kitaplarını, kendi imkanlarıyla bastırmıştı. Yayınladığı kitaplarından bazılarını çevresine hediye etmiş, önemli bir bölümünü de Avrupa’nın saygın kütüphanelerine göndermiştir. Eserlerinin Türkiye’de rağbet görmemesinden dolayı bir gün Habib Gerez’e “Benim kitaplarım burada basılır ancak dışarıda okunur” deyivermişti. Habib Gerez’in kendisi için bir meslekî jübile teklifini ise Galante; “Bunları istemem, sadece gençler benim kitaplarımı okusun yeter” diyerek geri çevirmişti. Habib Bey, onun sözünü dinlememiş ve tüm muhalefetine rağmen 84. yaşgününde Galante’nin ağlamasına da vesile olan, çok güzel bir jübile hazırlamış. Bu jübileye rahatsız olduğu için Galante katılamamıştır. Bunun üzerine Habib Gerez, aralarında ünlü şarkiyatçı Cecil Roth’un da bulunduğu kutlama telgraflarını gümüş bir kutunun içine koyarak Galante’nin kış mevsimlerini geçirdiği Balat Musevi hastanesinde, ona takdim etmiş. Yine Galante’nin kendisine ettiği bir nasihati de yıllarca kulağına küpe etmiş olup, bugün de ziyaretine gelen gençlere aynı tavsiyeyi büyük bir keyifle tekrarlıyor. Habib Bey’in basın aleminde ilk şiirleri çıktığında Galante, kendisine “Sakın çevrenin söylediklerine kulak asma, üretmeye devam et, bizden geriye ancak bu güzellikler kalacak, bu dünya boş” deyivermiş. Habib Bey’de böyle düşünüyor olacak ki basında çıkan bazı yazılarını derlediği bir kitabına “Yaşamın Tadı Tuzu Sanat” adını vermiş. Yaklaşık 30 yıldır Tünel’den aşağı inen yokuşta oturuyor Habib Gerez. Yokuştan inerken Goethe Enstitüsünün hemen yan sokağındaki Yörük çıkmazında yaşamış 20 yıl. Hatta çıkmazda yer alan ve bugün turistlerin fotoğrafladığı, kendisine ait iki de duvar tablosu süslüyor bu sokağı. İlhan Berk ‘de Galata’yı anlattığı çalışmasında Gerez’in, eskiden oturduğu bu evi tam bir sanat atölyesine benzetmektedir. 1997’den beri yaşadığı Tünel yokuşunun, Galata kulesi köşesine son derece yakın üç katlı müze evi ise şu şekilde tasarlanmış; giriş katında çalışma masası, misafirlerin ağırlandığı bir oturma takımı ve birazdan hakkında bilgi vereceğim arşivi, alt katında tabloları ve en üst katta da resim atölyesi ile çoğu şiir kitaplarından oluşan kütüphane yer alıyor. Habib Gerez, uykusunda dahi sanattan ayrı kalmak istemiyor olmalı ki yatak odası da bu katta. Mesleğimin tarihçilik olması nedeniyle arşiv meraklısı çok insanla karşılaştım. Ancak itiraf edeyim Habib Gerez bambaşka. Çalışma odasının bulunduğu giriş katında yer alan bir kütüphanede gayet kalın ve büyük siyah ciltler görürsünüz. Bunlar kitap değil, Gerez’in kişisel arşividir. Arşiv 3 ana bölümden oluşuyor. “Fotoğraflarla Gerez”, “Basında Gerez” ve “Gerez’in Yayınlanmış Yazıları”. Son kısımda yer alan çalışmalarından bir kısmı, iki kitap halinde basıldı zaten. Ağırlıklı olarak sanat yazılarının yer aldığı “Yaşamın Tadı Tuzu Sanat” ile “Rüzgara Söylenenler” böylelikle oluştu.

“Fotoğraflarla Gerez” isimli arşive giren en eski fotoğraf 1929 tarihli. Yani Habib Gerez’in üç yaşındaki halini gösteren bir belge. Yeri gelmişken bu albümün hemen iç kapağında yazan son derece şairane bir sözü de paylaşmak isterim; “Bu ciltteki fotoğraflar, ömrümün tükenmiş günlerinin bir göstergesidir ve kaybolmuş hayatımın mezar taşlarıdır. Doğa kanunları gereği ben sadece sonuncusunu göremeyeceğim”. Sonrasında ise adeta hayat felsefesini özetleyen şu beyit geliyor; “Ergeç önümüze çıkacak bir mermer şehir, Sadece resimlerde kalacak varlığımız”. (Soldaki) 1961’de donemin Ermeni patrigi Snork Kalustyan ile modern galeride

(Ortadaki) 1968’de iki Türk ressamı  İbrahim Safi ve Gabib Gerez

(Sağdaki) Aralik 1961de hahambasi David Asseo ile

Kronolojik olarak düzenlenmiş ciltlerce albümlerden Gerez’in hayatının safhalarını adım adım öğrenmek mümkün. Habib Gerez, 1926 yılında Ortaköy’de mütevazı bir ailenin ikinci çocuğu olarak doğmuş. Hani kendisi de Ortaköylü olan değerli tiyatro sanatçımız Zihni Küçümen’in “Maliklerin, Sultanaların, Stavroların yaşadığı mekan” olarak takdim ettiği o kozmolit Ortaköy’de. Gençliği buralarda geçmiş. Maddi zorluklar nedeniyle kapanana kadar ilkokulun üç sınıfını Ortaköy Musevi ilkokulunda okumuş, sonradan 23. İlkokula geçerek buradan mezun olmuştur. Ortaokulu ise kısa bir süre önce yanan Gaziosmanpaşa Ortaokulunda bitirir. Habib Bey’in edebiyat öğretmenleri açısından bahtı, işte bu yıllardan itibaren hep açık olmuş. İki Türkçe öğretmeninden biri Zeki Ömer Defne diğeri ise Kadircan Kaflı. Her ikisi de Türk şiirinin seçkin simaları. Ancak asıl Kabataş’ta iki zirve şairle tanışma fırsatı yakalayacaktır ki bunlardan ilki Behçet Necatigil, diğeri Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Gerez’in üzerinde en büyük etkiyi ise ikincisi bırakır. Çamlıbel’in edebiyat derslerinde gayet başarılı olan Gerez’i çevresine örnek öğrenci olarak göstermesi, onun şiir iklimine yavaş yavaş girmesine neden olur. Ancak diyor Habib Bey, “kendisiyle asıl mezuniyet sonrasında dostluk kurdum. Kabataş’ta ne de olsa öğretmen-öğrenci ilişkimiz vardı. Mezun olduktan sonra ise bayramlarda evine gider, hatrını sorar ve kendisiyle sohbet ederdik”.

Habib Bey, Faruk Nafiz Çamlıbel’in nüktedân yönü ile ilgili gayet hoş anekdotlar da anlattı ki bazılarını buraya da almak isterim; “Bir gün Çamlıbel sınıfta bir öğrenciye Mehmet Emin Yurdakul’un “Bırak beni haykırayım” şiirini okutmaktadır. Lakin öğrenci, bir türlü şiirin hakkını veremeyip gayet cılız bir ses tonu ile ve ruhsuz bir biçimde okumaya devam edince dayanamaz ve öğrencisine “Evladım hadi bıraktık haykırsana yahu” deyiverir. Bir başka anı ise bizzat Habib Bey’le alakalıdır. Hoca, Habib Bey’i tahtaya kaldırır ve bir şairle ilgili sorular sorar. Ancak Habib Bey hazırlıksızdır. Yine de bilmiyorum demek yerine, “lirik şiirleri vardır, duygu yoğunluğu had safhadadır, kafiye meselesi üzerine kafa yormuştur, romantizmin tesiri açıkça seçilir” gibi yuvarlak ifadelerle sözlüyü geçiştirmeye çabalar. Fakat işgüzâr bir arkadaşı durumu farkedip Çamlıbel’e, “hocam o şairi anlatmıyor” deyince Çamlıbel, “oğlum onun dedikleri tüm şairlere uyar” diye cevap verir. Faruk Nafiz’in derse ilk gelişini de Habib Bey gayet iyi hatırlıyor; “Edebiyatla ilgili olduğum için Faruk Nafiz Bey’in ders hocamız olduğunu öğrenince çok heyecanlanmıştım. Gel gör ki sınıfın çoğu hocayı tanımıyor. Hoca derse girer girmez hemen bir arkadaşımıza edebiyat kitabını açmasını ve rastgele bir şiir okumasını istedi. Tesadüfen arkadaşımız da Çamlıbel’in bir şiirini okudu. Hoca, şiir bittikten sonra o arkadaşımıza ne anladığını sordu. Arkadaş ta ‘hiçbir şey’ deyince, ‘Öyleyse sen beni hiç anlamayacaksın” dedi. Hasılı bu efsane hocanın adı, günümüzde okulun içindeki bir müzede yaşar.

Beyazıt’taki Hukuk fakültesinde okurken, Marmara lokaline devam eden Habib Gerez, “burada yazdığımız şiirleri arkadaşlarımıza okurduk. Atilla İlhan da yere kadar uzanan kaşkolu ile gelir ve şiirlerini okurdu” diyor. Bu yıllarda ünlü şair ve yazarlarla da tanışma fırsatı bulmuştur. Park Otel de Yahya Kemal hakkındaki izlenimlerini aktarırken “bir masada oturur, yanına gelip hatırını soranlara şiirlerini okurdu. Kendi şiirleri hakkında yapılan yorumları, eski yazıyla not alırdı. Bir şiiri üzerinde aylarca hatta yıllarca düzeltmeler yaptığı olurdu” diyor.

60-70 yılları arasında şiirle ilgilenen Habib Gerez, 70’lerden sonra resim çalışmalarına yönelmiş ve uzun süre bu iki alandaki çalışmalarını birlikte yürütmüştür. Resim çalışmaları sırasında Şeref Akdik, İbrahim Safi gibi önde gelen ressamlarla arkadaşlıklar kurmuştur. Tünel’de, Metro Han’ın hemen karşısına denk düşen Güney İşhanındaki atölyesinde, Nurullah Berk ile komşuluk etmiştir. Habib Gerez, 58 yıllık sanat yaşamında yüz otuz kişisel sergi açmıştır. Bunların otuzu yurt dışındadır. Yine yurtiçi ve yurt dışı 9 müzede eserleri bulunmaktadır.

Habib Gerez, 1961 yılından itibaren yaklaşık 35 yıl hahambaşılık özel kalem müdürlüğü de yaptığı için albümlerde devlet ricali ve dini cemaat liderleri ile çekilmiş fotoğraflarına da rastlamak mümkün. Ancak albümlerdeki en hüzünlü ve buruk kısım 6 Eylül 1986 tarihinde gerçekleşen Neve Şalom Sinangogu katlimanın fotoğraflarından oluşuyor. Arşivinin son parçası olan “Basında Gerez” ise, hakkında çıkan haberlerden oluşuyor. Habib Gerez, kendi isminin geçtiği her dergi ve kitabı da toplayıp arşivliyor. Açıkçası bu konudaki arşivi de bayağı kabarık. Bu konuya ayrılmış ciltlerin içinde Türkçe ve yabancı dillerde beş binden fazla yazı var.

Habib Gerez ile son olarak 83 yıldır yaşadığı İstanbul üzerine konuşalım diyorum. Önce yaşadığı semtlerle işe başlıyoruz. Çocukluğunun geçtiği Ortaköy, 1920 ve 30’lu yıllarda hatırı sayılır bir Musevi cemaatine sahipmiş. “Biz Dereboyu Bulgurcu sokakta, On sekiz Akaretlerde otururduk. Oradaki ailelerin büyük bir kısmı Yahudi idi. Sonradan buradaki nüfus, İstanbul’un farklı yerlerine taşındı. Semtteki Yahudi varlığının en belirgin yapılarından biri olan Etz-Hayim Sinagogu, bölgede azalan Yahudi nüfusuna rağmen halen faal. Ancak buraya gelen cemaatin büyük bir bölümü artık Ortaköy’ün değil Ulus semtinin sakini”. Sonrasında muzip bir gülüşle “Şişli’de bir apartıman yoksa eğer halin yaman dediler, biz de Şişli’nin yolunu tuttuk” diye ekliyor. Şişli’de o zamanlar Mecidiyeköy dutluklarına arkadaşları ile birlikte gezmeye gittiğini söylüyor. Burada ikamet ettiği yıllarda, hem Tünel’deki resim atölyesine devam etmiş, hem de Hahambaşılık’ta çalışmış. Ta ki 70’lerin sonunda Yörük Çıkmazı’na taşınana kadar. Ondan sonra Galatalı oluvermiş. 1997 depreminin hemen sonrasında ise, şimdiki üç katlı evine taşınmış.

Yeniden İstanbul’un hali pürmelaline dönüyoruz. “Ben insanları severim. Din, dil, millet ayrımı yapmam. Ama şehirlilik başka şey. Son yıllarda İstanbul’a, bu kültürü almayan pek çok insan akın etti.Gençliğimde İstanbul 1.5 milyon nüfusa sahipti. Şimdi on katı. Şehir artık bu nüfusu kaldıramıyor, bir edebiyat dergisine verdiğim röportajda bu durumu şu şekilde ifade ettim; İstanbul’un hali bir bardak şaraba, on bardak su katılmış gibidir. O artık başka bir şeydir” sözleri ile özetliyor düşüncelerini.

Habip Gerez, Galata’yı da, insanları da, dünyayı’da çok seviyor. Evinin alt katını çalışmalarından oluşan bir sanat galerisine dönüştürmüş. Dünyanın pek çok yerinde sergiler açan, eserleri büyük müzelerin kataloglarında yer alan, sayısız ödül sahibi bu gönül adamının çalışmalarını buradan izlemek mümkün. Geçenlerde sevdikleriyle birlikte 83. yaş gününü de burada kutladı. Onu sevenler şiirler okudular, şarkılar söylediler. Galata’nın bu gönlü zengin ve zarif simasına daha nice sanata vakfedilmiş yıllar diliyoruz. Tıpkı evindeki duvarda yer alan bir levhada yazdığı gibi; “Sanatın kulu kölesiyim, böyle kölelik dostlar başına”.

Galata’da Bir Sanat Adamı ve Onun Müze Evi – Bu yazı, Gezgin dergisinin 2009 yılının Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version