Hani “bir kitap okudum hayatım değişti” diye başlayan bir kitap vardı ya! Ben de hiç düşünmeden, Hindistan’ a gittim ve hayata bakış açım değişti diyebilirim. Hatta bu değişikliği gelişim olarak da adlandırabilirim.
Yazı ve Fotoğraflar: Ilgın Yaroğlu
Öncelikle şunu söyleyeyim; yolculuğa çıkmadan önce ne kadar araştırma yaparsanız yapın, kendinizi göreceklerinize ne kadar hazır hissederseniz hissedin, Hindistan yine de şaşırtmayı başaracaktır sizi.
Yurt dışında araç kiralayacağımız şirketin, havaalanı şubesinden, çok önceden yaptırmış olduğumuz rezervasyonlu aracı fellik fellik arayıp, aslında havaalanında bu şirketin bir şubesi olmadığını öğrendiğimizde, saat sabahın 4’üydü ve bize uzaktan gülümseyen, lokal ve ilk bakışta pek de çekici gelmeyen ‘rent a car’a yönelmekten başka çaremiz de yoktu. Şoförlü ve şoförsüz aracın kiralama ücretinin aynı olduğunu öğrenip (biz şoförlü seçtik) saman kağıt üzerine tükenmez kalemle yazılan makbuzumuzu alıp aracı beklemeye başladık. Bizi aracın yanına getiren görevlinin imalarını geç de olsa anlayıp bahşişini teslim ettikten sonra, heyecanlarla dolu, lunaparktaki ‘roller coaster’ tadındaki araba yolculuğumuza başladık.
11 gün süren gezimizin 5. veya 6. günü artık kornalara ve çılgınca kullanılan arabalara alışıp sırtımı arka koltuğa koyduktan az sonra, önümüzdeki rikşaya çarpıp, içinden 2-3 insanı düşürüp hiç durmadan yolumuza devam edince ki arkamızdakiler de sakince rikşaya geri bindiler tekrar oturuşumu huzursuz ve dik bir hale getirmiş ve içimden bildiğim tüm duaları okumaya devam etmiştim.
Havaalanından yaklaşık 4 saat süren bir yolculuktan sonra Jaipur şehrine vardık. Otelimize gitmeden önce Maymunlar Tapınağı ve Hawa Mahal’i görmeye karar vermiştik.
Her ne kadar yorgun ve şaşkın olsak da, etrafta sürekli bir şeyleri kaçırıyormuşuz, her çektiğimiz fotoğraf karesi bir başkasını kaybetmemize sebep oluyormuş duygusuyla salgıladığımız adrenalin, bizi uyanık ve enerjik tuttu. Derken çok iyi konuşuyor denilen ama hemen hemen hiç İngilizce konuşamayan şoförümüz, “friend” diyerek solda aniden durdu ve bir adam arabamıza bindi. Kendisinin aslında hiç talep bile etmediğimiz yerel rehberimiz olduğunu ve Jaipur’da bizi istediğimiz her yere götürebileceğini söyledi. Akıcı İngilizcesi, yavaş yavaş sürprizlere alışan bünyemiz ve damarlarımıza işlemiş Türk misafirperverliğimizle (başka bir ülkede de olsak sonuçta bizim arabamıza binmişti) hiç karşı koymadık. Gerçekten de önceden belirlediğimiz yerleri bize gezdirirken güzel bilgiler de veriyordu sanırım ama benim ruhum, gönlüm ve aklım, etrafımızdaki içimi coşturan, kalbimi hızlandıran, içimdeki fotoğraf canavarını heyecanlandıran rengarenk, sımsıcak insanlarda idi.
Gülen gözler, dişler, renk renk sariler, dhotiler, mutluluk ve merakla bakan kadın, erkek, çocuk, gözleri.. Gittiği her yerde, her zaman, her şeyden çok oranın insanına dokunmayı, iki çift laf etmeyi ya da konuşmasa bile gözlerde sevgi seli kurmayı seven benim için burası bir cennetten farksızdı. Bıraktım kendimi onların ellerine. Bir ara kendimi bir köy düğününde kadınlarla dans ederken buldum. Düğünü çeken kameraman gelini bırakmış beni çekmeye başlamıştı.
Ertesi gün fillerle Amber Kalesi’ne çıkıp tepeden Jaipur’u izledik. Fillerin yüzündeki rengarenk desenler insanlardaki renklerin aksine hüzünlü geldi bana. Daha sonra rehberimizin ortak olduğu değerli taş dükkanına gidip, asıl amaçlanan alışveriş işlemini gerçekleştirip, Jaipur’dan ayrıldık.
Şunu söyleyebilirim ki, bizim Kapalıçarşı esnafıyla bile karşılaştırılamayacak kadar ısrarcılar. Çok da çaktırmadan yapıyorlar satışlarını. Tabiî ki kesin almamaya karar verirseniz zorlamıyorlar. Bir şey almadan çıkmayın diye ellerinden geleni yapıyorlar. Zaten öyle güzel el emeği ürünler var ki almadan edemiyorsunuz. Ama pazarlık şart.
AGRA
İkinci durağımız Agra’ya vardığımızda artık arabamıza habersiz binen adamı gayet sıcak ve bir o kadar da’’ oh ne iyi oldu da geldiniz’’ bakışları ile selamladıktan sonra, görmek istediğimiz yerleri belirledik. O gün Taç Mahal kapalı olduğu için ertesi güne bıraktık. Önce Agra Kalesi’ni gezdik. Agra Kalesi, Mümtaz Mahal’in ölümünden sonra artık devlet işlerinden elini eteğini çeken ve tüm hazineyi Taç Mahal’in yapımı için harcayan Şah Cihan’ın oğlu Evrengizip tarafından, daha fazla devlet hazinesine zarar vermesin diye kapatıldığı bir hapis odasını da içeren çok geniş bir kale. Taç Mahal’e de uzaktan geniş açılı bir bakış ve harika fotoğraflar sağlıyor. Akşam olduğunda Şah Cihan’la Mümtaz Mahal’in aşklarının anlatıldığı bir tiyatro izlemeye gittik. Ve böylece ertesi gün tüm duygusallığımla gözümde ve ruhumda iyice büyüttüğüm bu büyük aşkın mabedini görmeye hazırdım.
İşte karşımdaydı tarihteki en büyük aşk hikayelerinden biri. Hikaye demek yanlış olur aslında çünkü %100 gerçek. Asıl ismi Banu Begüm olan karısına “eşsiz sarayım’’ anlamına gelen “Mümtaz Mahal’’ dermiş Şah Cihan. 19. çocuğunu doğururken ölen karısı için yaptırdığı Taç Mahal, günümüz aşklarına meydan okuyor tüm ihtişamıyla. Orada durmuş her ikisini ve gece tiyatroda izlediklerimi düşünürken bir gülümseme yayıldı yüzüme; eminim buraya gelen nice kadın “insanlar nasıl mezar yaptırıyor eşlerine!!’’ ironisine düşüyorlardır diye düşündüm. Bir kadının mezarını kıskanmak…
Taç Mahal’i ve bu iki aşığı arkamda bırakıp yoluma devam ettim diyemem. Yeni rehberimizin yaptığı iyilikler ve hizmetler karşılığında bizi götürdüğü el sanatları dükkanından, deve kemiğine oyulmuş minik Şah Cihan ve Mümtaz Mahal minyatürleri alıp döndüğümde, yatak odamın kapısına astım. Umarım sonsuz yaşamlarında birbirlerinden hiç ayrılmazlar.
VARANASI, DÜNYANIN EN BÜYÜK DINI FESTİVALİ OLAN KUMBH MELA
Uzun bir yolculuk ve şoförümüzle edilen yarım yamalak birkaç cümlenin ardından Varanasi’ye vardık. On iki yılda bir yapılan dünyanın en büyük dini festivali olan Kumbh Mela’yı görmek ve fotoğraflamaktı aslında Hindistan’a geliş amacımız. Bu törenin yapıldığı Allahabad şehrinde çadır otellerde hiç yer bulamayınca, nispeten yakın olan ve zaten görmek istediğimiz Varanesi ‘de ayarlamıştık otelimizi. Toplamda 55 gün süren bu törenin en kutsal günü olan 10 Şubat sabahı Allahabad’a doğru yola çıktık. Ne şoförümüz ne rehberlerimiz ne de yollarda tanıştığımız Hintliler bizi göreceklerimiz ve yaşayacaklarımızla ilgili uyarmadı. Sanırım bunun nedeni hiç birinin on iki yıl önceki törene katılmamış olmalarıydı.
Allahabad’a varmadan 7-8 km. önce arabaların anahtarlarını kapatacak kadar yoğun olan trafik bile hala yaşayacaklarımıza tam hazırlamadı bizi. En kutsal günü seçmiştik ki insanların kalabalık olduğu asıl töreni kaçırmayalım. Ama “kalabalık” kavramımız 10.000 100.000 ne bileyim’ hadi burası Hindistan bir milyon’ kişi ile sınırlıydı. O gece bizimle Kumbh Mela’da olan 35 milyon kişi doğrusu hayal gücümüzün bile dışında idi. Önce güneşin batışını kaçıracağımız endişesi ile hemen araçtan inip yürümeye başladık. Sonra zaten herkesin yürüdüğünü fark ettik. Çünkü yürüyüş hızımız gitgide çoğalan kalabalıktan dolayı zaten düşmüştü. Biraz sonra Allahabad şehrinin içine nispeten dar sokaklara girdiğimiz için hemen hemen hiç yürüyemez olduk. Bu arada tabi benim hayallerim suya düşmüştü bile. Ganj ve Yamuna nehrinin kutsal sularında günahlarından kurtulmak için yıkanan Hinduları güneşin batışında fotoğraflama hayalim. .
Şu an sadece ’ben neredeyim, buraya nasıl geldim ve normal dünyaya geri dönebilecek miyim?‘ soruları ile doluydu aklım..
Hava iyice karardı. Dışarıda pişirilen yemek kokuları havadaki is ve duman nefes almamızı bile zorlaştırıyordu. Biz ise sadece yürüyorduk insan seli ile birlikte. Seyahatimizin başından beri heyecanlı, kıpır kıpır, dakikada 5-6 fotoğraf çeken ben, ilk kez biraz ara verip eşimin eline sıkıca sarıldım. O an sokaklarda yatan, bizimle yürüyen insanları düşündüm. İçlerinde hasta, sakat ve yaşlılar vardı. Sırtlarına birkaç parça eşya almış gelmişlerdi. Sanki ölmeye gelmiş olduklarını düşündüm. Ne büyük bir mutluluk olurdu onlar için. Böyle kutsal bir yerde, kutsal bir gecede düşüp ölmek.. Yürüdükçe sokaklar değişiyor bazen açılıyor genişliyor, bazen daralıyordu. Derken bir tren istasyonuna geldik. Nutkum tutuldu. Öncelikle şunu söyleyeyim çok geniş bir açıklıktaydık ama yine de hava aynı boğuculukta idi. Beni bu kadar şaşırtan yine insan sayısı idi.
Trenlere binip evlerine dönmeye çalışan insanlar, trenden yeni inecek olan insanlar, buranın nispeten geniş bir açıklık olmasından faydalanıp geceyi burada geçirecek insanlar.. Bir an durdum ve fotoğraf makinasını video moduna alıp çekmeye başladım. O anı tekrar tekrar yaşamak istedim sanırım. Unutmamalıydım hiç. Bütün bunların ötesine geçtiğimiz zaman bu anı, kendimi ne kadar fazla önemsediğimi, ne kadar büyük gördüğümü, aslında bu insanların arasında bile (ki kainatta daha da) bir minik nokta olduğumu hep hatırlamalıydım. Yola devam ettik rahat rahat yürüyorduk artık. Sarimin eteğini ağız ve burnuma maske yapmıştım nefes alabilmek için. Sadece karşıdan gelen trenin ışığında tek sıra rayların kenarından yürüdüğümüz bir an da oldu. Derken yaklaştığımızı hissettim.
Tören yerine doğru sapsarı ışıklar ve megafonla Hintçe konuşmaları duydum. Bu arada yanımıza genç bir çocuk geldi. Allahabad’ta bir üniversitede okuduğunu ve eğer izin verirsek bizimle yürümek ve sohbet etmek istediğini söyledi. Onun gelişi ve sohbeti beni tekrar gerçek dünyaya döndürdü. Sarı ışıklara da yaklaştık bu arada. Muazzam uzunlukta bir köprü ve altında sırf Kumbh Mela için kurulmuş bir çadır şehir. Hani şu çok isteyip de yer bulamadığımız çadırlar. (her şeyde bir hayır varmış) Aşağıdan gelen anlaşılmaz sesler, duman, kokular ve sarı ışık boyunca köprüde yürümeye devam ettik.
Yürüdük, yürüdük, yürüdük.. bir türlü sonu gelmiyordu. Başlangıcı ve bitişi de sisten ve dumandan seçilmiyordu. Sordum ne kadar uzunlukta bu köprü diye. ‘’3 km.’’ dedi. Peki Sangam’a (Ganj, Yamuna ve Saraswati Nehirlerinin birleşme noktası) ne kadar var dedim. ‘’1-2 km.’’ dedi. Bu arada şoförümüze ulaşamıyorduk çünkü telefon hatları ulaşılamaz durumda idi. Artık varacağımız yere varmamızın da bir önemi yoktu ve eğer geri dönmezsek, Varanasi ghatlarında güneş doğuşunda Ganj nehrinde arınan Hinduları da kaçıracaktık. Şöföre de ulaşamıyorduk ve ayrılırken onu trafiğin ortasında bir yerde bırakıp biz seni ararız demiştik. Dedim ki “tamam sorun değil yürürüz”. Bu sefer dönüşe geçmiş insan seline katıldık. O an bir sürü değişik düşüncenin ortasında tek istediğim, rahat nefes alacağım bir yere çıkmaktı. Doğru tarafa doğru yürüdüğümüzden bile emin değildik. Çünkü geldiğimiz yoldan dönmüyorduk.. Derken bir tabela belirdi önümüzde.’’ Varanasi 125 km.’’ yazıyordu. Nasıl sevindik anlatamam. İşte bu yol.. 125 km. yürürsek Varanasi’ye varan, gerçek dünyaya ait bir yoldaydık.
Hızlandık ve soluksuz, bize uzun gelen bir zaman daha yürüdükten sonra karşımıza çıkan ikinci tabela birincisi kadar sevimli görünmedi. Çünkü ‘’Varanasi 124 km. ‘’ yazıyordu. Sadece 1 km. gitmiştik yani. Moralimiz tam bozulmak üzereydi ki bir mucize oldu. Yaşadığımız onca şeyi bir anda bu mucize ancak anlamlı bir hale getirebilirdi ve oldu işte. Orda duruyordu arabamız. Tam bıraktığımız yerde tek bir farkla; sadece geri dönmüştü. Araç selinin ortasında yine kontağı kapamış öyle duruyordu. Hemen koşup cama yapıştım. İnsan her yerde insan, duygular hep aynı. Gözlerinin içi parladı şöförümüzün bizi görünce. O da endişelenmişti demek ki bizim için. Kapıyı açtım. İlk kez öyle içten gülümsedi ki. Eliyle 6 işareti yaptı.’’ Six hours’’ dedi.
Döndüğünü gösterdi eliyle. 6 saatte sadece burnunu döndürebilmiş. Ne önemi vardı ki! İşte buradaydık. Yaşadıklarımız gerçekti ve tüm gördüklerimizden yaşadıklarımızdan, hissettiklerimizden sonra sanki kucaklanıp güvenli yuvamıza bırakılmıştık. Ben normalde hayal gücümün peşinden giderim hep, olağanüstü olaylara inanırım, mucizelere. Ama eşim gerçekçidir ve o an benimle aynı şeyleri düşünmesi kafamdaki olguyu daha da gerçek yaptı. İkimiz de aynı şeyleri hissetmiştik ki o da şuydu: O gece dilini bilmediğimiz bize hiç benzemeyen bambaşka insanların arasında kainatta bir nokta gibiydik. Sanki mahşer yeriydi orası ve biz bir bakıp çıkmıştık. Ertesi gün Türkiye’den arayan bir arkadaşımız haberlerde izlediğini ve bizim geçtiğimiz o istasyonda 46 kişinin izdihamdan öldüğünü söyledi. Bizim için endişelenip aramıştı. Ona iyi olduğumuzu söyledik. Ve yine düşüncelere daldık. Bu arada otele vardığımızda saat sabahın 4’üydü ve 5’ te güneşin doğuşuna yetişmemiz gerekiyordu.
Ah şu fotoğraf aşkı.. Dün gece yaşananları sisli bir hayale dönüştürmüş, yaşananlardan olumlu dersler çıkararak şimdilik rafa kaldırmış ve hiç uyumadan doğruca Ghatlara varmıştık. Ben montumla bile üşürken buz gibi havada yarı çıplak soyunan Hindular, Ganj’ın sularına günahlarını bırakıp çıkıyorlardı. Ganj’ı izledim sonra.
Günahlarımız gerçekten elimizdeki bir kir gibi yıkansaydı nasıl olurdu dünya, diye düşündüm. İnsanların tüm yokluklarına rağmen mutlu olmayı ve ellerindeki ile yetinmeyi nasıl başardıklarını düşündüm. Şoförümüzle doğru dürüst bir muhabbet bile edemeden 11 gün boyunca gece uykusu hariç hep beraber vakit geçirdiğimizi, onu nasıl takdir ettiğimizi ve sevdiğimizi düşündüm.
Neden bazı insanların Hindistan’a bakıp sadece pislik, çöp ve yoksulluk gördüğünü düşündüm.
Hindistan’ı özleyeceğimi düşündüm ve özledim de….
Bu yazı 2013 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 81. sayısından alınmıştır.