Gezgin Dergi

Sarı, Kırmızı, Mavi ve Kül Rengi Bir Ülke; Nepal

Bu mavi şal, gece karanlığının üstüne atılmış bir gökyüzü mavisi sanki.

Bu mavi şal, gece karanlığının üstüne atılmış bir gökyüzü mavisi sanki.

Katmandu’da uçağın merdivenlerinden inerken garip bir şekilde bu toprakları daha öncelerden tanıyormuş gibiydim. Fakat bulanık bir hatırlayıştı bu, rüyada gördüğünüz bir yerin hatırlanışı gibi, bulanık…

Yazı ve Fotoğraflar: Ersin Şahin

Burası dünyanın bir ucu… Uzak. Masallardaki çin-ü maçin kadar uzak bir yer. Peki bu tuhaf aşinalık ya da o kadar mesafeye rağmen kendimi evimden fazla uzaklaşmamış hissetmemin sebebi neydi? İki eski dostum Yusuf Armağan ve Tarık Tufan’la beraber olmamın da bunda bir etkisi olabilir miydi?

Belki de insan arkadaşlarıyla beraberken çok da uzaklaşmış olmuyordu doğduğu topraklardan. Ve mesafenin farkında olamıyordu ilk başta. Fakat sonradan anladım ki uzaklık, asfalt yolların yerini patika yollara bıraktığı köylerde, mesela güney Nepal’de hissettiriyordu kendini. Evet, o zaman anladım, bambaşka bir dünyada olduğumuzu. Katmandu Havaalanındayız. O kadar eşyayla nasıl sığdığımızı anlayamadığım küçücük bir taksiyle kalacağımız otele doğru gidiyoruz.

Burası çok eski bir otel. Del’ Annapurna. Mihmandarımız Nazrul ayarlamış burayı. Ona göre ideal bir otel. Aslında öyle de sayılır. Ama bir koku var… Yıllardır kapağı açılmamış bir sandığı açarsınız da eşyalara sinmiş bir eski zaman kokusu genzinizi yakar ya, işte öyle bir koku…

Güneşi sarığına dolayan derviş.

Akşam bir Türk Restoranında Nazrul Hasan ve arkadaşlarıyla yemek yiyoruz. Keyfimiz yerine geliyor. Kendimizi Aksaray’da, Urfa Sofrasında hissediyoruz bir an. Tanışma esnasında anlıyorum ki Ersin adı onlar için pek anlamlı değil. Arkadaşlarımın adlarına “ok” diyorlar, fakat benim adımı anlamıyorlar. Nepalli Müslümanlar, çoğunlukla Muhammet’le başlayan, mutlaka dini anlamı olan isimler taşıyorlar. Galiba bu bütün dünyada böyle. Fakat soyadım Şahin deyince herkes “ooo!” diyor. Meğer “şahin” Pakistanlı büyük şair Muhammed İkbal’in sembolüymüş. Böylece adımı söyledikten sonra, “A Turkish name” diye izah etmem gerekmeyecek. Artık benim adım Şahin, “My name is Shahin”…

Nepalliler, en meşhur hemşehrilerini (Buda) bembeyaz mermerlerden yalınayak çıkarak selamlarlar

19 Aralık Çarşamba… Sabahleyin otelin kahvaltı salonunda, ilk defa gördüğümüz onca meyve arasından bildiğimiz birkaç meyveyle kahvaltı yapabiliyoruz. Çay içemedik ve asla da içemeyecektik ne yazık ki…

Havaalanında gördüğüm anda çok sempatik bulduğum, her daim mütebessim yüzüyle Nazrul Hasan kapıda bizi bekliyor. Garip bir telaffuzla “Haw are you bırıdır (brother)” diyor her birimize. Hepimiz çok sevecektik bu samimi ve candan insanı…

Güneş enerjisiyle çalışan bir sokak terzisi

Ben, boyumla kilomla Nepalliler arasında “dev” gibi dolaşacağımı bilemezdim. Benim ölçülerimdeki biri için buradaki taksilere binmek oldukça zor. İki büklüm bir vaziyette, gene küçücük bir taksideyiz. Katmandu’yu geziyoruz. Sis daha bir derinlik ve gizem katıyor bu şehre.

Yollarda bir trafik bir karmaşa… Kafam, bu minyatür taksinin tavanına yapışık oturduğum için arkaya dönemiyorum. Fakat Tarık’ın Nazrul’a verdiği kısa cevaplardan, anlıyordum ki hepimiz dışarıdaki muhteşem trafiği seyre koyulmuştuk.

Güneşi her sabah çalışırken selamlar Nepalliler

Marmara Güzel Sanatlardaki fotoğraf hocam Barbaros Gürsel Bey, her daim fotoğrafçıyı avcıya benzetirdi. Bir an elimdeki fotoğraf makinesini tüfek, kendimi de av cennetine düşmüş bir avcı gibi hissettim.

Mehabetli bir sabah oldu Guski’de
Epeydir fotoğraf çekmiyordum ve açıkçası tedirgindim biraz. Belki de bu yüzden nereye nişan alsam vazgeçiyordum. Bir de her yer ‘av’ doluydu. En iyisi biraz sakin olmaktı… Burada her durumda renkler çok doygun. Bu kadar yakıcı bir kırmızı ve sarıyı, bu kadar duru bir mavi ve yeşili daha önce hiç görmemiştim. Ünlü fotoğrafçıların portfolyosunda Hindistan’ın neden ayrı bir yeri olduğunu, buradaki renkleri görünce anladım. Bir cami’nin önünde duruyoruz. Mihmandarımız uzun bir pazarlıktan sonra, yine de taksiciye bir sürü Rupi veriyor. Keşmir-i Camii… Nepal’in en eski camisiymiş. 450 yıl önce Nepal’e yerleşen sufilerden Gıyasuddin tarafından yaptırılmış. Öğle vaktiydi ve hava iyice ısınmıştı. Caminin avlusunda güneşlenen insanlar vardı. Ve nihayet ilk fotoğrafımı çektim diyebiliyorum. Caminin avlusunda güneşi sarığına dolayan bir dervişi ‘yakalamıştım’…

Sidharta’nın köyü yakınlarında bir tapınak bekçisi

Katmandu, 60’lardaki Hippilerin Mekke’siymiş, diyor Yusuf. Bildiğim bir şey, ama nedenini pek anlayamadım. Ya, o neden her neyse biz uzağındayız, ya da artık yok. Belki de Tarık’ın tedirginlikle her an karşımıza çıkabileceklerini söylediği Maocu gerillalar saklamışlardır.

Turizm o yıllardan beri, ülkenin ciddi bir gelir kaynağı olmuş. Budist inanışın da merkezi olması sebebiyle, Katmandu tam anlamıyla bir turizm merkezi haline gelmiş. Nepal’de Hindular egemen. Sokakta gördüklerimiz, Hindistan fotoğraflarında gördüklerimiz. Alınlarına kırmızı boya sürmüş bu kadınlar, evli olduklarını belirtmiş oluyorlarmış, sonradan öğrendiğimize göre.

Duş alan bir hindu

Durbar meydanındayız. İşim zor. Bir taraftan da video kamerayı kullanıyorum. Başım sıkıştıkça Yusuf yetişiyor. Fakat o kargaşada, o renk cümbüşünde bir ara kaybediyorum Yusuf’u ve Tarık’ı… Bir tapınağa girmişler meğer. Ve orada Kumari’yi görmüşler. Küçük kız çocukları arasından seçilen Kumari, Hindu inancında önemli bir tanrıça oluyor, ergen olduğu güne kadar da öyle kalıyor. Tanrıçalığı sona erdiğinde ise hemen yeni bir Kumari arayışına başlanıyormuş. Yusuf ballandıra ballandıra anlattı olanları, ben tam esefleniyordum ki Tarık baklayı çıkardı ağzından. “Üzülme içeride fotoğraf çekmek yasaktı.” Rahatlıyorum, çünkü bu anı kaçırmak istemezdim doğrusu. İHH İnsani Yardım Örgütü gönüllüsü olarak buradaydık. Her günümüz önceden planlanmıştı ve neredeyse hiç vaktimiz yoktu. Dolayısıyla daha ilk günden, fotoğraf çekme isteğim sorun olmaya başlamıştı bile.

Biratnagar’da bir sokak berberi

Hindistan sınırı
Ertesi gün güneydoğu Nepal’e, Biratnagar’a gidiyoruz. Buddha Air’in iç hat uçuşlarıyla gideceğiz. Havaalanı, Anadolu’daki izbe minibüs terminallerini andırıyor. Mihmandarımız Nazrul Hasan gelişimizden evvel aldığı biletleri ibraz ediyor. Eşyalarımızı tartıya koyuyoruz. Fakat bir problem var. Yabancı olduğumuz için yaklaşık 100’er Amerikan Doları fark ödememiz gerekiyormuş. Yerliye 122 dolar, yabancıya 212… Biletler yeniden tanzim ediliyor.

Biraz sonra pervaneli küçük bir uçağın yanında duruyoruz. Kaptana “fotoğraf çekebilir miyim?”, diyorum. Yüzüme bile bakmadan “sorun yok”, diyor. Arkadaşlarımı çektikten sonra ilk defa kameranın önüne geçiyorum. Hatıra olsun diye Yusuf’tan rica ediyorum ve fotoğrafımı çektiriyorum.

Guski’de Bayram sabahı

Uçak küçük; benim için bir hayli küçük. Hostes elinde bir tepsi şeker ve pamukla geliyor. Pamuğu alan herkes kulağına tıkıyor. Tarık da pamukları kulağına götürerek, acaba diye hostese bakıyor. Hostes gülerek “yes” diyor.

Ve havalanıyoruz. Tarık biraz gergin, Yusuf’la ben rahatız. Yusuf, “Ersin bu camlar sağlam değil galiba, baksana yerinden çıkıyor” dediğinde, Tarık telaşla “Aman yaslanmayın!” diyor. Basıyoruz kahkahayı.

10 kişilik uçağımızın daracık penceresinden yanı başımızdaki bitmek bilmeyen Himalayalar’ı seyrediyoruz. Alt tarafta çoktan akşam olmuştu. Fakat güneş, dünyanın çatısı anlamına gelen bu yüksek dağların, bembeyaz zirvelerini solgun ışığıyla aydınlatmaya devam ediyordu. Muhteşem bir görüntü. Dağları seven birisi olarak dağ neymiş gördüm. Biratnagar’a vardık. Geceyi geçirdiğimiz medrese odasında yarınki planlarımızı yapıp erkenden uyuduk. Ertesi sabah gün doğmadan ayaktayız.

Süt alan kadınlar…

Kahvaltımızı yaparken dışarıdan megafonla bir duyuru yapıldığını duyduk. Ben heyecanla Nazrul’a baktım. “Bayram Namazı için duyuru” dedi umarsızca. Ben o daha lafını bitirmeden video kameramı almış kapıdan çıkıyordum bile. Gördüğüm manzara müthişti. Sisli bir sokakta üç tekerli bir bisiklet, önünde ve arkasında iki büyük hoparlör. Bir film setinde olabilecek türden fevkalade olayı ne yazık ki fotoğraflayamadım. Çünkü aceleden fotoğraf makinemi yanıma almayı unutmuştum.

Öğlene doğru Biratnagar’ı dolaşmaya çıkıyoruz. Burası fotoğraf için Katmandu’dan daha verimli. Daha sonra kriket oynayan çocukları video kamerayla çekiyorum. Ardından Şahbaziye Yetim Medresesini geziyoruz. Nepal hatıralarımızın fonunda sürekli çalacak o muhteşem ilahiyi söylüyor çocuklar. “Cebe Madinehu Yar-i Nebike Aganuha hu Hamu Cebe Madine” Hava soğuk. Dışarıda gözgözü görmüyor. Nazrul bir jip ayarlamış, rahatladık tabi. Ve bayram günü güneşin ilk ışıklarıyla beraber yola çıkıyoruz. Hint sınırında, uçsuz bucaksız bir ovada sisler arasında ilerliyoruz. Görüş mesafesi bazen 4 metreye kadar düşüyor. Büyülü bir yolculuk. Sağımızdan solumuzdan bisikletli, yaya, yürüyen insanları görüyoruz. “Mehabetli Bir Sabah Oldu Guski’de” Guski köyüne varıyoruz. İlginç… Köyün bildiğimiz kokusu dışında o koku yok. Ya ben alıştım ya da burası kokmuyor. Evlerinin önünde tulumbalardan çektikleri suyla abdest alan erkekleri görüyorum. Vakit geliyor. Bayram namazı için köylülerle beraber yola çıkıyoruz. Dört tarafı duvarlarla çevrili büyükçe bir tarla burası. Mihrap kısmında beyaza boyanmış bir yapı vardı sadece.

Namazdan sonra köyü dolaşmaya çıkıyoruz. Bayram pazarını buluyoruz ister istemez. Köydeki bütün çocuklar ve gençler buradaydı. Köylüler yerdeki basit tezgâhlarda, tatlılar, çerezler satıyordu. Her yerde bayramın asli unsuru çocuklardı demek ki. Bayramın üçüncü günü Biratnagar’a dönmüştük. Zülfikar Ali geldiğimizden beri bizi ısrarla görmek isteyen Şeyh Abdullah’a götürecek bizi. Bu kez istikamet Güneybatı Nepal; Krişnannagar.

Mehabetli bir sabah oldu Guski’de

Bhairahawa Havaalanına indiğimizde akşam olmak üzereydi. Nispeten daha iyi bir yolda üç saatlik bir yolculuktan sonra Krişnannagar köyüne vardığımızda Şeyh Abdullah kapıda karşıladı bizi. Gittiğimiz her yerde el üstünde tutuluyorduk. Guski’de bir öğretmenin dediği gibi Dar-ül Hilafe’den yani İstanbul’dan geliyorduk çünkü. Dönüş yolunda Siddhartanagar’a yani Budha’nın doğduğu köye gitmek istiyoruz. Katmandu’da bulamadığım Namaste-Namaz ilişkisini bulurum ümidiyle, bilhassa ben istiyorum bu köyü görmeyi.

Seyahatten bir hafta önce Nepal, Budizm ne bulursam okurken, Namaste ile Namazın aynı kökten geldiğini okumuştum. Bu hiç de basit bir bağlantı olmasa gerekti. Sanskritçe olan Namaste; kutsal olanın önünde saygıyla eğilmek anlamına geliyordu. Namaz bizim dilimize Farsçadan geçmişti, Farsçaya da Sanskritçe’den, üstelik aynı anlamla geçmişti.

Fakat bu köyde de gözle görülür bir ipucu bulamadım. Ayaküstü bulunacak bir şey değildi tabiî ki, ama gene de şansımı denedim. En azından Budha’nın köyünü ziyaret etmekle Budist hacı olmuştuk.

Dönüş yolunda köylüler bir olaya polisin müdahalesini protesto için köprü yolunu kapatmışlardı. Kızgın, ellerinde sopalarla bir sürü insan. Yusuf’la Tarık arabada kaldılar ben de Zülfikar’ı yalnız bırakmamak için arkasından gittim. Zülfikar kibarca çok ısrar etti, fakat nafile. Sonuçta arabayla geçmemize izin vermediler. Buna da şükür deyip eşyalarımızı sırtladık ve köprünün diğer tarafında bir otobüs bulup aksiyon dolu bir yolculuktan sonra havaalanına yetiştik.

Guski’de Bayram sabahı

Ertesi gün alışveriş yapmak için Nazrul’la Katmandu sokaklarını arşınladık. Fazla vaktimiz yoktu ve asıl ilgilendiğimiz şeylerin satıldığı yerleri son anda bulduk. Akşamüzeri Doha’ya uçacaktık. Duygu yüklü bir vedalaşmanın ardından artık dönüş yolundayız.

Nazrul Hasan cep telefonuyla beni çekmiş. Sanırım hatıramızı saklayacağının bir ifadesi olarak gösteriyor. Gülüyoruz. Yüzüne baktığımda gözleri dolmuştu. Sarıldık. Havaalanında Zülfikar Ali’nin de gözleri dolmuştu en son benimle sarılırken… Bu sakin ve onurlu insanları unutmayacağım…

Sarı, Kırmızı, Mavi ve Kül Rengi Bir Ülke; Nepal – Bu yazı, Gezgin dergisinin 2008 yılının Mart ayının 14. sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version