Gezgin Dergi

Tarih ve Tatilin Üç Şehri: Gyeongju, Busan ve Jeju Adası

Kendimi bildim bileli hep Uzakdoğu Asya’nın yakını olduğumu hissetmişimdir. Seul’de geçirdiğim günlerde bu kültürün ve bu coğrafyanın ruhumun derinliklerine fazlasıyla nüfuz etmesi yakınlık hissiyatımın gerçekliğini ortaya çıkardı. Güney Kore sadece Seul’de bulunmakla gittim denilebilecek, anlaşılacak ve öğrenilecek bir ülke değildi. Beni içine çeken bu kültürün farklılığına, tadına, kokusuna, rengine olan zaafımdan ve daha çok öğrenme iştahıma karşı koyamayarak, yeniden oraya doğru yola çıktım.

Yazı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız

Sabahın erken saatlerinde vardığım Incheon Uluslararası Havaalanı’nda oyalanmadan hemen tren istasyonuna geçtim.

Seul’den Gyeongju’ya gün içerisinde 7 tarifeli Seamaeul tren seferi bulunuyor. İlk tren biletimi alıp beklemeye başladım. Mobil aygıtımın tarayıcısından yeni keşfettiğim gezegence.com gezi sitesini açıyorum. Daha önceki Seul seyahatimde de bu sitenin ayrıntılı bilgileri sayesinde pek çok farklı deneyim yaşamıştım. İlk durağım Gyeongju’nun tarihi ve görülecek yerlerini de yine bu siteden okumaya ve öğrenmeye başladım. Yaklaşık 4 saat süren bir yolculukla vardığım Gyeongju’da ilk izlenimimim, çevrenin temizliği ve düzeni oldu. Her şeyin yerli yerinde olduğu şehirde kolayca otelimi bulup uzun uçak ve tren yolculuklarından sonra dinlenmeye çekiliyorum.

Gyeongju Ve Silla Hanedanlığı

Silla Hanedanlığı’nın başkentliğini yapmış Gyeongju’daki ilk günümde, önce bu şehrin tarihinin izlerini görmek için Gyeongju Ulusal Müzesine gidiyorum. 4500 parça eserin sergilendiği bu müzede, arkeoloji, sanat ve Anapji salonları bulunuyor. Müzenin bahçesinde Büyük Kraliçe Seondeok’un ilahi çanı ve Goseonsaji Taş Pagodası’nın yanında, Gyeongju çevresindeki tapınak ve saray alanlarından çıkarılmış taş yapılar sergileniyor.

Buradan Silla Hanedanlığı kral ve soylularına ait mezarların olduğu Cheonmachong Tümülüsü’ne geçiyorum. Bölgedeki kazılar sırasında üzerinde binici olan bir at resmi ile keşfedilen Cheonmachong (Göksel At) aynı zamanda Silla döneminden geriye kalan ve şu ana dek bulunan tek resmiymiş. Mezarın içinde kralın şaşalı hayatını gözler önüne seren 11.526 parça eşya da görülmeye değer.

Günümün son durağı Cheomseongdae (Gözlemevi) oluyor. Asya kıtasında bulunan en eski astronomik gözlemevi olarak kayıtlara geçen bu yapı, Kraliçe Seondeok hükümdarlığı döneminde, 30 cm. çapındaki taşlardan silindir şeklinde inşa edilmiş. Hava tahmini yapmak için yıldızları gözlemlemek amacı ile yapılan Cheomseongdae’nin etrafı yeşil, geniş park alanlarıyla dolu. Gün batımı dolayısı ile birçok Koreli aile, çocuklarıyla birlikte gelmişler. Güzel bir kalabalığa hakim olan bu mekanda, güzel havada uzun süre bisiklete veya kaykaya binmiş çocukları seyrederek bütün gün öğrendiğim, gördüğüm etkileyici tarihi zihnimde demliyorum.

Sonraki günümün ilk durağı, güneşin doğuşunun muhteşem manzarasına sahip olması dolayısıyla çoğunlukla ziyaretçilerin şafak vaktini tercih etmesi yüzünden sabah 7’den itibaren açık olan Seokguram Mağarası. Bu yapay mağara tapınak, Bonjon, Bodhisattva ve havarilerinin heykellerini korumak için Silla Hanedanlığı döneminde yapılmış. Günümüzde hala ibadet yeri olması dolayısıyla fotoğraf çekmek yasak.

Buradaki yapıtlarla ilgili ayrıntılı bilgiyi bir başka yerde bulabileceğimin tüyosunu yine gezegence.com’dan alıyorum. Silla Sanat ve Bilim Müzesi, Seokguram Mağarası’yla ilgili inanılmaz ayrıntılı bilgilerin yanında, Kore biliminin köklerini de sergileyen bölümleri ve Sangwonsa Tapınağı’nın aynı ölçüdeki bronz çan modeliyle göz dolduruyor. Buradan yine Silla Hanedanlığı döneminde Seokguram’la aynı dönemde inşa edilen Bulguksa Tapınağı’na gidiyorum. Yakın bir gelecekte kutlanacak olan Buda’nın doğum günü şenliği için hazırlıklar yapılıyor. Daha önce Seul’de katıldığım kutlamanın hazırlık aşamasına denk geliyorum burada. Tapınak rengarenk lotus fenerleriyle süslenmiş, sanatsal dokunuşlu taştan kutsal emanetleriyle ziyaretçilerini bekliyor. Çıkışta yaşlı bir Koreli ile sohbet ediyoruz. Türk olduğumu öğrendiğinde, gözleri sevinçle dolarak Türklerin Kore savaşındaki yardımlarını anlattı bana. Dinlemek büyük keyifti.

Gyeongju’daki son durağım özellikle akşam saatlerinde gitmek istediğim Anapji Göleti. Gölün manzarasının tamamı bir noktadan görünmediğinden, her noktasında farklı güzellikte manzara sunan gölet, Korelilerin ziyaretiyle müthiş kalabalık. Akşamın karanlığında ışıklandırılmış sarayın göldeki yansıması asil ve göz alıcı. Fotoğrafçılar için tam bir uzun pozlama cenneti. Gölden çıkarılmış Silla Hanedanlığı emanetlerinin ihtişamlılığı karşısında sarayların sadeliği eşsiz.

Çıkışta zar şeklindeki küçük bi kabin dikkatimi çekiyor. Silla Hanedanlığı döneminde soyluların eğlencelerinde kullanılan “juryeonggu” adındaki 14 köşeli ahşap eğlence zarı şeklinde yapılmış bu kabinde, yine zar şeklinde yapılmış kekler satılıyordu. Keklerin içinde her biri farklı tatta marmelatlar konulmuş. Bir kutu kek satın alıp yemeye başladığımda, Seul’de yakalandığım lezzet fırtınasına yine tutulmaya başladığımı görüyorum.

Busan

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, yaklaşık 1,5 saat süren bir yolculuktan sonra Busan’a varıyorum. Busan’daki ilk ziyaret yerim, üzücü savaş hikayesinin baş kahramanlarının ölümsüzlükle buluştukları BM Şehitliği ve Barış Parkı oluyor. Girişten itibaren şehitliğin sessizliği, düzeni ve temizliği tam da Korelilerin sonsuz saygı evrenine yakışır düzeyde. Türk bayrağının dalgalandığı bölüme giderek derin bir sessizliğe çöküyorum.

1950-53 yılları arasında en küçüğü 18, en büyüğü 25 yaşında olan yüzlerce şehidimizin mezar taşlarına bakıyorum, içimden Fatiha okuyarak. Ben daha doğmadan yıllar öncesinde, ilk kez geldikleri ve hiç tanımadıkları bu topraklarda kelebeğinkiyle ömrünü kıyaslayan, toprağa düşerek ölümsüzleşen atalarımın karşısında, içimde art arda dizilen birçok duyguyla sessizce duruyorum.

Birçok duyguyu emanet alarak saatler sonra şehitlikten çıkıp sahile gidiyorum. Hükümsüz bir teselli ile Gwangalli Plajı’nın temiz kumu ve denizinde, kalabalık insan topluluğunun hayat doluluğuna katılıyorum. Sahildeki cadde boyunca dizilmiş lokanta ve kafelerin çokluğu, bu çokluğa rağmen her birinin tıklım tıklım oluşuna hayretle bakıyorum. Seul’deki günlerimde buna şaşırmaktan yorgun düşmüştüm çünkü. Günümün geri kalanını bu kafelerden birinde kahve içip gün batışını seyretmekle geçirdim.

Busan’da ikinci günüme Kore ejderhası sarayı anlamına gelen Haedong Yonggungsa Tapınağı’na giderek başlıyorum. Deniz kıyısında geniş bir alana yayılmış bu inanç merkezi manzarasıyla da benzersiz. Denizsuyu Büyük Tanrıça Budası, Daeungjeon Ana Mabedi, Yongwangdang Türbesi, Gulbeop Budist İnziva Yeri (bir mağarada) ve dört aslanlı üç katlı pagoda tapınak görülecek yerler arasında. Buradaki dört aslan zevk, öfke, üzüntü ve mutluluğu simgelemekte. Kayalık manzarayı çevreleyen 108 basamağı inince nefes kesen bir görüntüyle karşılaşıyorum. Doğanın iç sesini dinliyorum uzun süre bu muhteşem manzarada.

Bu atmosferden çıkmak istemediğim için Geumjeong Dağı’nın eteklerinde kurulmuş bir başka inanç merkezi, Beomeosa Tapınağı’na geçiyorum. Buda’nın doğum günü kutlama hazırlıkları burada da son hızıyla devam ediyor. Tapınağa gönüllü olarak yardım eden kadınlar, büyük bir ciddiyetle tören için prova yapıyorlar. Rengarenk lotus fenerleri ısrarla gözlerimi alıyor yine. Bazı güzel şeylere alışmak zaman alıyor sanırım.

Buradan yine şehir merkezine geçiyorum. Guinness Dünya Rekorları Kitabı’nda dünyadaki en büyük alışveriş mağazası olarak geçen Shinsegae Centum City Mağazası’nı geziyorum. Tek bir mağaza altında sayısız farklı ürünlerin içinde kaybolmanın zevkini yaşadım akşam yemeğine kadar.

Akşamın karanlığı şehrin ışıltısıyla aydınlanıyor. Busan’ı kuşbakışı 360 derece görebildiğim Busan Kulesindeyim. 1973 yılında inşa edilmiş bu kulede de Seul kulesinde olduğu gibi aşklar dileklenip kilit altına alınmış.

Bir başka gün ve bambaşka bir serüven. Kore savaşı sırasında Taegeukdo dininin 4000 üyesi ve savaşın böldüğü ülkenin farklı bölgelerinden gelen mültecilerin 800 dolayında ahşaptan gecekondu inşa edip yerleştikleri Gamcheon Kültür Köyündeyim. Küçücük evler, daracık sokaklar, rengarenk çatılar, resimli duvarlarla adeta masal alemi gibi. Savaş ortamında yapılmış, iki kişi bile nasıl sığabilir diye düşündüğüm ama ailelerin yaşadığı bu evlerin küçüklüğü beni çok şaşırtıyor.

Hala ailelerin yaşadığı bu evlerin çoğunluğu ziyaretçiler için farklı farklı dekore edilmiş. Her dekorda başka bir renk ve masal alemine geçiş yapıyordum. Birbirine benzer, labirentin mecazı sokaklarında dolaşıp fotoğraf kareleri çekerken bir kamyonetin arka kısmında müzik çalarını açmış, müziğin ritmiyle kendinden geçerek börek kızartan yaşlı bir Koreli amcayla karşılaşmamla “déjà vu” yaşıyorum. Fondaki müzik ve ses tüylerimi diken diken ederek, beni ait olduğum bir atmosfere götürüyor. 1950’lerin sonlarında ünlenen şarkı yazarı ve şarkıcı Lee Mi-ja’nın o büyülü sesi, iç sesime onay verip bu coğrafyaya yakın, belki de parçası olduğumu fısıldıyor bir kez daha.

Buradan Busan’ ın sinema ve tiyatro bölgesi olan Nampodong Sokağı’na geçiyorum. Busan Uluslararası Film Festivali’nin de yapıldığı bu sokakta, Koreli arkadaşımın Busan’a gidersen kesinlikle tatmalısın diye ısrarlı tavsiyesi olan “hoddeok” yemeğe gidiyorum ilk olarak. Seul’de çokça bayılarak yediğim bu tatlıyı burada içine birçok çeşit çekirdek koyarak özel yaptıkları için tavsiye eden arkadaşımı minnetle anarak ikinciyi sipariş ediyorum. Mağazalar ve lokantaların birbiri ardına sıralandığı sokaklarda, müptelası olduğum Kore sokak lezzetlerini tadarak gezindim. Çok özel mutfağıyla Kore, yaşamak isteyeceğim tek ülke.

Buradan çalışkan ve fedakar Türk kadınıyla özdeşleştirdiğim Kore kadınlarını görebildiğim Jagalchi Balık Pazarına gidiyorum.Tüm ülkede bilinen Kore’nin en büyük deniz ürünleri pazarı olan bu yerde, satıcıların neredeyse hepsi kadın. Buradaki satıcı kadınlara “jagalchi ajumma” deniliyor. Korecede “ajumma” orta yaşlı ya da evli kadın anlamına geliyor. Deniz ürünleri severlerin cenneti burası.

Jeju Adası

2 milyon yıl önce volkanik püskürmeyle ortaya çıkan Jeju Adası’na, Busan’dan Kore Havayollarının zarif kabin ekibiyle, yaklaşık 1 saat süren yolculukla varıyorum. Yolcuların büyük çoğunlugu Çinli turistler. Kore’nin en yüksek zirvesine sahip Halla Dağı’nın bulunduğu adada ilk durağım, Tedi Ayıcığı Müzesi.

Dünyanın değişik ülkelerinden Tedi ayıcıklarının sergilendiği müzede, Mahatma Gandi, Elvis Presley, Mona Lisa, Leydi Diana ve Prens Charles gibi birçok ünlünün Tedi versiyonunu görmek ilginç bir heyecandı.

Oradan yine bir başka müzeye O’sulloc Çay Müzesine geçiyorum. Kore’nin geleneksel çay kültürüyle ilgili bilgiler öğrenilen bu müzede ayrıca sergi salonunda Kore, Çin, Japonya’dan 60’dan fazla türde çay sunulmakta. Organik yeşil çaydan elde edilen kozmetik ürünlerinden alarak, çay bahçeleri manzarasında değişik tatlardaki çaylardan içiyorum ziyaretim boyunca.

Hırsızı ve dilencisi olmayan, fazlasıyla özel olan Jeju Adasına geldiğimde öğreniyorum ki, Jeju 3 özel şeyi ile meşhurmuş: Kadını, kayaları ve rüzgarı.

Günümün ilk durağı 100 bin yıl kadar önce, yanardağ patlamasında sualtından yükselen Seongsan IIchulbong Zirvesi. 90 Metre derinliğinde ve 600 metre çapında olan bu kraterin zirvesine dura dura ve nefessiz kalarak tırmanıyorum. Zirveden manzara muhteşem ve bütün yorgunluğuma değecek ölçüde.

Öğlen saatlerinde başlayacak Haenyeo kadınlarının gösterisine kadar zirveden aşağıya inip, kraterin kuzeybatısında bulunan Seongsan Köyü civarındaki yeşil geniş düzlükte ata binen turistleri seyrediyorum, baharatlı pirinç keki yiyerek. Öğlen olduğunda, varlıklarını ilk kez duyduğum, dirimsel güçlerine hayran olduğum Haenyeo kadınlarının turistlere yaşamlarından kesitler sundukları gösteriyi seyrediyorum. Jeju adasına özgü bu dalgıç kadınlar, kendilerine özgü dalış kıyafetleriyle deniz ürünlerini nasıl yakaladıklarını ve deniz meyvelerini nasıl topladıklarını gösteriyorlar. Gösteri sonunda yakaladıkları ürünler öğle yemeğinde sashimi (çiğ balık) yemek isteyen turistlere servis ediliyor.

Çok etkilendiğim ve ilk kez duyduğum Haenyeo kadınlarının hayatlarını ve yaşam şartlarını daha iyi öğrenebilmek için Haenyeo müzesine geçiyorum gösteri sonrası. Okyanusa herhangi bir dalış ekipmanı olmadan, sadece denge sağlamak için içi boş sukabağından bir ekipmana tutunarak açılan; sepeti ve dalış gözlüğüyle dalıp, çeşitli kabuklu deniz hayvanı ve yosun toplayıp ailelerini geçindirmeye çalışan Haenyeo kadınları, çalışkanlığın ve fedakarlığın kitabını yazacak ama ne kadar yazılırsa yazılsın hep eksik kalacak hayatlarıyla beni bilmediğim hikayelere götürüyor. Müzedeki siyah beyaz film şeridinden seyrettiğim bu hikayelerdeki kesitlerden Jeju kadınlarının niye ünlü olduklarını anlıyorum. Jeju, Kore, Japonya ve Rusya’ya dağılmış bu dalgıç kadınlar, günümüzde hala yaşamlarına kement atarak varlıklarını sürdürüyor.

Jeju’daki üçüncü günümde bu volkanik adanın doğa güzelliklerine ve ünlü rüzgarına bırakıyorum kendimi. İlk durağım Tanrı’nın gölü anlamına gelen Cheonjeyeon Şelaleleri. İlk şelaleden akan su ikinci ve üçüncü şelaleleri oluşturup denize karışan bu yemyeşil doğada, yanlarını yedi su perisinin heykellerinin süslediği Seonimgyo Köprüsü’nün görüntüsü masal kitaplarından çalınmış gibi.

Sonraki ziyaret yerim, volkanik patlamanın kayaları deniz üzerine serpiştirip, toprağa yemyeşil örtü örttüğü Seopjikoji Sahili. Deniz fenerine giden yol boyunca rüzgarı biraz olsun susturmak için taştan duvar örülmüş. Yayımlandığı 2003 yılında Kore’de izleyici rekoru kıran popüler tv dizisi “All in” için inşa edilen evin görüntüsü ise bu muhteşem doğaya karakter atfetmiş gibi.

Günümün son durağı doğal abide olarak kabul edilen Manjanggul Mağarası.Yeraltından fışkıran lavların tepeden aşağıya doğru yayılarak yüzeye akmasıyla oluşan bu lav tüneli dünyadaki en güzellerinden biri. Toplam 13.422 metre uzunluğunda olan tünelin sadece 1 kilometresi ziyarete açık. Ortam sıcaklığı 11-21 derece arasında değişen havası, yarasaları, 70 cm’lik lav dikitleri ve lav tüpü tünelleriyle ezber bozan çok özel bir yer.

Jeju’daki son günümde bu özel kültürü ve yaşamı daha iyi anlamak için Halla Dağı eteklerinde kurulmuş Seongeup Halk Köyü’ ne gidiyorum. Siyah lav taşlarından duvarları olan Jeju Adası’nın benzersiz kültürünün yansıması olan bu köyde, Konfüçyusçu türbeler, tarihi hükümet binaları, büyük değirmen taşları, kale kalıntılarını görüyorum. Jeju’nun simgesi taştan dede (Harubang) heykelleri hemen hemen her evin önünde var.

Ve son olarak Jeju’nun ünlü rüzgarını hissedip, dinleyerek 12’si ana, biri başlangıç olan Olle Gil yürüyüş yollarından biri, Soesokkak-Oedolgae Kayası üzerinde yürüyüş yapıp, bu muhteşem manzarayı fotoğraf karelerine sığdırmaya çalışıyorum.

Güney Kore benim masal ülkem. Her bir şehri ve kültürü, yıpranmış heyecanla gezmeye devam eden gezginler için, iç dünyalarını ve görüşlerini yeniden tasarlayacakları ölçüde farklı.

Bir küçük parantez de köpek eti ile ilgili açmak istiyorum; çünkü Türkler arasında şaibeli bir bilgi ve korku var bu konuda. Köpek eti Kore’nin genelinde çok az sayıdaki lokantalarda sarı levhalarla belirtilerek bulunuyor. İnek veya koyun etinden üç kat daha pahalı olan bu eti hiçbir işletmeci inek yada koyun eti yerine satmıyor. Yani sarı levhalı köpek eti de satan lokantaya gidip köpek eti istemediğiniz sürece, böyle bir eti yanlışlıkla dahi olsa yemeniz mümkün değil.

Bu yazı 2013 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 81. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version