Gezgin Dergi

YALIÇAPKINI

Simurg’un Diyarında, Bir Aynanın Karşısında…

Yazı: Neslihan Bilgin – Fotoğraf: Mehmet Gören

Efsaneye göre, çok eski zamanlarda kuşlar bir araya toplanıp; “ Bizim neden bir başımız, bir padişahımız yok?” diye tartışmaya başlamışlar. “Her ülkenin padişahının olduğu bu devirde, padişahsız kalınır mı hiç?” demiş biri. Bir diğeri; “Ülkede padişah olmazsa, düzen olmaz” demiş. Bir diğeri ise; “Kendimize bir padişah seçelim” diye fikrini belirtmiş. Kuşlar arasında bu hararetli tartışma sürerken, Hüthüt kuşu gelmiş ve kendisinin Süleyman Peygamberin mahremi ve postacısı olduğunu söylemiş ve devamında; “Sizin zaten bir padişahınız var ama sizin ondan haberiniz yok. O bize bizden daha yakın ama biz ondan uzağız. Daima padişah odur. Adı da “Simurg”dur. Binlerce nur ve karanlık perdeler ardındadır. Gelin de onu arayıp bulalım.” demiş. Kuşların her biri bir bahane öne sürmüşse de; Hüthüt, hepsini inandırıcı cevaplarla ikna etmiş. Bunun üzerine hepsi Hüthüt’ün ardından yola düşmüş. Yolda yorgun ve bitkin düşüp, birer birer vazgeçmek istediklerini söylemişler. Hüthüt kuşu, bu sızlanmaların karşısında yılmamış ve önlerinde; “istek, aşk, bilim, nazlanma, birleştirme, hayret ve yoksullukta yok olma” adı verilen yedi vadi daha bulunduğunu, bunları da aştılar mı, artık Simurg’a ulaşacaklarını söylemiş. Bunun üzerine kuşlar tekrar canlanarak yola düşmüşler. Ancak kuşların kimisi yoldaki engelleri aşamamış, kimisi yem isteğiyle bir yerlere dalarken kimisi açlıktan, kimisi susuzluktan can vermiş. Kuşlar, yedi vadiyi aştıklarında bir de bakmışlar ki yüzlerce arkadaş olarak çıktıkları bu çetin yolculuktan sadece 30 kuş kalmış geriye. Yedi vadi aşılmış ama Simurg hala görünürlerde yokmuş. Kuşlar, “Simurg nerede?” diye Hüthüt’ü sıkıştırmaya başlamışlar. Hüthüt gagasının arasından bir kâğıt bırakmış önlerine. Kuşlar kâğıdı okudukça şaşırmış. Önce uzaklara, sonra da şaşkınca birbirlerine bakmışlar. Kâğıtta onların Simurg’u arama hikâyeleri anlatılıyormuş. Bu şaşkın bakışların arasında, birden karşılarında Simurg belirmiş. Simurg’u gören kuşlar, gördüklerinin “kendileri” olduğunu ve kendilerinin Simurg’tan, yani anlam bakımından “otuz kuş”tan ibaret bulunduklarını görüp, büsbütün şaşırmışlar.

Simurg’un sesi bu derin sessizliğin içinde büyümüş “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla yahut daha eksik gelseydiniz, o kadar görünürdünüz. Burası “ayna”dır. Sözün kısası; bu makamda, Simurg’da, hepsi gelip geçici oluyor. Artık ne yol kalıyor, ne yolcu ne de kılavuz…”.

Masallar Kentinden, Karanlık Şehirlere…

1142 – 1225 yılları arasında yaşamış İranlı eczacı, doktor ve şair Feriduddin Attar’ın en önemli yapıtlarından biri olan “Mantık Al-Tayr”da, Simurg’un öyküsü böyle anlatılıyor. Şimdi ise yaşadığımız kentlerde masallar değil, iri iri gri binalar var. Kalabalığın, kirliliğin, insan yığınlarının oluşturduğu kaosunun ortasında; ne Simurg’un, yani düş ülkemizin o güzel Zümrüd-ü Anka’sının kanatlarını ne de kendi yüzlerimizi görmemiz mümkün oluyor. Sadece kendimize değil, şehrin dışında var olan hayatlara, renklere, seslere kolaylıkla sırt çeviriyoruz. Parlayan güneşin ısıttığını bile unuttuğumuz, doğanın kendine has şiirinin ve renklerinin farkına varamadığımız zamanlardan geçiyoruz. Şehirden biraz uzaklaşıp, doğaya yaklaşmaya başladığımızda ise; renklere ve kendimize biraz daha yaklaşıyor olabilir miyiz acaba?

Doğanın “Bizi” Anlatan En Güzel Renklerinden Biri; Yalıçapkınları…

Doğanın bize küçük şaşkınlıklar yaşatan ve bizi anlatan bu güzel renklerinde, en büyük pay sahibi olanlar; belki de kuşlar. Dünya’da kuşların, yaklaşık 9 bin yaşayan türü 14 bin kadar da soyu tükenmiş türü mevcut. Türkiye’de ise yaklaşık 456 tür bulunuyor. Bunların 304’ü Türkiye’de ürüyor. Yani kalabalık yerleşim yerlerinin iki adım dışında bile, bu türlere rastlamak mümkün. Birbirinden ilginç türleri barındıran bu geniş yelpazenin en renkli ve en güzel üyelerinden biri; Yalıçapkınları (Alcedinidae)dır. Kısa boyunlu ve tombul olan bu kuşlar, iri kafalı ve kısa kuyrukludur. Kafalarını oldukça belirgin hale getiren ve istedikleri zaman dikleştirebildikleri sorguçları ise, birçok alt türde bulunan ortak bir özelliktir. Yalıçapkınlarının, uzun ve güçlü olan gagaları, genellikle sivridir. İri, tombul vücutlarına karşın; bacakları kısa, ayakları da hem küçük hem zayıftır. Yalıçapkınlarının ön parmaklarının üçte bir uzunluğundan fazlası birbirine yapışıktır. Tombul vücutlarını kaplayan tüylerde yeşil ve mavi tonlar baskın olmakla beraber, tüylerin tamamına parlak renkler hâkimdir. Bu göz alıcı tüylerin üzerinde, kırmızı-beyaz küçük lekeler ve çizgiler de bulunur. Yalıçapkınları grubunda erkek ve dişi, ayırt edilemeyecek kadar birbirine çok benzer. Sadece bazı cinslerde dişiler, biraz daha donuk renkte olur.

Yalıçapkınları, kutup bölgelerinde ve bazı okyanus adalarının dışında, dünyada yaygın olarak rastlanan bir familyadır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yaklaşık 84 farklı tür yalıçapkını bulunuyor. Amerika kıtasında ise altı tür var. Bu altı türden biri olan kuşaklı yalıçapkını ise, Meksika’nın kuzeyinde yaşıyor.

Yalıçapkınları, Latincede geçen bilimsel isimlerini, Yunan mitolojisindeki bir öyküden alıyor. Öyküye göre; Pleiadesli Alcedo,  Hesperus’un oğlu Cyy’le ile evlenmiş. Cyy, bir deniz kazasında ölünce, karısı Alcedo yaşadığı büyük acıya dayanamamış ve kendini denize atmış. Onların aşklarına ve acılarına saygı gösteren tanrılar ise; hem acılı genç kadını, hem de kocasını  “yalıçapkını”na dönüştürmüş.

Yalıçapkını Türleri

 İsmi hakkında daha birçok rivayete sahip olan Yalıçapkınları, iki alt familyaya ayrılır. İlk familya, “Balıkçı Yalıçapkınları”; ikinci familya “Orman Yalıçapkınları”dır (Daceloninae). Genellikle sudan uzakta yaşayan Orman Yalıçapkınları, oldukça kalabalık ve çeşitlidir. Orman Yalıçapkınları içerisinde en bilinen tür ise, “Beyaz Yakalı Yalıçapkını”dır (Halcyon chloris). Yaklaşık 50 yerli soya ayrılan bu kuş, Kızıldeniz’den Samoa’ya kadar uzanan bölgede çokça görülür. 20 cm boyundaki Beyaz Yakalı Yalıçapkını, oldukça gürültücüdür.

Avustralya’da yaşayan ve “Kukaburra” adıyla da anılan “Avustralya Büyük Yalıçapkını” (Dacelo gigas) da, Orman Yalıçapkınlarındandır. İnsan kahkahasına benzeyen yüksek titreşimli çığlıkları, ilk duyanları oldukça korkutur. Bu çığlıkları özellikle alaca karanlıkta ve şafak sökerken duymak mümkündür. Bu sebeple yaklaşık 42,5 cm olan bu iri kuş, Avustralya halkı tarafından “yerli saati” olarak da anılır ve bu kuşlar Avustralyalılar için oldukça değerlidir.

Latince ismini İzmir’den alan, “İzmir Yalıçapkını” (Halcyon smyrnensis) ise, sadece ülkemize özgü bir tür değildir. Akdeniz kıyısındaki bataklıklarda da az sayıda bulunabilen bu kuşun üst kısımları parlak mavi, başı ve baş altı ise kahverengidir. Boynu ve göğsü beyaz olmakla beraber, oldukça iri olan gagası, kırmızıdır. Bu kuşlar, sulak alanlar başta olmak üzere; deniz kıyılarında, bataklılarda ve nehir kenarlarında yaşarlar. Ülkemizde üreyen, Akdeniz ve Ege bölgelerinde görülebilen bu güzel kuşun boyu, 26 ila 28 santim arasında değişir.

Balıkçı Yalıçapkınlarının en yaygın olarak rastlananı, “Adi Yalıçapkını” (Alcedo atthis) olarak bilinen türdür. Yalıçapkını adının, dilimize tam olarak nereden geldiği bilinmiyor Ancak rüzgâra karşı havalanarak, yalıların pencere hizasından içeriyi gözlüyorlarmış gibi havada sabit kaldıkları için, kendilerine bu ismin verildiği rivayet ediliyor. Ülkemizde de sıkça rastlanan bu tür, daha çok tatlı akarsuların ve göllerin kıyısında yaşamaktadır. 16-17 santim boyundaki bu bodur kuş, göz alıcı renklere sahiptir. Üstü turkuaz ve maviyken; alt kısımları parlak kırmızı ya da turuncudur. Bu kuşların kırmızı bacakları, türün diğer üyeleri gibi vücuduna oranla oldukça kısadır. Her iki cinste de siyah olan gaganın dibi, dişilerde kırmızıdır. Bu özellik erkek ve dişi arasındaki ayırımı kolaylaştırır. Yalıçapkınları, akarsuların kenarındaki dik yamaçlara yuva yaparlar. Bu türün birbirine yapışık olan ön parmaklarının sırrı, yuvalarını yapmaları esnasında ortaya çıkar. Dik kıyılarda açtıkları küçük kovukları, gagalarıyla kazarlar. Biriken toprakları ise ayakları ile iterler. Açtıkları tünelciklerin sonunda, dişinin yumurtlama döneminde 6-7 beyaz yumurta bırakacağı yuvarlak bir oda bulunur. Ilıman bölgelerde yalıçapkınları, genellikle yılda iki kez ürerler. Kuluçka dönemi yaklaşık 28 gün sürer. Bu süre boyunca hem anne hem de baba kuluçkaya yatar. Temizlik alışkanlığına sahip olmayan yalıçapkınlarının yavruları da, doğar doğmaz bu durumdan nasiplerini alırlar. Yavrular genellikle besin artıklarının üzerinde büyütülür. İlk doğduklarında gözleri açılmamış ve tamamen tüysüz olan yavrular, ilk hafta içerisinde tüylenmeye başlarlar ve ebeveynlerinin onlara hazırladığı yuvada 3-4 hafta kalırlar. Dışarı çıktıktan sonra da kendileri beslenmeye başlayana dek, sorumlu anne babaları tarafından gözetilirler.

Yalıçapkınları Ne Yer, Ne İçer?

Yalıçapkınının besinlerinin başında, “Golyan balıkları” gelir. Bunun yanı sıra, küçük sürüngenler, böcekler ve amfibiler ile de beslenirler. Balık avlarken, yakındaki bir dala hareketsiz olarak tünerler ve avlarını gözlerler. Avlarını gördüklerinde seri hareketlerle suya dalarak, güçlü gagaları ile avlarını sımsıkı kavrarlar. Bir diğer balık avlama yöntemleri ise; suyun 5-10 metre yukarısında havada asılı durarak, avlarını buradan gözlerler. Suya dik bir açıdan pozisyonlarını koruyan yalıçapkınları, avlarını gördüklerinde ani bir dalış yaparak, gagalarını avlarına saplarlar.

Yalıçapkınları, avlandıkları yerden bir diğerine geçerken alçaktan uçarlar ve bu uçuş sırasında birbirlerine seslenirler. Genelde yüksek ve tiz bir çığlığı andıran sesleri, bu uçuşlarda sert bir takırtıya dönüşür.

Yok Ettiğimiz, Belki de “Kendimiz”iz…

Şehirlerarası yollarda, bize yol arkadaşlığı yapan derelerin yanından geçerken, dikkatimizi çekebilecek kadar belirgin bir türdür Yalıçapkınları. Belki de kimi zaman gördüğümüz ve unuttuğumuz bir kuştur. Yalıçapkınları, dünyadaki ve ülkemizdeki türleri ile biyolojik çeşitliliğin içerisinde çok önemli ve özel bir yere sahiptir. Ancak ne yazık ki; özellikle sulak alanlar üstünde yürütülen yanlış politikalardan, yanlış kentleşmeden, kirlilikten ve baraj yapımlarından, onlar da üzerlerine düşen payı alıyorlar. Son 10 yılda barajlar yüzünden yuvalarını kaybeden ve yüzde 80’inden fazlası yok olan bir tür de; ülkemizde Fırat ve Dicle nehirlerinde yoğun olarak bulunan Alaca Yalıçapkını (Ceryle alcyon)dır.

Aynanın Beri Tarafında Bir Yalıçapkını…

Belki de Simurg’un öyküsünde olduğu gibi, en çok kendimizle ilgilendiğimizi zannettiğimiz bu dünyada, aslında ne kendimizi ne çevremizi görebildiğimizin minicik bir göstergesidir bu kayıplar. “Kentlerde masallar yok artık, gerçekler var” derken yanılmış olabiliriz. Acaba, masal gibi anlatılan bu yok oluş hikâyeleri, “eko sistemin ancak tüm parçaları ile bir bütün olabildiğini, insanın ne olursa olsun dünyaya, bütün canlılara ihtiyacı olduğunu ve bu hikâyedeki kötü adamın modern insanın ta kendisi olduğunu” söyleyen bir ayna olabilir mi? Doğaya ve kendimize biraz daha dikkatli bakabilirsek, 30 kuşun şaşkınlığını birden yaşamak pahasına, neler kaybettiğimizi ya da kaybetmek üzere olduğumuzu anlayabilir miyiz acaba?

Bu yazı Gezgin Dergisi 2007 yılının Mart 2. sayısında yayımlanmıştır.

Exit mobile version