Pasifik Okyanusunda küçük bir ada ülkesi. Uzak ve yabancı ama bir o kadar da tanıdık.
Her şey yabancı kaynaklı bir gezi dergisinde gördüğüm fotoğrafla başladı. Altında “Blue Lagoon, Vanuatu” yazan fotoğraftaki suyun rengi öyle tanımsız bir güzellikteydi ki, gerçek olabileceğine inanmayıp, olsa olsa photoshop kullanılarak yapılmıştır diye düşündüm. Daha sonra başka başka kaynaklarda da farklı açılardan çekilmiş fotoğrafları gördüğümde, buranın gerçek olduğunu, Pasifik Okyanusu’nda Vanuatu adında küçük bir ada ülkesinin bulunduğunu öğreniyorum.
Yazı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız
Daha önce adını hiç duymadığım bu ülke hakkında internet araştırmalarım başlıyor. Nasıl gidebilirim diye hayal dünyama dalıyorum fotoğrafların maharetiyle. Aylarca iliklerime kadar hissettiğim bu hayalin gerçekleşebilme ihtimalini ölçüp biçiyorum hiçbir şeyi zorlamadan ve Hızır’ı beklemeden. Ve sonunda hangi hakikate denk düştüğünü bilemediğim bir zamanda; belleğimde fotoğraflarından kartlar açtığım, yeni albümler oluşturduğum ülkeye yola çıkma vakti geliyor.
Yaklaşık 245 bin nüfuslu 83 adadan oluşan Vanuatu’nun başkenti Port Vila’ya güneşli bir öğleden sonra varıyorum. Sidney’den hiç bir evraka gerek olmadan aldığım Vanuatu vizeli Türk pasaportumu görevliye uzattığımda çok şaşırıyor. Avustralyalı ve Yeni Zelandalı turistlere alışık olan ada halkı için gerçekten şaşırtıcı bir pasaport. Gayet sıcak ve samimi gülümsemeyle ‘hoş geldin’ diyor. Amerikan filmlerinden aşina olduğum, boyunlarında çiçeklerden bir kolye ve üzerlerinde rengarenk çiçek desenli gömlekleriyle Hawaii tarzı müzik grubu eşliğinde valizlerim alırken “hoş geldim ve hoş buldum” diyorum.
Havaalanından taksiye binip otele doğru yol alıyorum. Taksi şoförüyle yol boyunca sohbet ediyoruz. Nereli olduğumu soruyor. Türkiyeliyim diyorum. Dostça bir gülümsemeyle şaşırıyor, nasıl geldin onca yolu diyerek. Türkiye’de benim tanıdığım hiç kimse Vanuatu diye bir ülkenin varlığından haberi yokken (Vanuatu’ya gittiğimi kime söylediysem, “neresi orası” diye sorup internet’te yerine baktılar aynı benim gibi) burada ilk karşılaştığım kişi, ülkesinden bu kadar uzakta olan Türkiye’yi biliyor. Hatta futbol maçlarında Türkiye’yi desteklediğini de söyleyip birkaç ünlü futbolcumuzun adını da ekliyor. Şaşkınlığın pek çok çeşidini yaşıyorum. Şehir merkezinin tek yönlü ana caddesinden geçerken, çevredeki yerleri rehber gibi gösterip anlatıyor.
Lokantalar, kafeler, mağazalar ve iş merkezlerinin yanında meyve sebze pazarı bulunuyor bu çok geniş olmayan cadde boyunca. Blue Lagoon’un yerini soruyorum bu arada. Çok uzak olmadığını, günlük turların bulunduğunu söyledikten sonra istersem uygun fiyata beni götürebileceğini de ekliyor. Burada uzun süre kalacağımı, birkaç gün dinlenmek istediğimi ama daha sonraki günlerde bir program yapabileceğimizi söylüyorum ve telefon numarasını alıyorum. Otele vardığımda yine güzel bir müzik eşliğinde ve tropikal içecekle karşılanıyorum.
Melanezyalılar Ve Kültürleri
Melanezya kültürüyle ve ırkıyla bu seyahat aracılığıyla ilk defa karşılaşıyorum. Ne kadar çok gezersem ve ne kadar çok öğrenirsem, o kadar cahil olduğumu anlıyorum. 3000 yıldır aralıklarla Pasifik’teki yerleşim yerlerinden göç alan Vanuatu ülkesi Melanezyalılardan oluşuyor. İri yapıları ve koyu tenleriyle Melanezyalılar yüzyıllardır daha açık tenli olan Polinezyalılarla evlilik ve akraba ilişkileriyle karışmışlar. Misyonerlerin gelmesinden sonra yerli kültürler büyük kıyıma uğrasa da, ülke dört ana kültürel bölge olarak ayrılmış.
Bunlardan biri kuzey bölgesi; Bu bölgede merkezi bir liderlik yok. Kadın ya da erkek toplumdaki konumunu parayla satın alabiliyor. Bedenlerine yaptıkları süslemeler bulundukları konumlarının bir göstergesi. Yatak ve domuz burada zenginlik belirtisi. Domuz özel günlerde kesiliyor ve akrabalara hediye olarak dağıtılıyor.
Orta bölgede ise babadan oğula geçen merkezi yönetim sistemi var. Kuzeyden farklı olarak güney bölgesinde, kişilere isim ve ünvan başarılarına göre veriliyor. Bunlar toplumun liderlerini oluşturuyor ve yalnızca toprağa değil, toplumun tümüne hükmetme haklarına sahip oluyorlar. Birkaç istisna yerde, liderlik konumuna yükselebiliyor olmasına karşın, kadın bu toplumda düşük bir konuma sahip.
Yazılı bir dil yok. Sözle aktarım, dans ve şarkılarla ifade ediliyor. Bir diğer ilginç gelenekleri de sünnet. Bu gelenekte sünnet için anneler erkek çocuklarının amcalarına ödeme yapıyorlar. Ödeme şekli para değil domuz, yatak, dans veya yiyecek şeklinde yapılıyor. Sünnetin ardından erkek çocukları aylarca kırsal kesime götürülüp erkekliğe adım attıkları için eğitim alıyor. Bu süreçten sonra artık çıplak dolaşamıyor, mahrem yerlerini kapatıyorlar. Doğal afetlerin olduğu dönemlerde ya da annenin ödeme durumu zorluğu olduğunda sünnet, erkek çocuklarının ergenlik çağına bile kalabiliyor.
Tıpkı Aborjinlerde ve Maorilerde olduğu gibi Melanezya kültüründe de kahramanlık öyküleri ve mistik gelenekler çok önemli. Bu bölgede yaşanan volkanik patlamalar ve doğal afetler kahramanlık öykülerinin vazgeçilmez parçaları. İnançlarına göre bu doğal afetler kendiliğinden olan olaylar değil; aynı zamanda bireylerin belli ruhları incittiğinden dolayı bir gözdağı olduklarına da inanıyorlar.
113 dil ve sayısız lehçe barındıran ülkenin resmi dili Fransızca, İngilizce ve İngilizcenin daha basit gramer yapısından türemiş Bislama. İngilizce ve Fransızcanın yanında herkes kendi kabile dilini ve yerel dillerini konuşabiliyor. Bunu öğrenince, demek ki hiç para ödemeden, kolejlere gitmeden birkaç dil konuşulabiliyormuş demekten kendimi alamadım.
Ertesi gün şehir merkezine inmeye karar veriyorum. Her otelde olduğu gibi burada da otel taksileri olduğunu ve başka seçeneğimin olmadığını söylüyorlar resepsiyondan. Şehir merkezine yaklaşık 10 dolar tutarmış. Dün geldiğim mesafeyi bildiğim için yürüyerek gitmeye karar veriyorum. Ana giriş kapısına vardığımda kapı görevlisi minibüse binmek isteyip istemediğimi soruyor. Hani taksiden başka seçeneğim yoktu diye düşünüyordum ki bir minibüs yaklaşıyor ve görevli el edip durduruyor. Minibüs içindeki sohbette de Türkiye’yi gayet iyi bildiklerini anlıyorum. İstediğim saatte istediğim yere gidebileceğimi, Vanuatu’nun çok güvenli bir ülke olduğunu söylüyorlar. Güvenli kelimesinin inandırıcılığını yitirdiği zamanımızda, üstelik hiç tanımadığım, tamamen yabancısı olduğum bu coğrafyada ve bu simalarda, nostaljik bir zamani merakla dinliyorum onları.
10 dakika uzaklıktaki pazar yerinde iniyorum yaklaşık 1 dolar ödeyerek. Üstü kapalı olan pazar alanında, sıra sıra dizilmiş tezgahlardaki tropikal meyveler ve sebzeler iştah açıcı görünüyor gözüme. Meyve ve sebzelerin önünde fiyatları yazıyor. Yani burada turist fiyatı yok. Boy boy ayrılmış hindistan cevizlerinden bir tanesinin ucuna bir delik açtırıp kamışla suyunu içiyorum. Gerçekten çok lezzetli. Mutluluktan ödünç alınmış gülümsemeleriyle satıcı kadınlar rengarenk elbiseler içinde, hayatlarının akışındaki yerindeler. Bu iklime ve vücut yapılarına özgü bol dökümlü, kurdeleli ve fırfırlı elbise modelleri var.
Pazardan sahile doğru yürüyorum. Limanın biraz açıklarında gördüğüm ve sanırım görebileceğim en büyük yolcu gemisiyle karşılaşıyorum. Dünya turuna çıkmış Vanuatu limanında demir atmış devasa bir gemi. Sahilde oynayan çocukların, hediyelik eşya satan yetişkinlerin fotoğraflarını çekiyorum. Hepsi gülerek poz veriyor bana. Vanuatu seyahatim boyunca en çok buna şaşırıyorum. Fotoğraf makinesiyle ve turistle bu kadar barışık bir halk hiç görmemiştim. Anlayış ve sempatinin sırrı, ruhlarına nakşedilmiş gibi. Volkanik toprağın lezzetli asaletini, kokusunda ve tadında fersah fersah yayan kahvesinden yudumlarken, muhteşem gün batımı eşliğinde gemilerine binen turist kafilesini seyrediyorum. Dünyadan kopuk, kocaman okyanusun ortasında, Allahın bile unuttuğu yerdeyim diye düşünüyordum. Bu düşüncemin beyhudeliğini sabaha karşı uykudan uyandırtacak cinste hissettiğim depremle anlıyorum. Öyle ya Allah hiçbir yeri unutmaz.
Efate
Telefonda anlaştığımız üzere tam vaktinde taksi şoförü kapıda beliriyor. İlk önce bir kabile köyünü ziyaret edeceğiz. Yolda hayatlarımız hakkında konuşuyoruz. Ne kadar sade ve basit ama bir o kadar mutlu olduklarını anlatıyor. Vanuatu’da geçirdiğim günler boyunca en çok bunu düşünüyorum. Gerçekten basit evler, sade elbiseler, eski arabalar, küçük ayrıntılarla, bu insanlar hayatın anlamını anlama ihtiyacı dahi hissetmeden, olduğu gibi yaşamın getirdiklerini yaşıyorlar.
Sahibi olduğumuzu sandığımız eşyaların aslında nasıl da bize sahip olduğunu; ne kadar çok şeye sahip olursak o kadar köle olduğumuzu hissediyorum buradaki insanlarla karşılaştığımdan beri. Topuklu ayakkabılar, marka çantalar, taşlı ve gösterişli gözlüklerin varlığından bile haberdar olmayan; kuaföre hiç gitmeyen, kilolarıyla hiç sorunu olmayan kadınların, bütün yıl giydikleri bir terlik bir şort ya da basit (ya da sazdan) elbise ile, hayatı hiç ciddiye almadıklarını, maddi şeylere anlamlar yüklemeden de hazmedilmiş hayatlar yaşanabileceğini gösteriyorlar bana.
Taksi şoförü, yolda evlerinin önünde taze meyve satan birkaç köylüden alışveriş yapıyor, bana ikram etmek için. Yağmur ormanlarının karbon kopyası bir yerde park ediyoruz arabayı. Köye gidip, geldiğimizi haber vereceğini söyleyerek arabada beklememi söyleyip uzaklaşıyor. Doğanın kendi sesinde ve kendi kadrajında o ana kadar yüklendiğim, dayatılmış ve öğretilmiş bütün korkularım yeniden sökün ediyor. Bu ıssız yerde başıma gelebilecek korkunç şeylerin endişesiyle keşke turist kafilesiyle gelseydim diye düşünüyorum ve bu kadar tedbirsiz olduğum için hayıflanıyorum. Bana günler kadar uzun gelen birkaç dakikanın ardından, güler yüzü ve neşesiyle bu taraftan diyerek bana yol göstermeye geliyor şoförüm. Yaşadığım gereksiz korkulardan dolayı utanıyorum.
Sık ağaçların arasından yol alıyoruz yeterince özlü, yeterince yemyeşil tabiatta. Kendimi tam bu eşsiz zaman kipinde gevşemeye bırakacağım sırada arkamdan gelen, böğürtüye benzer bir çığlıkla irkiliyorum. Korktuğum başıma mı geliyor yoksa diye düşünürken, başımı çevirdiğimde karşımda batı filmlerinde görmeye alıştığımız yamyamlardan birini görüyorum elinde mızrağıyla. O da bana bakıyor. Yanımdaki şoför, yüzümdeki ifadeden mi, yoksa korkunun icat sahnesinden mi olduğunu anlayamadığım bir nedenden keyifle gülüyor. Meğer bu köylülerin karşılama merasimiymiş. Çalı elbiseleriyle küçük kızlar etrafta koşturuyor. Kabile dansları ve altına yeşil bitkilerden bir karışım sürülmüş çıplak ayaklarıyla kızgın köz üzerindeki cesaret yürüyüşlerini seyrediyorum. Kadınların üzerinde sazdan yapılmış büstiyer ve etek var, erkeklerin ise sadece mahrem yerleri kapalı. Bir kaç saat boyunca, bir ömre yetecek kadar farklı deneyim geçiriyorum bu kabile köyünde.
Blue Lagoon
Buradan, beni bir fotoğrafıyla cezbeden buralara sürükleyen Blue Lagoon’a geliyoruz. Suyun rengi bildiğim bütün mavilere meydan okuyor.
Mitsel doğanın ruhunu kendi kılıfına sokmuş bu manzarada, saatlerce sır sahibini beklercesine oturuyorum. Ardından kendimi bu dipsiz ve kusursuz haznenin serin sularına bırakıyorum. Hayallerimin gerçekleşmesinin bilinci, tarifsiz bir ölümsüzlük isteği ve büyülenmenin yorgunluğuyla kendimden geçiyorum uzun süre. Artık geri dönme zamanı geldiğinde, ruhumu peşimden sürükleyerek sudan çıkıyorum. Şoför yoldan aldığımız meyveleri hazırlamış. Daha önce birçok kere içtiğim, makinelerde ezilerek suyu elde edilen şeker kamışını bu defa çiğneyip posasını tükürerek içiyorum.
Kava Zamanı
Kava, bir tür biber olan (Piper methysticum) yerel bitkinin kökünden yapılan, Pasifik adası yerlilerine özgü bir içecek. Keyif verici ve sakinleştirici olan bu içecek, alkolün yarattığı etkiye sahip değil. Kava’yı evlerde ve Nakamal adı verilen mekanlarda, deniz kabuğu ya da küçük taslarda yavaş yavaş içebiliyorsunuz. Bazı tatil yerlerinde ziyaretçilere tatmaları için de sunuluyor.
Okyanusya bölgesinde 3000 yıldır süre gelen bu gelenekte, öğleden sonra yorgun bir günün ardından rahatlamak ve gün içinde olan olayları paylaşmak amacıyla toplanıp kava içiliyor. Buna “kava saati” deniliyor. Erkekler ayrıca özel günlerde kava içme ritüelleri de düzenliyor.
Bolca deniz, kum, güneş üçlüsünü geçen Vanuatu günlerim, şnorkelle yaptığım deniz dünyasına dalışlarımla (deniz yıldızlarının okyanustaki toplantı yeriymişçesine çokluğu şaşırtıcıydı), kahve’nin, ağaçtan kahve fincanına kadar olan yolculuğunun aşamalarını gördüğüm “TANNA” kahve dünyasına ve hindistan cevizi yağının başı ve sonu hiç değişmeyen hikayesine yaptığım ziyaretlerle renklendi.
Kendilerine tamamen karşıt olan Avustralya ve Yeni Zelanda kültürünün yarattığı, yalnızca ticari amaçlı sömürüye odaklı kapitalist hücumlara rağmen, bu karşıtlığa ve olumsuzluğa direnen, hala saf kalabilen bu insanların arasında doyumdan manaya varan tecrübelerimi zihnimde demleyerek dönüş yoluna geçiyorum.
Bu yazı 2013 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 79. sayısından alınmıştır.