Tüm teşkilatı ile birlikte günümüze kadar gelebilmiş en eski ve en geniş saraydır Topkapı Sarayı. Kurulduğu alan, şehri oluşturan yedi tepeden biri olan Zeytinlik tepesidir ki bu alan aynı zamanda İstanbul’un Byzantion adıyla ilk kurulduğu yer olarak bilinen akropolüdür. Konumu itibariyle eşsizdir. Tarihi yarımadanın en uç noktasındadır ve buradan Haliç, Boğaz ve Marmara denizi görülebilmektedir.
Yazı: Asım Fahri Çelik – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
İstanbul’un ortasına yaptırdığı sarayın konumunu beğenmeyen Fatih sultan Mehmet, şehirde yaptığı keşif gezileri sırasında zeytin ağaçlarıyla kaplı bu tepeyi görür; “oturulacak yer işte burasıdır”der ve sarayın ilk binası olan Çinili Köşk’ün temelini attırır.
İnşaatına 1468 yılında başlanan ve Sultan Abdülmecid’e kadar padişahların ikamet ve hizmet yeri olan sarayın asıl adı Saray-ı Cedide-i Amire’dir. Beş grup konut, iki grup devlet dairesi, sekiz hizmetkar yeri, beş okul, on iki kütüphâne, yirmi iki çeşme, çeşitli havuzlarla, pavyonlar, bahçeler içindeki ve kıyıdaki köşklerden meydana gelen saray, çevresi 5 kilometreyi bulan, yaklaşık 700 bin metrekarelik geniş bir alana yayılmıştır.
Saray, büyük bir kısmı itibariyle 1470’lerin sonunda Fatih tarafından bitirilmiş olarak görülse de, tek seferde bir bütün olarak tamamlanmış (monoblok) bir yapı değildir. Canlı bir organizma gibi büyümüş, hemen her padişahın kendi dönemlerindeki mimari üsluba uygun olarak eklettirdikleri yeni birimlerle zenginleştirilmiştir.
Deniz cihetinden Marmara surları ile karadan ise 5 kilometrelik Sur-ı Sultani ile çevrilmiş olan sarayın, üç büyük kapısı ve dört avlusu bulunmaktadır. Kapılardan ilki “devlet kapısı” kavramının cisimleşmiş hali gibi görülen Bab-ı Hümayun’dur. Bir zamanlar üstünde, bir yangın sonrası yıktırılan, ahşap bir köşkün de bulunduğu bu kapı, aynı zamanda bir devlet dairesi hüviyetine de sahipti.
Divan üyelerinin çalıştığı haftanın dört günü halka da açık olan sarayın bu en büyük kapısı, Divan üyelerinin Ayasofya’da kıldığı sabah namazı akabinde dualarla açılır, Akşam ezanından az evvel kapanırdı.
Bab-ı Hümayun’un açıldığı 1. avlu, alay meydanı olarak da bilinir.Ağırlıklı olarak çınar ağaçlarıyla donatılmış olan bu meydanın iki tarafında, bir zamanlar bostancılar tarafından denetlenen Birun (dış hizmet) binaları vardı. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya sıralanırlardı. Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, has fırın, su dağıtım şebekesini teşkil eden dolap ocağı birinci avlunun sınırlarının belirleyen diğer yapılardı.
Osmanlı döneminde cebehane olarak görev yapan Bizans’ın 6. yüzyıla ait kilisesi Aya İrini’nin de bulunduğu bu meydanda, ayrıca darphane, muhafız alayı, odun deposu, ve aşağısındaki düzlüklerde de özel sebze bahçeleri yer alırdı. Çinileri ve eyvanlı merkezi planıyla Timur dönemi mimarisinin hatlarını taşıyan Fatih’in yaptırdığı Çinili Köşk de bu avludadır.
Hatırı sayılır bir meydan genişliğinde olan bu avlunun yeniçeri isyanlarında lebaleb insan kaynadığı söylenir. Ayrıca Padişahın Ayasofya’da kılacağı Cuma namazı için düzenlenen Cuma Selamlığı törenleri de burada gerçekleşirdi.
Bu gün Topkapı Sarayı müzesinin resmi girişi olan Bab-üs Selam, sarayın asıl bölümünü belirleyen ikinci büyük anıtsal kapısıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Budin’de gördüğü kale buçlarından esinlenerek yaptırdığı söylenen kapının, konik biçimli kurşun külahları olan bir çift mazgallı kulesi bulunmaktadır. Bu kapıdan itibaren yelpaze gibi dağılan beş patika; yirmi kubbeli Matbah-ı Amire’ye (saray mutfakları), divanın yapıldığı kubbe altına ve ak ağalar kapısı da denilen Bab-üs Saade’ye ulaşır.
Yalnızca sultanların at binebildiği bu meydan, aynı zamanda devlet ve hükümet merkeziydi. Bugünkü anlamda kabineyi teşkil eden divan üyeleri, sadrazam başkanlığında meydanın sağındaki üç kubbeli ve revaklı divan binasında toplanırdı. Kubbealtı adıyla meşhur bu Osmanlı parlamento binasının tam üstünde, gövdesi Fatih tarafından yaptırılan ve İstanbul’un bir çok yerinden görülebilen sarayın tek kulesi yer almaktadır. Devlet adaletinin, Divan-ı Hümayun’dan dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilirdi.
Divanın tam karşısında yer alan Matbah-ı amire, yaklaşık 1000 aşçı ve yamağının, başta hünkar olmak üzere harem, Enderun ve diğer saray çalışanlarıyla birlikte beş bin kişiye günde iki öğün yemek çıkarmakla yükümlü olduğu ,sarayın en önemli yapı topluluklarından biridir.
Girişten hemen sola dönülerek ulaşılan has ahır binaları sultanın az sayıda ama, seçkin atlarını barındırmaktaydı. İmrahor (Mir Ahur) denilen yöneticinin sorumluluğunda, kendi başına ayrı bir hazine olan, sultanın at koşum takımları da burada saklanırdı. Raht Hazinesi adı verilen bu kıymetli eşyaların, diğer ülkelere hediye olarak gönderildikleri de olurdu.
Divan Meydanının sonundaki, sultanın mahremiyetinin simgesi ve evinin cümle kapısı hükmünde olan Bab-üs Saade , sarayın üçüncü ve son anıtsal kapısıdır.Bu kapı dar-üs Sade ağası denilen ak ağaların kontrolünde olurdu. Sultanı temsil eden bu kapıda, cülus, biat, bayramlaşma, cenaze törenlerinin yanında ayak divanı da yapılırdı. Bunun dışında sultan bu kapıyı kullanmazdı. Genelde kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak iktidara yapılan en büyük hukuk ihlali kabul edilirdi.
Kapının hemen arkasında bulunan arz odası sultanın kabul salonuydu. Zaman zaman burada elçileri de kabul ettiği olurdu. Arz Odasına bitişik olan yapı ise III. Ahmet tarafından barok üslubunda yaptırılan Büyük saray kütüphanesidir.
Üçüncü yer adı verilen bu avluya Enderun avlusu da denilirdi Avluya adını veren Enderun, devletin en yüksek eğitim kurumuydu ve buradaki öğrenciler özel yetenek sınavlarıyla seçilirlerdi. Padişahın himayesindeki bu kabiliyetli yönetici adayları arasından bir çok ünlü devlet adamı çıkmıştır. Avlunun etrafını çevreleyen koğuşlarında bir yandan eğitimlerini tamamlamaya çalışırken bir yandan da sultana hizmet ederlerdi. Bu avlunun sağ ucunda bulunan iç hazine dairesinde ihtiyat hazinesi saklanırdı. Avlunun sol ucunda ise has oda denilen Enderun’un son sınıf öğrencilerinin ve sultanın kaldığı özel daire vardı. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi dönüşü getirdiği, Hazret-i Peygamberin eşyalarının sergilenmesi için, 19. yüzyılda burası Hırka-i Saadet dairesi olarak düzenlenmiştir. Osmanlı sultanları için bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur.
Avlunun bitiminde sağlı sollu iki küçük koridorla dördüncü avluya çıkılır. Aslında avludan ziyade bir terasdır burası. İstanbul’un muhteşem manzaralarından birisine sahip bu terasın üzerindeki en belirgin yapılar, sünnet odası, haliç manzarasına bakan iftariye köşkü ve IV. Murad’ın Bağdat ve Revan fetihlerinin anısına yaptırdığı Bağdat ve Revan köşkleridir. Bu avluya eklenen son yapı ise Abdülmecid’in 1850’lerde ampir üslubunda yaptırdığı, Marmara Denizini ve Boğazı gören, Mecidiye köşküdür.
Topkapı Sarayının fark edilmeyen, ama büyük bir bölümünü kaplayan en önemli yapı topluluklarından birisi de Harem’dir. Dört yüz odadan müteşekkil bu kompleks hükümdarın aile hayatını yaşadığı en özel ve en mahrem alandır. Dışardan herhangi bir yabancı erkeğin girmesi yasak olan bu bölümün etrafında oluşturulan gizemli öykülerin nedeni de bu ulaşılmazlığıdır.
1850’li yıllarda son binayı yaptıran Abdülmecid taşınıp yeni yaptırdığı Dolmabahçe Sarayına geçince saray bakımsız kalmıştır. 1924 yılında da özel bir emirle müzeye dönüştürülmüştür.