Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz
Yıllar önce çok sevdiğim dostum Mustafa Demir, ağabeyi ressam Ali Demir ile ilgili bir hatırasını anlatmıştı. Türküler ve irfan üzerine konuştuğumuz gecelerde anlattığı bu hadise, benim toprağa ve bozkıra bakışımı çok etkilemişti. Şöyle diyordu Mustafa abi: Ali abim Bozkırı, Toprağı ve Anadolu insanını anlatan resimleri yaparken bilhassa Neşet Ertaş türkülerini ve bozlaklarını dinlerdi. Dolayısıyla onun resimlerini izlerken türküleri mutlaka yaşar ve hissedersiniz.. Gerçekten de daha sonra Ali Demir Beyin söz konusu ulaşabildiğim resimlerine baktığımda Mustafa abinin anlattıklarını bizatihi yaşadım, gördüm ve hissettim.. Bozkırın tezenesini, bozlağını ve sesini dinleyerek yapılabilir ve anlatılabilirdi ancak toprak kokulu insanlar..
Anadolu türkülerini bilmeyen, onu gönlünde hissetmeyen bir insanın, toprağı ve bozkırı anlaması, toprak kokan ellere sahip insanları özümsemesi mümkün değildir. Anadolu’da insan ancak bozkırda anlaşılabilir. Bozkırda insanı görmeden toprağı da anlayamazsınız.. Şehirde özüne yabancılaşan insanlara nispetle, toprakla iç içe olan insan, hala bir şeyleri koruyabilmeyi başarmıştır. Bunda bozkırda yaşamasının, diğer tabirle topraktan kopmamasının büyük önemi vardır. Kentlileşme-Modernleşme ilişkisini araştıran, sosyolojik anlamda tespitlerde bulunan insanların, beton-toprak zıtlığını ve ikiliğini iyi değerlendirmeleri gerekiyor. Kentlilik sadece “bireysellikle” ilgili bir hadise değil muhakkak. “Bireyselleşen” insan, özüne ait neleri kaybediyor ya da neleri kaybederek “bireyselleşiyor”. Bugünün modern şehirlerine hakim olan, beton, asfalt, alabildiğine yoğun gece ışıklandırmaları, çiçeklerin, otların ve ağaçların adeta saksılara hapsedilircesine parklarla sınırlanması, insanın zamana ve mekana hakimiyeti mi yoksa zamanın ve mekanın insanı kendi sınırları içinde hapsetmesi mi iyi analiz edilmelidir. Topraksız şehirlerde yaşayan insan, ne kadar insan olabilir ve kalabilir? Medeniyet kavramının modernite ve pozitivist değer yargıları ile tanımlanmaya başlandığı dönemlerden bu tarafa, insan neyin “medeni” neyin “ilkel” olduğu hususunda büyük bir ikilem yaşıyor. Bireysellik, bencillik, ilişkilerin soğuk ve resmileşmesi, mekanikleşmesi medeniyetle özdeşleşirken, sıcak ve samimi insani ilişkiler, paylaşma, diğerkamlık ve fıtrata uygun davranış biçimleri köylülükle ve “ilkellikle” nitelenebiliyor.
Ancak 19. Yüzyılın başlarıyla birlikte modern kentlerin ve pozitivist değerlerin ortasında yaşayan pek çok düşünür, sanatkar ve ilim adamı kendini dağlara, ormanlara, bozkıra atma ihtiyacını hissetmeye başladılar. Yaşadıkları sürecin ne kadar gayr-ı insani olduğunu dillendirerek, güneşin doğuşunu ve batışını apartmanlardan bir kere olsun yaşayamadıklarını, toprağın kokusunu unuttuklarını söyleyerek, hallerinden yakınmaya başladılar. Modern ve Pozitivist değerlere en ciddi eleştiriler bu insanlardan geldi. Kimisi bir ormanın derinliklerine, kimisi bir dağın başına, kimisi ise çorak toprakların kokusunu hissetmek için bozkırın en ücra köşelerine yerleştiler. Modern yaşamı ahmakça bir hayat olarak nitelediler. Henri David Thoreau (ö.1862) “yerlilerin çadırları, tilkilerin inleri ve gökyüzünde uçan kuşların da yuvaları varken, modern uygar toplumun ailelerinin yarısının bile bir barınağı yoktur” diyerek bu hususa vurgu yapar.
Toprağa dönüş aslında insanın kendisine dönüştür. Beton ve apartmanlar arasında özünü yitiren ve bunu fark eden insanın, kente isyanıdır. Başkaldırısıdır.. Söz konusu başkaldıran insan, şehirde yaşamanın sadece mekanik anlamda, ruhsuz bir biçimde işini kolaylaştırdığını ancak, ruha ve gönüle ait her şeyi yok ettiğini geçte olsa fark etti.
Bozkırı ve anadolu insanını bilemeyen elbette ki bu söylediklerimizi bilemez, hissedemez, anlayamaz.. Bir ağacın altında oturmanın insana verdiklerini müşahhaslaştıramayan, bir çiçek tarlasında gezerken gerçekte gönlünü göremeyen, bir dere kenarında yürürken kendi içindeki akarsularda yıkanamayan bir insanın bunları anlamasını da beklemiyoruz. Geçtiğimiz aylarda bir fotoğraf gezisi sırasında Kayseri Amarat kasabasından geçerken, yolun kenarında oturan insanları gördüğümüzde onlarla yaşadığımız kısa bir süreç bile bize neleri kaybettiğimizle ve nelere sahip olamadığımızla ilgili o kadar çok şey anlattı ki.. Daha arabanın penceresinden selam verir vermez, kim ve ne olduğumuza bakmaksızın hemen el işareti ile buyrun, gelin dedi yaşlı amca. Kaldırımın kenarına yeni oturmuş, çaylarını demlemişler adeta misafir bekliyorlardı.
Anadoluda selam verdiğiniz zaman güven verirsiniz ve güven alırsınız. Anadolu insanı selam vereni Tanrının misafiri olarak niteler ve ona evinin kapısını sonuna kadar açar. Selamla teslim olursunuz, selamla teslim alırsınız.. Hemen açlığımız ve susuzluğumuz soruldu. Çay ikram edildi şehirli olduğumuzu anlar anlamaz da muhtemelen misafir için sakladıkları bisküviyi bize ikram ettiler. Sahip olduklarını paylaşan insanlar bozkırın insanları.. Üstelik sahip olduklarının azını kendine ayırır çoğunu size verir.
Bozkırın insanları.. Anadolunun asıl erenleri.. Saf insan.. Öz insan.. Hesapsız ve kitapsız.. Vaktin her daim hazır insanları.. Asla aldatmayan, aşağılamayan, insani ilişkilerde hesap kitap bilmeyen, hatır bilen ve gönül yıkmayan insanlar.. Derttaştır aynı zamanda bu insanlar. Sırdaştır.. Derdinizi ve sırrınızı paylaştığınızda asla sizi satmazlar arkanızdan vurmazlar.. Çünkü bilirler ki bir gönül yıkmak hakkın binasını yıkmaktır. Çünkü onlara göre insan, hala hakkın binası, ahsen-i takvim, eşref-i mahlukattır. Süfli hesaplar peşinde olmazlar.. Gülüşümüzü nasıl kaybetmişiz, bakışlarımızı nasıl anlamsızlaştırmışız ve gönlümüzü nasıl tüketmişiz bu insanları gördükçe daha iyi anlıyorsunuz. Sızısı, derdi, çilesi, ağıtı, türküsü, kaygısı hakikidir bu insanların.
Bozkırı ve anadolu insanını bilemeyen elbette ki bu söylediklerimizi bilemez, hissedemez, anlayamaz.. Bir ağacın altında oturmanın insana verdiklerini müşahhaslaştıramayan, bir çiçek tarlasında gezerken gerçekte gönlünü göremeyen, bir dere kenarında yürürken kendi içindeki akarsularda yıkanamayan bir insanın bunları anlamasını da beklemiyoruz. Geçtiğimiz aylarda bir fotoğraf gezisi sırasında Kayseri Amarat kasabasından geçerken, yolun kenarında oturan insanları gördüğümüzde onlarla yaşadığımız kısa bir süreç bile bize neleri kaybettiğimizle ve nelere sahip olamadığımızla ilgili o kadar çok şey anlattı ki.. Daha arabanın penceresinden selam verir vermez, kim ve ne olduğumuza bakmaksızın hemen el işareti ile buyrun, gelin dedi yaşlı amca. Kaldırımın kenarına yeni oturmuş, çaylarını demlemişler adeta misafir bekliyorlardı. Anadoluda selam verdiğiniz zaman güven verirsiniz ve güven alırsınız. Anadolu insanı selam vereni Tanrının misafiri olarak niteler ve ona evinin kapısını sonuna kadar açar. Selamla teslim olursunuz, selamla teslim alırsınız.. Hemen açlığımız ve susuzluğumuz soruldu. Çay ikram edildi şehirli olduğumuzu anlar anlamaz da muhtemelen misafir için sakladıkları bisküviyi bize ikram ettiler. Sahip olduklarını paylaşan insanlar bozkırın insanları.. Üstelik sahip olduklarının azını kendine ayırır çoğunu size verir.
Bozkırın insanları.. Anadolunun asıl erenleri.. Saf insan.. Öz insan.. Hesapsız ve kitapsız.. Vaktin her daim hazır insanları.. Asla aldatmayan, aşağılamayan, insani ilişkilerde hesap kitap bilmeyen, hatır bilen ve gönül yıkmayan insanlar.. Derttaştır aynı zamanda bu insanlar. Sırdaştır.. Derdinizi ve sırrınızı paylaştığınızda asla sizi satmazlar arkanızdan vurmazlar.. Çünkü bilirler ki bir gönül yıkmak hakkın binasını yıkmaktır. Çünkü onlara göre insan, hala hakkın binası, ahsen-i takvim, eşref-i mahlukattır. Süfli hesaplar peşinde olmazlar.. Gülüşümüzü nasıl kaybetmişiz, bakışlarımızı nasıl anlamsızlaştırmışız ve gönlümüzü nasıl tüketmişiz bu insanları gördükçe daha iyi anlıyorsunuz. Sızısı, derdi, çilesi, ağıtı, türküsü, kaygısı hakikidir bu insanların.
İnsan kimdir dedim yanlarından ayrıldıktan sonra? İnsan size bakarken, sizi gördüğünde sizden sevgiden, dostuktan başka bir şey ummayandır dedim sonra..
Anadolu insanı her gün birlikte olduğu toprağa benzer. Toprak kokar elleri, yüzleri ve sinesi.. Gönlü toprak kokuludur. Yüreği topraktan kalma özünü, fıtratını yitirmemiştir. Gözyaşları bozkırda sabah güneş doğarken ışıldamaya başlayan çiye benzer. Gönlü çöl kadar geniş ve sıcaktır ama umman kadar da bereketlidir. Bir çiftçi için tarlası ile gönlü ve yüreği arasında özsel bir ilişki vardır. Toprak onun sadık yaridir, sevgilisidir. Pınarlardan akan buz gibi su, anadolu insanının toprak gönlünün bereketini temsil eder. Ve bir başak gibi de mahçup, enaniyetini yok etmiş, boynu bükük bir insandır o.. Toprak gibi…
Erciyesin bir yaylasında fotoğrafınızı çekebilir miyim diye bağırdığım Mehmet emmi, hele gelin bir koyun yoğurdumuzu yiyin önce der. Çünkü fotoğraf, para, hesap, kitap onun için ikincil meselelerdir. Çünkü o rızkı verenin Allah olduğuna inanır. Hiçbir kapitalist onun gönlünü ve ruhunu satın alamaz. Mehmet emmi hala topraktan, ilk yaratılıştan kalan özünü yitirmemiştir.
Bozkırda dolaşırken, o sert ve temiz havayı içime çekerken, toprağı ellerimle, zaman zaman ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımla hissederken topraktan yaratılmayı düşünürüm. Bu kadar varlığı sinesinde taşıyan ve bu kadar canlıya can olan toprak insana ne kadar da yakın. Yakınlıktan öte ne kadar insan.. Toprak candır ve canlıdır.. İnsan toprağa ve bozkıra ne kadar yakınsa, o kadar yalın ve kendisidir yani daha insandır. Çünkü o anda insan oluşunun üstünü örten ve pozitivist bir bakış açısıyla “uygarlık” kisbetini soyunmuş atmıştır. Toprağa dönen fıtrata dönmüştür. Modern zamanlarda “paradoksal” olarak insan “uygar” olmadığı zaman daha insandır.
Ölüme yaklaşan insanın gittikçe toprağa yaklaşmasını, toprağı özlemesini ve bozkıra özlem duymasını neye yoracağız? Bir bakıma bu, insani olmayan her şeyden soyutlanarak yeniden kendine, özüne dönme iştiyakı değil midir? Gömülen insan toprağa gömülür. Cesedi yakılan insan ise yine bozkıra, toprağa savrulur. Yaşlanan insan olgunlukla nitelenir, insanın olgunluğu ise yüreğinin, gönlünün ve yüzünün toprağa benzemesiyle devam eder. Olgun insanın yüzü çorak toprak gibidir, elleri toprak kokar, yüzü bir tarlayı andırır, bakışları ise bozkıra doğan sabah güneşi gibidir..
Bozkır ve toprak dünü bugüne bağlayan öze ait bir bağ olduğu gibi, bugünü de yarına bağlayan en temel bağdır. Modern insanların ayakkabı giydiğini gören bir kızılderili insanın ayağı ile toprak arasına böylesine bir engel konulmasını anlayamamış, akli bulamamış, açıklayamamıştır. Çünkü onun aklı tabiattan ve topraktan bağımsızlaşmış, toprakla aidiyet ilişkisini yitirmiş bir akıl değildir. Bozkırı uçsuz bucaksız büyük ve gereksiz bir boşluk olarak gören modern insandır; oysa onu gönlüne benzeten ise sadece insandır.
Toprak vahşi ve ilkel değildir. Bugününü meşrulaştırmak için insanın geçmişini ilkellikle izah eden zihniyet, bozkırı, çölü, dağları ve toprağı da ilkel görür. Ve onun istismar etmenin, tüketmenin yollarını arar ve buna da ıslah ve uygarlık der!! Oysa ki toprağa ve bozkıra modernitenin kendisine dayattığı pozitivist değerlerin ötesinde, gönlüyle ve özüyle bakan bir insan orada sadece sevda görür. Çünkü bozkırda toprak sevda kokar; anadolu insanı sevdasını toprağa eker ve onu gönlüyle aynileştirdiği toprakta büyütür. Bozkırda o anı, zamanı, vakti yaşarsınız. Modern kentte olduğu gibi, geçmişin mirasını tüketip geleceği de yok etmesziniz..
Bozkır ve türkü neden böylesine iç içedir bunu da ancak yine bozkırı dinleyerek anlayabilirsiniz. Bozkırın sesi bizatihi bir türküdür. Bozkırda suyun sesini dinleyin, yağmurun toprağa sarılışını, rüzgarın sadasını, otların çıtırtısını, bir çekirgenin kırlangıcın şımarıklığına nisbet edişini, yıldızların ve gökkubbenin gerçekte sizden o kadar uzak olmadığını hissederek elinizi yıldızlara doğru uzatın.. Kevenlerle yavşanların sohbetine kulak verin, kekik kokularını içinize çekerek, sarı başakların arasından yürüyün ve arılarla çiçeklerin sevdasını seyredin. Belki sevgiyi ve paylaşmayı o an öğrenebilirsiniz..
Bu yazı 2011 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 55. sayısından alınmıştır.