Biraz olsun sıkıntınızı stresinizi azaltacak, sizi şöyle bir götürüp getirecek olan bir yazı okumaktasınız. şimdi koltuklarınıza yaslanın ve kemerlerini bağlayın. Trabzon’a uçuyoruz!
Yazı: Tuğçe Yılmaz – Fotoğraf: Nuh Alper İnan – Tuğçe Yılmaz
Gökyüzünden baktığınızda bir yanınızda engin mavi Karadeniz, diğer yanınızda yeşilin her tonunu görebileceğiniz, başları dumanlı gür ormanlı koca dağlar, her vadinin arasından akan derecikler, dağların üzerine benek benek serpilmiş evler… Yollarda dolaşırken gördüğünüz uçsuz bucaksız fındık ağaçları, her yolun kenarına, her evin bahçesine ekilmiş olan lahanalar, mısırlar, yemyeşil çay bahçeleri, bir açılan bir kapanan gökyüzü, sizi çağıran serin yaylalar, mis kokulu, çeşitli çam ormanları, yer yer şırıl şırıl akan şelalar, türlü türlü kuş sesleri, arabalardan yükselen kemençe, denizden gelen tekne, yaylalardan yükselen tulum sesleri, horon bağrışmaları, pek çok yerde görebileceğiniz kemençe heykelleri, trabzonspor bayrakları, vitrinlerde sallanan peştemaller, keşanlar, uzun sahillerde size eşlik eden balık ekmek kokuları.. nasıl? hayal edebildiniz değil mi ? Pek tabii tasvirleri çoğaltabiliriz fakat şimdi hepsini sayarsak yazımız epey uzayabilir.
Trabzon’un Tarihi
Yazımıza öncelikle Trabzon’un biraz tarihinden bahsederek başlayalım. Bilindiği üzere dağlık bir araziye sahip olan Trabzon’da en eski yerleşim yerlerine, arazisi masayı anımsatan düzlük yerlerde rastlanmıştır. İşte bu nedenle Trabzon’un adının eski Grekçe masa ya da trapez/ yamuk biçimi karşılığı olarak “trapezos” kelimesinden geldiği görüşü ağırlık kazanıyor. Avrupa ile Asya’nın İpek yolu üzerindeki en önemli irtibat noktasında bulunan Trabzon, bu öneminden dolayı tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Tarihsel süreçte kentin; Miletler, Persler, Romalılar, Bizanslılar ve Komnenos’ların egemenliği altına girdiği bilinmektedir. 13.yüzyılın başlarında kurulup 250 yılı aşkın bir süre hüküm süren Trabzon, Komnenos Prensliği 26 Ekim 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’ in Trabzon’u fethiyle sona ermiştir.
1487 yılında Trabzon, Sultan 2. Bayezid’in oğlu Selim’in şehre sancakbeyi olarak atanması ile adeta bir altın çağ yaşar. Trabzonlular şehirlerini “Yavuz diyarı” olarak niteler. Batılıların “muhteşem” diye adlandırdıkları Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman Trabzon’da doğup büyümüş ve 15 yaşına kadar da burada yaşamıştır. Bu yüzden Orta Hisar mahallesinde O’nun adını taşıyan bir ev ve bir abide hemen göze çarpar. Günümüzde ise 61 plaka numarasıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yerini almıştır.
Ünlü gezgin Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde “Bu şehre küçük İstanbul denilse yeridir ve İrem bağları gibi süslü bir şehirdir Tuğra-Bozan” şeklinde tarif ettiği Trabzon’un coğrafyasını ise akarsu vadileri ile derin biçimde yarılmış denize paralel uzanan dağlık ve engebeli alanlar oluşturur. Kuzeye yani Karadeniz’e bakan kesimleri bol yağış alan bu dağlık alanlarda kızıl ağaç, gürgen, kestane, kayın, köknar ve ladinden oluşan yeşilin her tonuyla içinizi açan yoğun bir orman örtüsü karşılar sizi. Evet şimdi burada durun ve bir güzel oksijen depolayın. Trabzon, her mevsim yağışlı, yazları serin, kışları ise ılık geçen bir iklime sahiptir. Bu yüzden günlük güneşlik bir havada havaların birden kapanması ve bastıran sağanak yağışlar sizi şaşırtmasın. Aman şemsiyenizi yanınızdan ayırmayın.
Trabzon’daki kültürel zenginliklere bakacak olursak Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden günümüze ulaşan müzeler, manastırlar, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar, bedesten ve kenti çevreleyen surlar, sivil mimari örnekleri ve çarşıların kentin tarihi dokusuna bir nakış gibi işlenmiş olduğunu görürüz. Kısa yazımızda bu eserlerden ancak birkaçından söz edeceğim sevgili gezginler. Özellikle ünü dünyaya yayılmış olan heybetiyle sizi büyüleyen Sümela Manastırı’nı görmeniz gerekir. Maçka ilçesinde Altındere köyü sınırında yer alan, bulunduğu vadiden yaklaşık 300 m yükseklikteki sarp kayaların üzerine inşa edilmiş, heybetiyle ürküten yapıya, patika bir yoldan çıkarken hem bol bol oksijen depolamış oluyorsunuz hem de çam ormanlarının seyrine dalıyorsunuz. Merdivenlere vardığınızda kemençe seslerini duyuyorsunuz değil mi? Oldukça ihtişamlı olan manastırı sisli yollar arasında bırakıp başka yerleri görmeye gidiyoruz şimdi.
Merkezin kalbi olan Orta Hisar’a geldiğinizde sizi sarmalayan surlarla karşılaşıyorsunuz, burçlardan birinde kocaman bir tuğra yer alıyor, işte bayrağın dalgalandığı yerde ise Trabzon Kalesi yükseliyor. Surların Orta Hisar kısmındaki vadide ise Zağnos Vadisi adında büyük bir park alanı yapılmış. Vadiden yukarıda sizi Kanuni Evi selamlıyor. Zağnos Köprüsünün hemen yakınında, Yavuz Sultan Selim’in 16.yy da annesi için yaptırdığı Gülbahar Hatun Camii’ni, biraz ilersinde de bölgeye tam hakim konumda yer alan kiliseden çevirilmiş Ortahisar Fatih Büyük Camii’ni, orayı da geçince tarihi çok eskilere dayanan yine kiliseden çevrilen Yeni Cuma Camii’ni görüyorsunuz. İskender Paşa Camii, Ahi Evren Dede Camii, Hızırbey Camii, Çarşı Camii ise merkezde olan diğer görülesi yerler.
Ayasofya Müzesi ve Trabzon Müzesi
İstanbul’un Ayasofyası olur da Trabzon’un olmaz mı? 13. Yy da inşa edilen yapı, günümüzde Trabzon Ayasofya Müzesi olarak kullanılmaktadır. Ayasofya, Ortahisar mahallesinde bulunan Fatih camiinin aksine, fetihten hemen sonra camiye çevrilmemiş, bir asırdan daha uzun bir süre kilise olarak hizmet vermeye devam etmiş. Bir başka müze olan Zeytinlik Caddesi’nde yer alan, 1900 lü yılların başında zengin bir Rus tarafından yaptırılan konak ise günümüzde çeşitli etnoğrafik eserlerin sergilendiği “Trabzon Müzesi” olarak kullanılmaktadır. Merkezde dolaşırken karşınıza çıkması kuvvetle muhtemel olan bu müzeyi gezebilirsiniz. Ayrıca Soğuksu semtinde ise 20. yy başlarında yaptırılan harika bir bahçe süslemesi olan meşhur Atatürk Köşkü bulunuyor. Trabzon’da adeta bir yaşam tarzı olan Trabzonspor’un tarihinin sergilendiği Şamil Ekinci Müzesi’ de futbol meraklıları için Maraş Caddesi üzerinde bir ara sokakta bekliyor.
Trabzon’un merkezindeyiz. Burada her cadde bir meydanda birleşiyor. Öyle trafikten yol karışıklığından dertleneceğiniz bir yer değil burası. Dönüp dolaşıp yine o meydana çıkıyor yolunuz. Merkezde bulunan çeşitli tur servisleri yine buradan başta Uzungöl, Sümela Manastırı ve Hamsiköy olmak üzere Trabzon’un pek çok turistik yerine geziler düzenliyor. 30-45 lira arası bir ücretle bu gezilere katılmanız mümkün. Meydan’dan pek çok yere dolmuşlar kalkıyor. Dışından bakılınca beyaz olan dolmuşların içi cümbüş yeri gibi, gözlerinizi Trabzonspor atkılarından, bayraklarından alamıyorsunuz. Öyle ki bazılarının içi, ışıklarına varana kadar sırf bordo mavi. Dolmuş demişken sizin bildiğiniz gibi yarısı ayakta yarısı oturarak gidilen dolmuşlardan değil buradakiler. Herkes oturarak rahat rahat yolculuk ediyor.
Şimdi Meydan’dan dolmuşlara binip yolcuların tatlı şiveleri arasında Trabzon’un terası olan Boztepe’ye çıkıyoruz. Yeşillikler arasındaki çay bahçelerinden birine oturup önünüze getirilen semaverinizin dumanı tüterken, bir yandan çayınız da demleniyor. Trabzon’un genel görünüşünü, Karadeniz’i ve günbatımını hepsini birden sıcacık çaylarınızı yudumlarken seyre dalıyorsunuz. Nasıl da içiniz ısındı, harika değil mi! Boztepe’den aşağı inerken Hollywood’u aratmayan Trabzon yazısı ve kocaman bir hamsi heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Biraz daha aşağılarda Kızlar Manastırı ile de karşılaşabilirsiniz ama şuan tadilatta olduğu için ziyarete açık değil. Bir de sahil kenarı Ganita diye bir çay bahçesi var buralarda. Akşam güneşin batışını buradan izlemek çok zevkli olacaktır.
2013 sayımlarına göre 758 bin nüfusa sahip bu şehir yapılaşma olarak eski ve yeni olarak ikiye ayrılmış durumda. Bir yanda hızla yükselen son model siteler, diğer yanda Boztepe’den aşağı inerken de görebileceğiniz gibi çok eski binalar, evler.. Çok değil bundan birkaç sene öncesinde balkonundan bakılınca koca Karadeniz’i gören evlerin şimdi pek çoğu bu manzaradan mahrum bırakılmış durumda.
Tekrar merkezdeki Meydan’a geldik. Meydan’da yer alan parkın içinde Trabzon’un ünlü simalarının heykelleri sizi karşılıyor. Sebahattin Eyüpoğlu, Cudi Efendi, Hasan İzzettin Dinamo’ya bir selam gönderip hemen bitişikteki Trabzon’un İstiklal Caddesi olan Uzun Sokağa doğru yol alıyoruz. Akşamları led ışıkların aydınlattığı sokakta aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Köşebaşlarında satılan Trabzon simidinden alıp sokak müzisyenlerinin şarkıları eşliğinde sokağı turlarken Beton Helva diye meşhur bir helvacı göreceksiniz. Helvası kadar dondurması da meşhur. Yayla sütünden yapılan dondurmanın tadı gerçekten enfes. Burada bir dondurma molası vermenizi tavsiye ederim. İlginç isimlere sahip kafelerin olduğu sokak arasından geçerken yöresel yemeklerin olduğu lokantaları es geçmeyin..
Trabzon Mutfağı
Yemek demişken Trabzon’a gelip de yöresel yemeklerin tadına bakmadan gitmek olmaz. Bol tereyağlı muhlamanın, lahana çorbasının, karalahana dolmasının, kaygananın, mısır ve Trabzon ekmeğinin, hamsili pilavın, mısır çorbasının, hamsi kuşunun ve yöreye özgü diğer yemeklerin tadına bir bakın. Uzun Sokak’taki efsaneleşmiş Çardak Pide’de Trabzon pidesini bir deneyin. Akçaabat köftesini Akçaabat sahilindeki meşhur Cemil Usta’da bir deneyin. Hele köftenin yanında ikramlık olarak verdikleri unutamayacağınız ağızda dağılan o güzelim tatlıdan bir tadın. Laz Böreği’ni ise kesinlikle Akçaabat’taki ev tatlıları yapan Necla Hanım’da deneyin. Ayrıca meşhur Tonya peynirini ve Vakfıkebir tereyağını da unutmayın.
Yemek faslından sonra biraz da çarşılara göz atalım. Trabzon’da Bakırcılar Çarşısı, Kunduracılar Caddesi, Kuyumcular Çarşısı, Kemeraltı çarşısı, Bedesten gibi pek çok çarşı iç içe yer alıyor. Dar patika sokaklardan geçerken kendinizi Bursa’daki veyahut İstanbul’daki eski çarşılardaymış gibi hissediyorsunuz. Özellikle Kemeraltı Çarşısı’ndaki parıl parıl parlayan, hepsinde de ayrı bir incelik bulunan, el emeği göz nuru bakır eşyalardan almanızı tavsiye ederim.
Haydi biraz da merkezden çıkıp ilçelere göz atalım. Tekrar meydandan dolmuşlara binip bu sefer Akçaabat’a gidiyoruz. Spora oldukça önem verilen Trabzon’da, sahil boyunca ilerlerken büyük bir Tenis Kompleksi görüyoruz. Beşirli Sahili boyunca ise oldukça uzun yürüyüş parkurları yapılmış. Bu yüzden günün her saatinde sahil şeridi boyunca yürüyüş yapan insanlara çokça rastlıyoruz. Ayrıca aynı sahil şeridi boyunca kısa aralıklarla küçük küçük balık-ekmek satan barakalar kurulmuş.
Akçaabat
Nihayet Akçaabat’a geliyoruz. Sahil kenarında palmiyelerle donatılmış kendinizi Hawai’deymiş gibi hissettiren kocaman bir parkı var buranın. Parkın girişinde yöresel kıyafetler içinde kemençe çalan birinin heykeli karşılıyor sizi. Parkın içinde pek çok çay bahçesi ve lokanta bulunuyor.
Akçaabat’ta yer alan tarihi Orta Mahalle evlerine götürüyoruz şimdi sizi. Safranbolu evlerini anımsatan Orta Mahalle evleri 19. yüzyıl Osmanlı konut mimarisinin tipik özelliklerini taşıyor. Sokakları, merdivenleri çeşmeleri, duvarları, ağaçları ve diğer öğeleriyle tarihi karakterini günümüze aktarabilmiş nadir yerleşim yerlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Patika sokaklardan her inişinizde Karadeniz ayaklarınızın altına seriliyor. Burada tarihi dokuya zarar vermemek için aynı mimari tarzla yapılmış pek çok konak inşa halinde şuanda. Bazı evler yangınlardan ve bakımsızlıktan tahrip olsa da restorasyon çalışmaları ile geri kazandırılmaya çalışılıyor.
Bazı konaklar ise işletme olarak kullanılıyor. O konaklardan biri de Timurcuoğlu Konağı. Akçaabat’a yolunuz düşerse Orta Mahalle’yi gezmeden, Orta Mahalle’ye yolunuz düşerse de Timurcuoğlu Konağı’nda köpüklü bir kahve içmeden gitmeyin derim. Akçaabat’ta tam seyirlik tepelerde kurulmuş olan Seyrantepe ve Sancaktepe de görülesi teraslar arasında.
Uzungöl
Rotamızı biraz da Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı olan Uzungöl’e çeviriyoruz. Türkiye’nin en güzel dağlarından olan Soğanlı ve Kaçkar dağlarının arasında müthiş doğasıyla karşılıyor sizi. Adını kıyısında bulunduğu gölden alan Uzungöl, yamaçlardan düşen kayaların, Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş. Yerkürede ılıman bölgede bulunan en yaşlı ormanlara ev sahipliği yapan Uzungöl, yabanıl hayvan hayatı açısından da zenginlik içeriyor. Mevsimine göre turuncudan yeşile, yeşilden maviye, maviden beyaza renk değiştiren Uzungöl’ün başı biraz dertli. Son yıllarda çevresinde yapılan çevre tahribatı yüzünden gölün doğal ve ekolojik yapısı alt üst olmuş. Atık sularının göle verilmesiyle de içinde barındırdığı habitat yok edilmiş ve gölün o temizliğinden eser kalmamış. Ayrıca gölün kenarına yapılan yüksek duvarla da karşı kıyıdan bakılınca sanki bir baraj gölüne bakıyormuşsunuz izlenimi veriyor. Uzungöl’ü geri kazanmak için yapılan çabaların meyve vermesini umut ederek yeşil çamların, gürgen, kayın, huş, meşe, komar, ardıç, dişbudak, ıhlamur ve daha nicesi ile oluşturduğu bir renk cümbüşünün yanından geçerek bu küçük ve şirin beldeden ayrılıyoruz.
Yaylalar
Hiç mi yayla göremeyeceğiz dediğinizi duyar gibiyim. Haydi şimdi hep birlikte o yemyeşil yaylalara çıkıyoruz. Yemyeşil çimenler, rengarenk çiçekler, oluk oluk akan soğuk sular ve cana can katan serin bir hava karşılıyor sizi ilk önce. Yeşeren dağlarla birlikte insanların da yaylalara olan özlemi yeşeriyor buralarda. Bu yüzden Mayıs ayıyla birlikte başlıyor yayla göçleri. Yaylaların sembolü olan mor renkli komar ve sarı renkli zifin çiçeklerinin süslediği bu yaylalar şenliklere doymuyor. Her ne kadar yaylaya hayvanların süslenip onlar eşiliğinde yaya olarak çıkma geleneğinden uzaklaşılıp, arabalarla çıkılıyor olsa da şenliklerdeki coşku eskisi gibi aynen devam ediyor. Gurbetteki Trabzonluların katılımıyla katılımı onbinleri bulan bu şenliklerde hayvanlar süsleniyor, geleneksel kıyafetler vitrinlere çıkıyor, desen desen çadırlarda pazarlar kuruluyor, yemekler hazırlanıyor, davullar çalınıyor kemençeler dile geliyor, kemençenin bütünleştiren sesiyle kalabalıklar horona duruyor.
En büyük şenlikler Kadırga, Haçka, Hıdırnebi, Sisdağı ve Acısu’dakiler. Mayıs ayının ilk pazarında başlayan Şalpazarı – Acısu’daki Hıdırellez Bahar Bayramı’nda özellikle Şalpazarı kadınlarının yöresel giysileri göz kamaştırıcı. Adeta bir renk cümbüşü yaşanıyor burada. Haçka’da ise Kurtuluş savaşında Atatürk’e büyük destek veren ve yöre halkının büyük saygı duyduğu “Haçkalı Baba”nın mezarı yer alıyor, ziyaret edebilirsiniz.
Diğer yaylamız olan Acısu şenlikleri de adını, meşhur suyundan almış. Buraya gelmişken bu sudan tatmamak olmaz. Acısu’yu bırakıp Sis Dağı’na geçiyoruz. Bulutlarla yarışan bu yüksek yayla “Asiye” türküsüne de konu olmuş.
Çaykara’ya bağlı Sultan Murat ve Harmantepe’de ise I. Dünya savaşında Ruslarla yapılan mücadeleler sırasında hayatını yitiren insanlarımızın siperlerini ve şehitliklerini görüyoruz. Bu saydıklarımız sınırlı sayfalara sığdırabildiğimiz yaylalardan sadece birkaçı.
Son bir bilgi: Vargit çiçekleri açtığında artık yayla mevsiminin bittiği anlaşılıyor, güz gelince vargit çiçekleri yol gösteriyor.
“Vargit çiçeğu gibi, çümenlerda bitelım. soldi vargit çiçeğu haydi vargidelim.”
Bu yazı 2014 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 88. sayısından alınmıştır.