Gezgin Dergi

Gezgin Çocuk / Dünya’nın Öteki Ucu Neresidir?

Durun bir dakika… Önce derin bir nefes alın ve dışardaysanız başınızı gökyüzüne doğru kaldırın. Evde veya iş yerindeyseniz, pencereden görebilirsiniz gök kubbeyi… O engin maviliğe, bu mevsimde çoğalan bulutlara ve ufkun önündeki tepelere bir göz gezdirin.

Yazı: Nihat Vuran – İllustrasyonlar: Sevgi İçigen

Gökyüzüne bakarken, çocukluk çağınızdaki hayâllerden ve hatıralardan bazıları da muhtemelen gözünüzde canlanmaya başlayacaktır hemen… Yeryüzü ile gökyüzü arasında olanları anlama çabasıyla geçen hayatlarımızda, bugün yürümekte olduğumuz yolların çoğunu çocukken seçtiğimizi farkettiniz mi?

Şimdi yeniden sayfada gözlerimiz… Derginiz GEZGİN’de ilk kez karşılaştığınız bu bölüm, güzel bir “geleceğe” giden küçük patikalar ve rotalar oluşturmayı amaçlıyor. O nedenle köşe adına bakıp hemen sayfayı çevirmeyin; çünkü burası hepimizin geleceğini ilgilendiren bir bölüm aslında…

Nasıl mı?

Bu köşede paylaşacağımız rotalar, çocuğuyla birlikte gezi keşifleri yapmayı arzu eden anne babaların yanı sıra çocukla ilgili tüm yetişkinler için yerküreden ipuçları sunmaya çalışacak… Sadece çocuklar için değil, belki uzun zamandır gündelik telaşların hızıyla koşuştururken bakmayı unuttuğumuz içimizdeki “çocuk bakışı”nın pencerelerini aralamak için de bir teneffüs arası olacak bu sayfalar…

Bazen saklambaç oynar gibi güzel bir şehrin sokaklarında kaybolacağız, bazen de çocukluğun hayret ve merak duygusuyla “açıl susam açıl” deyip tarihin kapılarından geçeceğiz.

Bazen dünyanın en ünlü çocuk edebiyatı yazarlarından birinin İstanbul seyahatinde peşine takılırken, bazen de Türkiye’nin farklı bir köşesinde veya dünyanın bir başka ülkesinde “en ilginç” insanlarla, hayvanlarla veya durumlarla tanışacağız satırlar arasında…

Belki de her gün önünden geçip gittiğiniz bazı mekanların çocuklarla ve çocuk bakışıyla gezerken nasıl farklılaştığını, masal tozuyla ışıldadığını siz de hissedeceksiniz.

Bunları niye anlattım?

Bendeniz de bir çocukken, köydeki ilkokulda sınıfımızın duvarını süsleyen büyük “Dünya Haritası”na bakınca çocuk aklımla çözemediğim bir konu vardı: Biri haritanın en solunda, diğeri ise haritanın en sağında görünen Amerika Birleşik Devletleri ile Japonya’nın, dünyanın iki ucunda yer almalarına rağmen bu kadar mesafede niçin ve nasıl savaşmış olduklarını merak ederdim. Bir de bu, dünyanın görünen yüzüyse “acaba dünyanın haritada görünmeyen tarafında ne var?” diye düşünürdüm.

Tabii dünyanın yuvarlak olduğunu Galileo’dan çok sonraları da olsa “keşfedip” aslında bu haritanın yerkürenin açılmış hali olduğunu öğrendiğimde, bu merakımı gidermiş oldum. Fakat o günlerden benim aklıma miras olarak “dünyanın öteki ucu” diye bir kavram takılı kaldı. Belki bu kavramın bende böylesine yer etmesinde, ninemden dinlediğimiz masalların da etkisi de vardır, bilemiyorum.

Ama o ilkokul yıllarından beri “dünyanın öteki ucu”nu ya da farklı bölgelerini hep merak ettiğimi, bu konuda yeni bilgiler okumanın beni çok mutlu ettiğini biliyorum. Okuma tutkusu, bilmediğim ve gidemediğim farklı dünyalara bir yolculuk yapma anlamına geliyordu benim için…

Okul hayatım boyunca devam eden kitap ve dergi okuma tutkusu, üniversiteye başlamamla birlikte yayıncılık serüvenine dönüştü. Yirmi seneye yaklaşan yayıncılık hayatımın en güzel ve en heyecanlı dönemi ise özellikle çocuk yayıncılığına odaklandığım 2001 sonrası yıllar oldu.

Bu dönemden itibaren yayınladığımız çocuk dergileri, kitapları ve diğer yayın projelerinde çocuk okurlara hep “dünyanın öteki ucu”na giden okuma yolları açmaya çalıştık. Çünkü “dünyanın öteki ucu”; aslında hemen her çocukta doğuştan var olan merak duygusunun, yeni bilgiler keşfetme heyecanının ve dünyadaki sayısız güzellikleri hayretle izleme isteğinin rotasını aydınlatan bir kutup yıldızı gibiydi.

“Dünyanın öteki ucu”, Kaf Dağı’ydı belki… Belki de bir dudağı yerde, bir dudağı gökte sevimli bir devdi. Aslında “dünyanın öteki ucu”nun, her insanın kendi içinde saklı olduğunu düşünüyorum artık… Çünkü herkesin bir “iç dünyası” olduğuna göre, haliyle bu dünyanın bir ucu kalbimiz, öteki ucu aklımız bence… İşte bu yüzden çok önemli buluyorum, çocuklar için ve çocuklarla birlikte güzel şeyleri paylaşmayı… İşte bu nedenle çocukların sahip olduğu pırıl pırıl neşe, sevgi ve merak duygularının önemini fark edip, onların çocukluk evreninde bir yıldızın ışıldamasını sağladığımızda dünyanın daha da güzelleşeceğine inanıyorum. İşte bu niyet ve arzularla çıkıyoruz bu köşedeki yazı yolculuklarına, yolculuk yazılarına…


Kısacası, çocuklarla el ele yapacağımız bu keyifli yürüyüşlerin hepinizin hoşuna gitmesini umuyorum. Tüm çocuklar güzeldir ve her zaman güzelliklerle tanışmayı hak ederler. Çocukların tarafında yer alan her yetişkin de güzeldir!

DÜNYANIN “SIFIR” NOKTASI: SULTANAHMET

Dünyanın iki ucundan bahsederek yaptığımız bu girişten sonra, bu kez “dünyanın sıfır noktası” olarak kabul edilen bir mekanda kısa bir tur yaparak başlatalım yolculuğumuzu…

8 bin yıllık geçmişiyle dünyanın en kadim şehirlerinden biri olan İstanbul’un tarihi Suriçi yarımadasında yer alan ve bugün Sultanahmet Meydanı olarak bilinen bölgenin bazı tarihi kaynaklarda “dünyanın merkez noktası” sayıldığı biliyor muydunuz? Buna şaşırmamak gerek… Çünkü Napolyon’un “Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediğini düşünürsek, üç imparatorluğa başkentlik yapan ve bugün iki kıtanın buluşma noktasına yayılan İstanbul’un dünyanın merkez noktası görülmesi son derece normal…

Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası vardır, belki duymuş olabilirsiniz… Bir gün yabancı bir bilginle fikri tartışma yaparken, “Dünyanın merkezi neresi?” diye sorulur Hoca’ya… Hoca da “Benim karakaçanın ayağını bastığı yerdir” der ve ekler, “İnanmıyorsanız, ölçün!…”
Tabii kimsenin ölçme imkânı olmadığı için, sıfır noktasının gerçekten orası olup olmadığını bilmesi de zor. Ama İstanbul’a gelenler, dünyanın merkezi olarak kabul edilen bir noktayı gözleriyle görebilir: Sultanahmet’teki Million Taşı!

Bizans döneminden kalan Million Taşı, “Sıfır Noktası” olarak bilinmektedir ve dünyanın diğer şehirlerine uzaklık için, tarihte bu anıt başlangıç noktası olarak kabul edilmiştir. Bizanslılar burayı dünyanın merkezi olarak kabul ettikleri için Ayasofya’yı da o merkeze inşa etmişlerdi. İngiltere’deki Greenwich’in merkezi saat kabul edilmesine kadar yaklaşık 1600 yıl boyunca dünyanın mesafe, saat ve takvim ayarlarında Million Taşı esas alınmıştı. Million Taşı, meydana yakın Yerebatan Sarnıcı’nın yanı başında ve Ayasofya’nın çaprazında yer almakta…

TARİHİN BULUŞTUĞU MEYDAN

Sultanahmet Meydanı, yüzyıllardan beri İstanbul’un en önemli meydanlarından biridir. Bizans devrinde buraya Hipodrom denirdi. “At binenlerin, atların meydanı” anlamına gelen Hipodrom’da, Bizans zamanında büyük yarışlar yapılırdı. O yüzden Osmanlı döneminde burası “At Meydanı” olarak isimlendirilmiştir.

Sultanahmet Meydanı’nda baktığınız her yönde ve attığınız her adımda, bir tarihi eserle ve hikayeyle karşılaşırsınız. Bazen insan, bu bölgede uçan kargaların ve martıların da tarihin içinden süzülüp geldiğini düşünmeden edemez.
Çocuklar için yazdığı birbirinden güzel kitaplarındaki biyografisinde “dünyanın sıfır noktasında” yaşadığını belirten çocuk edebiyatı yazarımız Mevlâna İdris’in evi de yıllardır bu semtedir.

Günümüzde bir park halini alan Hipodrom meydanının ortasında 3 büyük tarihi anıt bulunuyor: 32 metre boyundaki Örme Dikilitaş, Mısır’dan getirilen Obelisk (Dikilitaş) ve Delfi’deki Apollon tapınağından getirilen Yılanlı Sütun… Mısır’dan getirilen Dikilitaş’ın, İstanbul’daki en eski ve en büyük tarihi anıt olduğu söylenir.

Bu anıtların hemen yan tarafında, meydana adını veren, altı minaresiyle Sultanahmet Camii yer alıyor. 1609-1616 yılları arasında Sultan I. Ahmet tarafından dönemin ünlü mimarı Sedefkar Mehmet Ağa’ya yaptırılan bu muhteşem cami İstanbul’un tek 6 minareli camiidir. Camide mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileri kullanıldığından ve kubbeler mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için, yabancılar buraya “Mavi Cami (Blue Mosque)” demektedir.

Camiden çıkınca meydanın sol tarafında Türk ve İslam Eserleri Müzesi bulunuyor. Tam karşımızda ise İstanbul’un sembol yapılarından Ayasofya ile Topkapı Sarayı Müzesi yer alıyor. Az ileride Yerebatan Sarnıcı, aşağıda Gülhane…
Kısacası bu bölgede farklı yüzyıllardan kalma çok sayıda tarihi yapı, “Önüm, arkam, sağım, solum tarih!” diye sizi sobeliyor.
Ama bu mekanları, sonraki yazılarımızda daha uzun gezmek için şimdilik burada ilk molamızı verelim.

Kutu 1

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

1) İstanbul’daki en eski tarihi eser, Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş’tır. MÖ 1500’te zafer anıtı olarak inşa edilen 19 metre yüksekliğindeki bu eser, MS 4. yüzyılın sonlarında İstanbul’a getirilip yerleştirilmiştir.
2) Şehrin su ihtiyacını karşılamak için I. Justinyen döneminde (527-565) yapılan Yerebatan Sarnıcı, 336 sütunlu büyük bir su deposudur.
3) Meydanda yer alan Alman Çeşmesi, 1898 yılında Almanya’da yapılıp sonra da o haliyle İstanbul’a getirilerek bugünkü yerine konulmuştur.

Kutu 2

NE YENİR?

Bu bölgenin en önemli lezzet durağı Tarihi Sultanahmet Köftecisi’dir. Dükkan “tarihi” ama merak etmeyin, köfteler taze… Çünkü tarihi esere dönüşmeye fırsat bulamadan, mideye indiriliyor.

Kutu 3

DAHA NE DENİR?

“Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe,
Derken camiler üstünde güvercin;
Minareler katından geçiyorum,
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un.”
(Cahit Sıktı Tarancı)

İPUCU

İstanbul’un, iki farklı kıtayı buluşturmanın yanı sıra yüzlerce farklı rengi, sesi, tadı ve ışığı da buluşturduğunu görmeli çocuklar…
İstanbul’un herhangi bir şehrin sahip olabileceğinden çok daha fazla farklı mekan, tarih ve hayat hikayesi sakladığını duymalı çocuklar… Çünkü İstanbul ekseninde, bir çocukla paylaşılabilecek ve yarınlarımıza güvenle taşınabilecek güzellikler oldukça fazladır.

Bu yazı 2012 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 69. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version