Bilimsel araştırmalara göre insanın yerleşik hayata geçişi buzul çağının bitmesi 10.000 – 14.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu tarih, konar göçer yerleşim şeklinin bittiği anlamına gelmez ama buzul çağında %30’ u donuk ve buzullarla kaplı yeryüzünün tarım sahalarının ortaya çıkması sonucunu doğurur.
Yazı ve Fotoğraflar: Ömer Koç
Yeni iklim yeni yerler yeni bitkiler yeryüzünü kaplarken insanoğlu da bu sahnede daha fazla rol almaya başlamıştır, artan nüfus korunma, barınma, beslenme ve nüfuz sahibi olma gibi beşeri olguları beraberinde getirmiştir. Sürekli aynı yerde barınma durumu, köyleri kasabaları oluştururken beslenme ihtiyacı ise insanı tarımla tanıştırmıştır.
Anadolu insanı buğdayı 12.000 yıl önce ehlileştirmiştir, yabani olarak yetişen ürünleri ekip biçmiş ve hasat zamanında onları mahsule dönüştürmüştür. Sonuç itibariyle “Buğday insanı, insan da buğdayı ehlileştirmiştir”. Tarih sahnesinde buğday insanoğlunun diyetine girdikten sonra ekmek olmuş, aş olmuş, tatlı olmuş, hayatın vazgeçilmez bir ürünü olmuştur. Emek, ekmeğe dönüşmüştür.
Bugün dünya üzerinde verimli hilal olarak adlandırılan bölge Mezopotamya’yı da içine alan Türkiye, Irak, Suriye, İran, Lübnan, İsrail ve Filistin’i kapsayan yay biçimindeki bölgenin adıdır. Ülkemiz buğday tarımı için diğer ülkelerden daha geniş alanlara ve daha elverişli koşullara sahiptir. Arkeolojik kazılar sonrası bulunan buğday ekim biçim aletleri, ürünleri saklama yerleri ve bir çok yazıtta mağarada çizilmiş olan buğday motifleri, buğdayın bu topraklar için önemini vurgular. İşte o yüzdendir ki bu verimli alan binlerce yıldır toprak ve ekmek kavgası nedeniyle dünyanın en vahşi savaşlarına ev sahipliği yapmıştır, bu bölgenin adı, bu nedenle insanlık tarihine “kanla sulanan topraklar” olarak geçmiştir.
Ülkemizde yaklaşık olarak 10 milyon hektar alana buğday ekilmektedir, yıllık üretim ise 20 milyon ton civarındadır, bir kişinin beslenmesi için yıllık 225 kg. buğdaya ihtiyacı olduğu düşünülünce başa baş üretim ve tüketim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak son yıllarda görülen kuraklıklar, çeşitli sebeplerle arazilerin ekilmemesi bir türlü yapılamayan tarım reformu diğer tarım ürünlerinde olduğu gibi buğday üretimini düşürmektedir.
Buğday köylünün coşkusu, düğün sevinci, çocuk sevinci, bayram sevincidir, köylü her işini ekime ve biçime göre ayarlar, yemesini, içmesini, gezmesini, düğününü, alacağını vereceğini hep hasada bağlar. İyi bir mahsul kaldıran çiftçi, kışı daha güvenle daha özenle karşılar.
Ülkemizde genelde buğday ekimi hava sıcaklıklarının 8-10 dereceye düştüğü ekim ayı sonu kasım ayı ortası gibi yapılır, güneyde aralık ayı ortalarına kadar ekim yapılır. Bir zamanlar elle yapılan ekimlerin yerini, artık makineler almıştır, traktörlerin arkasına bağlanan araçlar, gelişi güzel ekim yerine, santim-santim ayarlamalar yaparak tohumları toprağa gömer, ve sonrasında toprak düzleştirilerek tohumların 5-7 cm. kadar derinde olması sağlanır, bundan sonra tüm iş tüm şartlar doğaya kalmış, Allaha emanet edilmiş olur.
Köylerde hasat ayrı bir sevinçtir, her sabah gün doğumlarında başlayan hareketlilik aynı sürati ve heyecanıyla hasat dönemi boyunca sürer. Biçme, ayırma temizleme, yıkama, haşlayıp hedik yapma, bulgur yapma, un haline getirip ekmek yapma telaşı bu işin hem meşakkati hemde zevkli bir yönüdür, kendi ürününü yeme, kendi ürününü yedirme, insanları doyurma olgusu İhsanın buğdaydaki tezahüdür.
Kış ayları boyunca genelde kar altında tohumların dinlenmesi ve baharda çimlenmesi ile geçen zaman, havaların ısınması ile buğdaya uzunluğu 1 metreyi geçen sapları ve koyu sarımsı kırmızı bir görüntü kazandırır. Bu oluşum olgunlaşan buğday başaklarının biçilme evresini işaret eder. Hasat zamanı bölgelere göre değişik dönemlerde yapılır Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde haziran ayı içinde, İç Anadolu’da temmuz ayı, Doğu Anadolu’da ise Ağustos ayı ürünlerin toplanması için uygun zaman dilimleridir. Bu süreçte ekinler biçilir saplar samana döner, bire yüz, bire otuz veren kelleler başaklarından ayıklanır. Kimi ekmek, kimi nişasta, kimi bulgur, kimi makarna, kimisi de hayvan yemi olur, ama içlerinden en kalitelileri gelecek yılın tohumu olması için özenle saklanır.
Kendi çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum, hayal meyal anılarım zihnimin bir köşesinde canlanıp duruyor. Bizimki klasik tarımdı. Buğday, tırpan kullanılarak beden gücü ile biçilir, tırmık ile toparlanır dirgen ile istiflenir, anadut ile traktörlere yüklenirdi. Güneşin kavurduğu topraklarda ekinler sapları ile daha da çok kuruması için bekletilir sonra patos yardımıyla saplar, samana dönüştürülür, buğday taneleri ise başaklarından ayrıştırılırdı. Patos, traktörün kasnağına takılan kayışlar aracılığıyla çalışırdı, hem traktör hem patos çok gürültülü çalışır hele bir de rüzgar varsa etrafa yaydığı saman tozlarıyla birlikte o çalışma süreci sıcağın altında işkenceye dönüşürdü. Tüm bu koşuşturmaca içinde verilen küçük molalar, insanın kendisini resetlemesi için en iyi yeni başlangıçlardı.
Anadolu’nun geniş ovaları ağaca hasrettir, kıraçtır, tarlalarda gölge yapacak bir ağaç, çölde vaha gibidir. O ağaç altı bazen yemek odası bazen emzirme odası olurdu. İşte o ağaç gölgesinde tuz ekilip yenilen bir baş soğan, içilen soğuk bir yayık ayranı tüm yorgunlukları alıp götürürdü.
Geçen yıllar, gelişen teknoloji tarım ve hasatta da etkisini hızla göstermiştir, tarımda artık insan gücü yerini makineleşme almış, ekimde ve hasatta insan faktörü çoğunlukla devre dışı kalmıştır. Tırpan, orak, yaba ve benzeri el aletlerinin hepsinin işlevini tek bir makinada toplayan biçer-döverler devreye girmiştir. Bir kişinin günlerce biçmek istediği tarlayı yüzde birlik bir zaman diliminde işleyen sapını ayrı, samanını ayrı, ekini ayrı ayrı istifleyen bu sistem hasatı kolaylaştırmıştır.
Dünya nüfusunun her geçen gün artması doğal yaşam alanlarının ve tarım alanlarının her geçen gün daha fazla azalması, gelecekte insanoğlunu açlık tehlikesi ile yüzleştirecektir. Bu nedenle bilim insanları genetiği oynanmış, az alanda daha çok ürün verecek buğday örnekleri için çalışmalar yapmakta. Bu da diğer GDO’lu ürünler gibi insan metabolizmasına uyumsuz ve ilerleyen dönemlerde hasarı tespit ve tedavi edilemeyecek hastalıkların önünü açacaktır. Binlerce yıldır insanlığın öğünlerinde vazgeçilmez olan buğday, belki de yerini alternatif gıdalara bırakacaktır ama binlerce yılın hafızası olan yazılar, fotoğraflar, mağara resimleri, kil tabletler, buğdayı hep bire bin veren nimet olarak hatırlayacaktır, hatırlatacaktır.
Bu yazı 2014 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 89. sayısından alınmıştır.