Gezgin Dergi

Röportaj / Arif Aşçı

Ülkemiz dünyaya büyük işler bırakmış sanatçılarla dolu. Yaptıkları ‘işler’in büyüklüğünü, evrenselliğini, geleceğe kalır’lığını bazen ve maalesef çoğu zaman sanatçının kendisi göremiyor. ‘Bu ülke’de sanatçının, yazarın, şairin, müzisyenin, ressamın kendisi dahi bir zirve olduğu halde bunu fark edecek gücü kendinde bulamıyor.

Röportaj : Halit Ömer Camcı – Zeynep Yörük Fotoğrafları: Halit Ömer Camcı

Dede Efendiler, Mehmet Siyahkalemler, Mimar Sinanlar yetiştiren coğrafya, Bedri Rahmiler, Tanpınarlar, Mustafa Rakımlar, Düzgünmanlar da yetiştirerek bu yüzyılın da zirve isimlerinin doğduğu, yaşadığı, eserler verdiği velud topraklar oluyor. Gelin görünki bu ‘değer’ler göçüp gidince gökyüzümüzü aydınlatan birer yıldız oldukların farkediyoruz.

Fotoğrafta da durum pek farklı sayılmaz. Fotoğraf evrenimizin yıldızlarından Arif Aşçı ile keyifli ve dolu dolu bir söyleşi yaptık. Söyleşiden çok iki fotoğrafçının dertleşmesi gibi oldu. İstifade edeceğiniz çok şey olacağı duygusu ile sizi Arif Usta ile başbaşa bırakıyorum.

Röportajda kullanılan siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları Arif Aşçı’nın izniyle yayınlanmıştır.

Halit Ömer Camcı: Osmanlı’nın yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişimizde farkındaysanız birkaç fotoğrafçı hariç isimler Ara Güler’e kadar kayboluyor. Cemal Işıksel var ama o da Atatürk’ün fotoğraflarını çektiği için adı günümüze ulaşmış. Cumhuriyet 1923’te kuruluyor, oysa Ara Güler’in fotoğrafçılığının bilinme tarihi 1950’li 60’lı yıllar. 1923’ten o güne arada kimse yok. Ara Usta’dan sonra da Ozan Sağdıç, Şemsi Güner, Sami Güner gibi birkaç usta dışında tarih bomboş gibi. Daha sonra Coşkun Aral ve siz varsınız fakat devamı gelmiyor. Sizin döneminizde olduğu kadar bugün dünyayla temas etmiş fotoğrafçı yok. Mevzu dilse eğer bugün insanlar daha çok dil biliyor. Neden sizin gibi fotoğrafçılar yok?

Arif Aşçı: Paralel bir örnekle konuyu iyice akılda kalır hale getirmeye çalışalım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi –eski adıyla Sanayi-i Nefîse– Osman Hamdi tarafından 1888’de kuruldu. Ben de oradan mezun oldum. Kurulduğu yıllarda Paris Akademisi gibi işliyordu. Çok iyi hocalar vardı ve oradan çıkan öğrenciler de çok iyiydi. Hepsi 3-4 dil bilen, müthiş görgülü insanlardı. Osman Hamdi gibi nadir kalitede, Batı’da bile tek tük rastlanan, hem arkeolog, hem kâşif, hem kurum üyesi, hem de ressam. Arkeoloji Müzesi’ni kurmuş, kazılara dâhil olmuş, Nemrut’taki eserleri keşfetmiş, İskender’in lahdini Suriye’den bulup getirtmiş bir insan akademiyi kurmuş.

Şeker Ahmet Paşalar, Nazmi Ziyalar… Onlar da kaliteli insanlar. Sonra inanılmaz derecede çapsız bir kuşak geliyor –ressam kuşağından bahsediyorum– resimlerine bakıyoruz bugün, Batı resminin son derece kötü kopyaları. Derinliksiz, ruhsuz, Cumhuriyet ideolojisinin o kötü slogancı resimleri, inanılmaz kötü Atatürk portreleri; çoğunda Nazi ya da Sovyet estetiği, son derece zevksiz. 40-50 yıl süren bir dönem, muhtemelen bunun paraleli olan bir fotoğrafçılıktan, bunun paraleli olan bir mimariden, heykeltıraşlıktan bahsediyoruz. Heykeller korkunç.

Bir cümleye indirebilsek, üniversite giriş sorusu olsa mesela “Niye böyle oldu?” Özgüvenimizi mi yitirdik acaba? İmparatorluğun o kuşaklara verdiği özgüven, o ufuk duygusu mu gitti imparatorlukla birlikte? Bu sorunun tek bir cümleyle cevabı ne olurdu diye çok kafa yoruyorum. Kendimce birkaç sebep söylüyorum ama o ‘çok kültürlülük’ü yitirmiş olmak, galiba en büyük kayıp olmuş. O muazzam, üç kıtada o kadar renklilik… Ben çok kutsamam; her tarafı fethetmişiz, savaşlar, Osmanlı ordusu, filan… yüzde yüz onur duyulacak bir şey olduğunu düşünmüyorum bunun. Güçlü bir imparatorluk, saldırmış, her tarafı almış, tamam. Saldırdığı gibi de yüzlerce yıl sonra ağır acılarla, ağır bedellerle yenilip geri vermiş. Bizim sırf Balkanlarda kaybettiğimiz Anadolu insanı sayısı beş milyon. Tarihte bu yazmaz, çünkü öyle bir savaşta kaybetmemişiz. 50 yılda, 100 yılda kaybetmişiz. O nedenle öyle fütuhat edebiyatı yapmam ben genelde ama bunun da bir sonucu var. Yani o inanılmaz çok renklilikle İstanbul o dönemde bugünün bir New York’u olmuş. Fakat Cumhuriyet bu ülkeyi alıp Arnavutluk gibi bir ülke yapmış. Kapalı, dışarı kimseyi salmayan, dışarıdan kimseyi içeri almayan, kışla gibi… Çünkü hepsi paşa, hepsi asker; hiçbirinin herhangi bir meslekle alakası yok. Ne bir müzik, ne bir resim, ne mimari… Sert, kendi halkına bomba yağdıran, zalim bir paşa kuşağı; hâlâ yakın zamana kadar süren bir ruh hali. Ben 12 Eylül darbesi olduğunda akademide talebeydim. Mezun olmama 2 sene vardı daha. Darbenin ilk haftası bir teğmen, yedi sekiz tane de askerin oda oda gezip, profesörlerin odalarını aradığını ve her köşeden bir askerin tuttuğu masa örtülerinin içine bütün kitaplıkları boşaltıp dışarıdaki kamyona götürdüklerini çok net hatırlıyorum. Biz de 2. katta kanatlı heykelin olduğu kapalı avluda bütün öğrenciler dizildik, seyrediyoruz. Yapacak hiçbir şey yok. Dev silahlarla askerler Neşet Hoca’nın kapısına geldiler, Hoca yoktu, sekreteri vardı. “Odasına giremezsiniz” diye kadın çırpındı, teğmen kadını itti eliyle ve dipçikle langır lungur kırdılar kapıyı. Neşet Günal ki akademideki en iyi hocalardan biriydi, resim bölümü başkanıydı, en ağır hocaydı, kıymetli bir adamdı, çok severdik. Paris’te Fernand Léger’in talebesi olmuş, Türk resminin ağır topu, Bedri Rahmi’den sonra onun yerine geçen bir hoca. Kırdılar kapıyı ve bütün o kitapları kitaplıktan yine o masa örtüsünü dört asker içine doldurup bir ceset taşır gibi götürdüler. O kitaplardan en üstten bir tanesini de hatırlıyorum: “Sosyalist Estetik”. Aslında sosyalist estetiği eleştiren bir kitaptı ama fark etmez. Yığdılar ve onları ölü taşır gibi kamyona yükleyip götürdüler. Tıpkı Nazi filmlerindeki gibi bir sahneydi. Hani ‘Julia’ adında, Viyana’da geçen bir film vardır, Lillian Hellman’ın kitabından uyarlanan. Orada vardır böyle sahneler. Atarlar aydınları, profesörleri balkonlardan. Okulun bahçesine kitapları yığarlar, yakarlar. Aynen bunu yaşadık. Muhtemelen bu durum hâlâ da devam edecekti her beş yılda, on yılda bir. Bütün Cumhuriyet tarihi budur ve bunun dayattığı estetiktir. Bunun dayattığı insanlık dışı mimaridir; hiçbir işe yaramayan ekonomidir, zarar artı zarar.

Ben şimdi Ayvalık’a göçtüm. Yüzyıl başında Ayvalık, dünyanın her tarafına zeytinyağı satan bir limanmış. 5 tane elçilik, 4-5 tane banka varmış. Atina nüfusu 10.000 iken Ayvalık 40.000’miş. Arjantin’den gemilerle ham deri gelirmiş, işlerlermiş. Sabunhanelerin, yağhanelerin yanı sıra deri haneleri varmış. İnanılmaz güzel evler varmış, şimdi hepsi harabe. Cumhuriyet kurulduğu anda mübadeleyle bütün o Ayvalık halkı kovuluyor. Yapılan ilk iş, liman dünyaya kapatılıyor. Akıl ötesi bir şey.

Mardin’le ilgili de benzer bir şey duydum. Mardin çağlar boyu bütün Orta Doğu’ya ipek, kumaş, mücevher satan, zengin; bugün gördüğümüz inanılmaz güzellikteki evleri yapan insanların o güzel evlerde o lezzette yaşadığı bir kent. Ne müzikler dinleniyordu, ne yemekler yeniyordu, ne sohbetler yapılıyordu oralarda kim bilir. Kervanlarla kumaş, mücevher taşınırmış Şam’a Halep’e, Bağdat’a, bütün Orta Doğu ’ya. Oradan mallar gelirmiş. Cumhuriyet kurulduğunda dışa kapatmışlar ve bir köy haline gelmiş Mardin. Bu tutum muhtemelen ülkenin her tarafına uygulandı, ruhuna, sanatçısına uygulandı ve bir kışla haline geldi bu ülke. Kötü bir askerî kışla. 75-80 yıl boyunca böyle devam etti. Bu kışlanın etkisine girmeyen önceki kuşaklara bakıyorsun, uluslararası kalitede insanlar Şimdi acaba bu kışla duygusunun etkisinden çıkabilecek yeni kuşaklar yetişecek mi?

H.Ö.C.: Herhalde yeni kuşaktan yetişecek. Şu an yaşayanlar üzerinden düşündüğünüzde biz de o kalıntılarla büyüdüğümüz için…

A.A.: Mesela ben seyahat eden, dil bilen, üniversite okumuş, 7-8 tane kitap yayımlamış, her tarafta sergi açmış bir insanım –dünyaca tanınan bir insanım anlamında söylemiyorum– elim kolum uzadı, sağa-sola gittim, gezdim, gördüm. Bazen bir şey görüyorum, “ya bu kadar basit bir şeyi niye düşünemedim, niye benim aklıma gelmedi” diyorum. Çünkü otosansür buna izin vermiyor. O kadar kötü yaşamışız ki o günleri, aklıma gelebilecek şeyler gelmiyor. Çırpınarak, maksimum enerjimle bir şey yapmaya çalışıyorum. Oysa kim bilir ne kadar kreatif olabilirdik. Bizim ağabeylerimiz, hocalarımız, bir önceki iki önceki kuşak da öyle… Bir kışlada ne kadar kreatif olunabilir?

H.Ö.C.: Resim üzerinden düşünürseniz aynen öyle…

A.A.: Resim örneğini biraz açıklayıcı olsun diye verdim. Mesela aynı şekilde Sovyet devrimi ilk başladığında inanılmaz yetenekli bir kuşak Kandinskyler, Maleviçler, Makovskyler… Fakat ne zaman ki Stalin başa geliyor, Sovyet sanatı bitiyor. Tarkovski ıstırap içinde İsveç’te sürgünde ölüyor kanserden. Hasta üzgün, kırık bir halde…

H.Ö.C.: Düşündüğü birçok şeyi yapamayarak…

A.A.: Yapamayarak… Hadi biz bir Müslüman toplumuz, tiyatro zayıftır, resim yoktur, klasik müzik yoktur, tekke müziği filan vardır ama senfonik orkestra geleneği yoktur. Rusya’da bunlar vardı. Edebiyat, roman da Batı’ya ait bir şey, kökü Cervantes’e kadar giden. Dünya edebiyatının yarısı Rus edebiyatı. Dostoyevskiler, Gogoller… her biri dev. Dünya müziğinin ağır branşı Almanya’ysa, Viyana’ysa, diğer ağır branşı da Rusya. Şostakoviçler, Borodinler, Çaykovskiler… Hepsi var, edebiyat var, müzik var, resim var, mimari var, entelektüeller var, dev bir ülke.

H.Ö.C.: Bilim de var…

A.A.: Bilim var, uçaklar, roketler yapılmış, ilk defa uzaya gitmiş Gagarinler.

H.Ö.C.: Periyodik cetveli bulan Mendeleyevler…

A.A.: Kimler kimler… Modern bir ülke için taşlar döşenmiş vaktiyle. Biz hadi iyi kötü bilim dışı bir ülkeydik. Endüstri devrimini yakalayamadık, Rönesans yaşamadık. Ruslarda hepsi var fakat aynı kışla yönetimi canına okumuş Rusların. O büyük hazineyi gömmüşler. 1917’den itibaren o parlak kuşağın hepsi intihar etmiş.

H.Ö.C.: Ekim devriminden sonra…

A.A.: Evet, bakıyorlar ki bitti. Hâlâ koca Rusya bütün genç kızlar dünyaya dağılmış durumda, bütün erkekler alkolik…

H.Ö.C.: Aynen öyle, düşünmeme üzerinden…

A.A.: Bu ağır bedel daha devam edecek. 2020’de St. Petersburg bir Berlin, bir New York olmayacak. Umarım etmez ama devam edecek gibi görünüyor. Etkisinden çok çabuk kurtulunmuyor bu militarist tutumun. Belki yeni kuşaklar… Ama yenilere kim, ne öğretecek?

H.Ö.C.: Evet, öğreticiler yok ki artık, sıkıntı orada.

A.A.: Hepsi hasta… Hasta derken, bıkmış, bezmiş, kolu kanadı kırık.

H.Ö.C.: Tabii… Ben geçen sene üniversitede fotoğraf dersi verdim. Bu çocuklarla ömür harcamaya değer mi, değer ama nasıl? Sonra baktım akademik hayat, o bir fedakârlık alanı. Ya bunda karar verip sadece onu yapmanız lazım, ya da ‘yok, benim işim bu değil’ diyerek kendi işinize bakmanız lazım. Bu sene vazgeçtim ve gitmedim çünkü iğneyle kuyu kazmaya benziyor. Tamam, bir insan kazanabilirsiniz ama tek başınıza imkânsız. Bazı şeyler sistemle, büyük iradeler, büyük kararlarla çözülüyor. Şimdi hiç düşünülmeden şu olsun, bu olsun diye atılan adımlar sonuçta bir neslin kimliğini, karakterini, şahsiyetini oluşturan unsurlar olmuş oluyor. Kesinlikle ‘âkil adamlar’, ‘iyi niyetli adamlar’ dediğimiz bir ekip karar vermeli. Yani siyaseten olmamalı, siyasetçi bir üniversitenin, bir kütüpanenin açılıp kapanmasına karar vermemeli.

A.A.: Kütüphaneye girecek kitaplara da karar vermemeli. Ayıplı bir ülke olduk. Herkes bu ayıbı taşıdı için de bir nevi kolumuz kanadımız kırık. Bazen resim yaparken şöyle bir şey düşünüyorum, “Ülke bu kadar ateşler içindeyken şu yapmak istediğim resim acaba lüks mü?” Bu o kadar sert bir otosansür ki! Benim bütün isteğimi, kreatif enerjimi, bütün arzumu frenliyor, yerle bir ediyor. Fotoğrafı yine seyahat ediyorsun, iyi-kötü çekiyorsun. Hikâyesi var, yazıyorsun, şehri belgeliyorsun. Ama resim yapmak, ya da oturup roman yazmak; bütün bunlar için insanın ruhundaki bu kırıklık, bu suçluluk duygusu olmamalı. Bu en parlak entelektüellerimizde bile var.

H.Ö.C.: Bir fanusun içindeyiz ve kıramıyoruz. Tekrar size dönecek olursak; Refo fotoğrafçılık dergisinde sizin Orta Asya seyahatiniz hakkında kısa bir yazı vardı hatırlarsanız. Ben sizi ilk o zaman tanımıştım.

A.A.: Evet, 1986-89 yılları arasında seyahat etmiştim.

H.Ö.C.: Büyük bir cesaret, çünkü o zaman daha hâlâ SSBC var, hâlâ kapalı bir dünya, riskler çok. Fotoğraf makinesinin bir ajan aleti zannedildiği bir dönem sonuçta…

A.A.: Evet, çok zorluk çektim, İran’da kaç kere tutuklandım, savaş da vardı.

H.Ö.C.: Böyle bir süreçte ‘gerçek fotoğrafçılık’ mı diyelim buna, yani sert bir dönemde fotoğrafla tanıştınız. Çok iyi ürünler verdiniz. Fotoğrafçılığın aslında sadece gazetelerin haber servislerinde makine kullanıcısı insanlardan ibaret olmadığını öğrendiğimiz birkaç adamdan biri sizsiniz; Ara Güler gibi, Coşkun Aral gibi… Çok isim de sayamıyoruz aslında, 10’a çıkaramıyoruz maalesef. Dünyayla temas etmiş birisiniz. Koudelka’nın gelip sizin evde kalması şunu da gösteriyor: Biz zaten hayranlıkla takip ediyoruz ama onların sizi tanıması ve ciddiye alması; sizin, o dünyada karşılık bulmuş bir fotoğrafçılığınızın olduğunu gösterir. Bir de fotoğraf çekmek, Coşkun Aral örneğinde olduğu gibi bir ‘hayat’a dönmüş. Para kazanmak için bunlar yapılmaz. Çok az parayla, hayatını tehlikeye ata ata…

A.A.: Evet, çok az parayla… Eğer küçük bir reklam stüdyosu fotoğrafçılığı yapsaydım bunun 3-4 katı kazanırdım. Çünkü resim eğitimi de gördüğüm için daha şık, daha kreatif dekorlar yapardım ama amaç o değildi.

H.Ö.C.: Yani sizin içinize düşen ateş nedir, ben size onu sormak istiyorum. Nereden aklınıza geldi?

A.A.: Deminden beri anlatmaya çalıştığım o kışla duygusunu, o devlet fobisini kırma isteğinden… Akademide bunalıyordum. Kapıya bir bekçi koymuşlardı, gelen geçen hocaların sakalını ittirip kaktırıyordu “Hoca, hoca! Sakalı kes!” diye. Düşün… Filozoflar sakallı, komünist liderler sakallı, din adamları sakallı, sanatçılar sakallı, müzisyenler sakallı, edebiyatçılar sakallı. Sadece askerler sakalsız. O da arazide bir disipline girsin diye. Bütün ülkeyi bir askerî havaya soktukları için tahammül edemedim. Ve bu hal o kadar sıkıştırdı ki kalbimi İstanbul da dar geldi, Türkiye de dar geldi. Artık akademi hocalığını da, resmi de –ki çok severek, birincilikle girmiş ve birincilikle bitirmiştim– bıraktım. Bütün ülkenin entelijansiyasının kalbini sıkıştıran şeyin kendimde hissettiğim kadarı beni nefes alamaz hale getirdi ki canhıraş bir şekilde kaçtım. Bu kaçışta da herhalde fotoğraf çok ideal bir yol açtı. Başta bilmiyordum, bu yolda öğrendim. Bir makine aldım. Alman kız arkadaşımla birlikte sırt çantası, çadır, gaz ocağı da aldık, yola düştük. Günde 1 dolar harcıyorduk. Geçenlerde Kutlu Ataman’ın bir cümlesini okudum. “Seksenlerde burada kalsaydım intihar ederdim.” Bir yakınlık hissettim. Demek ki o kuşakta pek çok insan bunu hissetmiş. Son derece yetenekli arkadaşlarım vardı, ‘ne kadar parlak bir ressam olacak bunlar’ diyorum. Hepsi kaybolup gitti. Koca bir kuşak darbeyle birlikte kaybolup gitti. Sabahlara kadar resim yapan, resim gören, resim düşünen insanlar… Adı olan en az on ressamımız olabilirdi şu an.

H.Ö.C.: Seksen tohum atarsın, yirmisi tutar ya; burada tohumların tamamının yakıldığı, çürüdüğü bir süreç atlatılmış.

A.A.: Bunun evveliyatı da var, 1960 da böyle, sonrası da yani 90’lar da böyle.

H.Ö.C.: Mevzuyu tekrar fotoğrafa bağlayacak olursak, şimdi gençler yeni nesil fotoğrafçılar haline geldiler, fotoğrafın argümanları değişti. Dijital makineler, cep telefonları, lens teknolojilerinin yanı sıra fotoğrafın kullanım ve paylaşım alanları çok zenginleşti. Siz bu yüzyılı nasıl görüyorsunuz, bundan sonrası nereye varır?

A.A.: Eskiden 10 yıllık tahminler ederdik, artık yıllık tahminler bile edemez hale geldik. Akıl almaz bir hız. Hiçbir öngörüde bulunamıyorum. Arada bir üniversiteler çağırıyor hoca arkadaşlarım, kabul ediyorum, hoşuma gidiyor. “Ne tavsiye edersiniz bize?” diyorlar, “resim bakın” diyorum. Resimlerde o “bakma-görme disiplini”nin bütün temel taşları yatıyor. Işık görmek isteyenler için Vermeer, Rembrandt; renk  görmek isteyenler için Matisse; form görmek isteyenler için Caravaggio, Rönesans’tan Michelangelo… Leonardolar, Raphaeller; modern resimde Picasso’nun bir formu alıp onu parça parça yeniden inşa etmesi, akıl almaz duygular yükleyen ressamlar; bizden de eski ressamlarımızın eserlerine, minyatürlere, hatlara bakmak lazım. Bütün bunlar insanlığın ortak malı, hepsi müzelerde ve hepsi internette var. Fotoğraf, bir ayağı yere basan, gerçekliği olan bir şey olduğu için onun ruh hali başka ama bakışı terbiye etmenin yolu resme bakmaktan geçiyor. Bu yaşımda bu kanaate vardım ve bunu söylüyorum.

H.Ö.C.: Bu nasihatinizin dışında, gençler fotoğrafçılığı nasıl konumlandırmalı? Fotoğraf konusunda bir yanılsama var. Fotoğraf çekiyorsanız entel, karizmatik biri oluyorsunuz ama ortaya çıkan ürün pek de bir şeye benzemeyebiliyor. Yani fotoğrafçı kendini fotoğrafından öne koyduğunda yok oluyor. Gençlerin kendilerini öne koymamaları için ne yapmaları gerekiyor?

A.A.: ‘Güzellik’ kavramı, aşması çok zor bir eşik. Güzel bir şeyin fotoğrafını çekmek tuzağına düşmeden bir iş yapmanın yolunu bulmak, o bir eşik; önce ona kafa yormaları lazım. Yani güzel bir manzara, güzel bir sahneden vazgeçip ‘anlam taşıyan’ bir durumu yakalamaya çalışmaları lazım.

H.Ö.C.: Benim de fotoğrafçılık derslerinde ilk anlattığım şey bu oluyor. Önce gözünüzü terbiye edeceksiniz. Sizin ressamlar üzerinden yaptığınız tavsiyeyi ben fotoğrafçılar üzerinden söylüyorum.

A.A.: Fotoğraflara zaten baksınlar. 50-100 fotoğrafçıdan oluşan bir liste çıkarsınlar; modernler, magnumcular her birini internette sırayla tıklayıp baksınlar. Kısa bir biyografisini okuyarak, kıyaslayarak, hayatlarını nasıl kazandıklarına bakarak. Bunlar da mühim.

H.Ö.C.: Başınızı ağrıttık, teşekkür ederiz.

Röportaj / Arif Aşçı – Bu yazı 2012 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 69. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version