Yazı: Oğuzhan Karagül Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
İstanbul, Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan bir köprü, medeniyetleri birleştiren, belki de dünyanın jeopolitik yönden en önemli şehri. Ünlü Fransız imparatoru Napoléon Bonaparte’ın dediği gibi “Dünya tek devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” sözünü haklı çıkaracak derecede değerli, ona sahip olanı diğer devletlerin kıskandığı, tarih boyunca uğrunda nice savaşların yapıldığı, nice canların yoluna feda olduğu paha biçilmez bir mücevher. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in, “Konstantiniyye elbet bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askerleri ne güzel askerlerdir” hadisinde geçen o kutlu kumandan ve onun askerleri olmak için Emeviler’den itibaren müslümanların da fethetmeye çalıştığı, sonunda fethi Osmanlılar’a ve Fatih Sultan Mehmet’e nasip olan bir kutlu şehir.
İstanbul, tarihi oldukça eski dönemlere kadar giden bir yerleşim yeridir. Fikirtepe’de ortaya çıkan buluntular, burada Neolitik çağda (M.Ö. 8000-5500) yerleşim olduğunu kanıtlamıştır. Son yıllarda da Marmaray kazıları sırasında Yenikapı’da ve çevresinde M.Ö. 6000 yıllarına ait gemi kalıntıları bulunmuştur. İstanbul’da daha yakın dönemde kurulan ve İstanbul’un kentsel anlamda atası sayılabilecek ilk yerleşim, efsaneye göre M.Ö. 667 yılında Yunanistan’ın Megara, Argos ve Korint bölgelerinden gelen Dor Yunanlılar’ın kurdukları Byzantion kolonisidir. Bir ticaret kolonisi olan Byzantion’un adı, onu kuran Yunanlılar’ın kralı olan Byzas’tan gelmektedir. Byzantion adı, İstanbul’un Konstantinopolis’ten önceki ilk ismidir. M.S. 325 yılında Roma imparatoru I. Konstantin, artık önemini yitirmiş bir yerleşim birimi olan Byzantion’un yerine Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olmak üzere Konstantinopolis’i inşa ettirmeye başlamış, inşası biten yeni şehir, M.S. 330’da Roma’nın yerine imparatorluğun yeni başkenti olarak ilan edilmiştir. M.S. 395’e kadar Roma İmparatorluğu’nun, devletin bu tarihte doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasından sonra da 29 Mayıs 1453’e kadar Doğu Roma (her ne kadar yanlış olsa da bizde daha çok Bizans adı kullanılıyor) İmparatorluğu’nun başkenti olmuştur. Bu tarihte Fatih Sultan Mehmet komutasında Osmanlılar tarafından fethedilmiş, İstanbul’un fethi Ortaçağ’ın sonu, Yeniçağ’ın başlangıcı sayılmıştır. 1453’te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra da başkent olmaya devam eden şehir, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin uğradığı yenilgi, savaş sonrasında da imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’na konulan bir maddeye dayanılarak galip devletler tarafından işgal edilmiş, 5 yıl süren işgalin ardından 6 Ekim 1923’te kurtulmuştur. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla, başkentlik görevini Ankara’ya devreden İstanbul, bugün her bakımdan Türkiye’nin en önemli ve en kalabalık şehridir.
İstanbul, 1453 yılında Osmanlılar tarafından fethedildiği zaman esas olarak bugünkü şehrin “ sur içi” denen bölümünden oluşuyordu. Surların dışında kalan bugünkü Bakırköy’de de Doğu Roma döneminde Hebdomon, Jeptimum ve imparatorluğun sonlarına doğru da Makrohori olarak adlandırılan bir yerleşim bulunuyordu. Fethedildiği yıllarda İstanbul’un en önemli ve siluetini belirleyen yapılar Aya Sofya ve Galata’yı ticaret kolonisi olarak kullanan Cenevizliler tarafından 1348’de inşa edilmiş olan Galata kulesi idi. Şehir Osmanlıların eline geçtikten sonra hızla İslamlaşmış, bunun sonucu olarak da İstanbul’un belli başlı tepelerine Osmanlı padişahları tarafından Fatih Camii, Bayezid Camii, Süleymaniye Camii ve Sultanahmet Camii yaptırılmıştır. Bu camiler inşa edildikten sonra İstanbul’un siluetine hakim olmuşlar, Aya Sofya ve Galata kulesi ile birlikte bir bütünlük oluşturmuşlardır. Şehrin siluetini oluşturan diğer önemli camiler ise Eminönü Yeni Cami ile Üsküdar ve Edirnekapı Mihrimah Sultan Camiileri’dir. Bu bakımdan İstanbul, genel anlamda siluetine bakıldığında tam olarak bir camiler şehri görüntüsü sergilemektedir. İstanbul’un siluetinde önemi olan bir diğer yapı ise Bayezid Camii ile birlikte bir bütünlük oluşturan Bayezid yangın kulesidir.
İstanbul’un genel görüntüsüne, siluetine Osmanlılar döneminde ve sonrasında Cumhuriyet devrinde 1950’li yıllara kadar bu şekilde camiler hakimdi. 1950’li yıllarda Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısında ve insanların yaşam tarzlarında oluşmaya başlayan değişim, yavaş yavaş İstanbul’un siluetine de etki etmeye başlamıştır. 1955’te yapımı tamamlanıp hizmete açılan Harbiye’deki Hilton Oteli İstanbul’un siluetine etki edebilecek ilk önemli yapı sayılabilir. Sonraki yıllarda açılan Sheraton Oteli de bu açıdan önemli bir diğer yapıdır. 1980’li ve 90’lı yıllarda ise bu otellere her geçen yıl yenileri eklenmiştir. Bunlar arasında İstanbul’un siluetine etki eden en önemli oteller arasında, Dolmabahçe sırtlarına inşa edilen Swiss Hotel ve Beşiktaş Barbaros Bulvarı’nın alt kısmında Beşiktaş sahil tarafında yer alan Conrad Otel sayılabilir. Özellikle Swiss Hotel’in inşa edildiği bölge çok önemli ve manidardır. Osmanlı’nın son yüzyılında büyük önem verilen, Dolmabahçe, Yıldız ve Çırağan Sarayları’nın yapıldığı Beşiktaş bölgesinde, Dolmabahçe Sarayı’nın, kıyısında bulunduğu tepe üzerinde inşa edilmiştir. Adeta Dolmabahçe Sarayı’na “ben senden daha büyüğüm” dercesine üstünlük taslar bir halde, mağrur bir eda ile Dolmabahçe tepesini kaplamakta, bölgenin siluetini ve tarihi görüntüsünü bozmaktadır.
İstanbul’un siluetini bozan diğer bir etken, 1990’lı yıllardan itibaren yapılmaya başlanan ve son yıllarda yapımları çok hız kazanan gökdelen tarzı yapılardır. Ağırlıklı olarak Maslak ve Levent bölgesinde inşa edilmeye başlanan bu tarz yapılar daha çok büyük holdinglerin ve bankaların merkez binası, şirketlerin ofis katları, otel ve son yıllarda da rezidans tarzı çok lüks daireler olarak kullanılmaktadır. İlk örnekleri 1992’de Levent’te açılan Sabancı kuleleri, Türkiye İş Bankası genel müdürlük ve merkez binası olarak kullanılan İş kuleleridir. !990’lı yıllar boyunca Levent ve Maslak bölgesinde birbiri ardınca yapılan bu gökdelenler, İstanbul’a o güne kadar hiç alışık olmadığı bir görüntü kazandırmış, bu bölge İstanbul’dan çok New York Manhattan bölgesinin görüntüsüne bürünmüştür. Maslak’ta inşa edilen bir rezidans projesinin adı bu tarz yapılaşmanın kasten oluşturulduğunu ve Manhattan’a benzeme özentisinin ve gayretinin ne denli büyük olduğunun ispatı gibidir: Mashattan. Bilinçsiz, duyarsız, sırf para kazanma kaygısı ile hareket eden belli çevrelerin inşa ettiği ve belediyelerin de aynı duyarsızlıkla onlara ortak olmaları sonucunda bu tarz yapılar, Fulya, Ataşehir, Beylikdüzü, Başakşehir gibi İstanbul’un farklı bölgelerinde her geçen gün artmaktadır.
Şehrin genel görünümünü değiştiren başka bir unsur da büyük alışveriş merkezleridir. Kısaca AVM olarak adlandırılan bu yapılar, 1990’lı yıllardan itibaren inşa edilmeye başlamıştır. Toplumun sosyal ve ekonomik yapısındaki değişim, özellikle 90’lı yıllardan itibaren her vesile ile körüklenen alışveriş çılgınlığı sonucunda ilk örneklerini ikisi de 1993 yılında açılan Etiler’deki Akmerkez’in ve Altunizade’deki Capitol’ün oluşturduğu AVM’lerin sayısı sonraki yıllarda hızla artmış, hala da artmaya devam etmektedir. Genel olarak çok katlı gökdelen tarzı yapılardan oluşan AVM’ler, bünyelerinde pek çok mağaza, sinema salonu ve restoranların yanında ofis, rezidans ve kimi zaman da hastane olarak kullanılan ek binalar da barındıran komple yaşam ve eğlence merkezleridir.
Hayatın ve modernitenin kaçınılmaz bir sonucu olan değişim, dünyadaki tüm şehirler gibi İstanbul’da da kendini göstermiştir. Bunun sonucunda şehirde yeni bir şehircilik anlayışı ortaya çıkmış, İstanbul’un eski klasik mahalle yaşam tarzı büyük ölçüde yok olmuş, yerini çok katlı binalardan oluşan sitelerin ve AVM’lerin çevresinde şekillenen bir hayata bırakmıştır. Bu yeni yaşam tarzı dışardan bakıldığında her ne kadar çekici görünse, insanlara pek çok kolaylığı bir arada sunsa da bizleri farkında olamadığımız bir şekilde değiştirmiş, robotlaştırmış ve insani değerlere çok büyük bir darbe vurmuştur. Artık çoğu kişi güzel sitelerde yaşamakta, lüks AVM’lerden alışveriş yapmakta, oralarda eğlenmekte fakat neredeyse karşı komşusunu bile tanımamaktadır. Değişim ve modernite bizleri milletçe en güzel hasletlerimizden biri olan yardımlaşma duygumuzu kaybetme noktasına getirmiştir. Komşusuna, çevresine her fırsatta yardım eden, onların dertlerine çare olmaya çalışan insanların yerini, sadece kendini düşünen, son derece bencil, adeta hayırdan kaçan robotlaşmış, tuhaf, insan görünümlü varlıklar almıştır. Belki de özelde İstanbul’un genelde de dünyanın değişen yüzünün en acı sonucu budur.
Bu yazı 2011 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 57. sayısından alınmıştır.