Gezgin Dergi

Savaşı Gezmek

Savaş gemileri Sinop sahillerine geldi. Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR) ülkelerinin gemileri bunlar. 

Yazı: Ayşe Sevim Fotoğraflar: Baki Günay

Sinop halkı ellerinde dondurmaları, çekirdekleri, koşuşturan çocukları ile bu gemileri gezebilecek.

Üniformalı Türk, Bulgar, Beyaz Rus, Romanyalı gençler bizlere rehberlik edecekler. Ben de çocuklarımın ellerinden tutarak bu savaş makinelerinin arasına dalıyorum. İnsanlar mıknatısla çekilmiş gibi önce Türk denizaltısının önüne yığılıyor. Turgut Reis Gemisinin önü bedava yiyecek dağıtılan bir stand gibi upuzun. Kuyrukta beklerken çocuklar gibi gemimizi diğer ülkelerin gemileriyle kıyas ediyoruz. “Benim babam senin babanı döver” cümleleri ağzımızda çoşup duruyor. “Şimdi bir savaş olsa, bizim gemimiz hepsini siler, helikopter pisti bile var”, “Tabii tabii, en güçlüsü bizimkisi” sonra dondurmalar yalanıyor, közde mısırlar ısırılıyor, gülünüyor.

Çocuklar güvertede silahlara dokunuyorlar. Fotoğraflar çekiliyor. Müttefik gemilerde yabancı askerlerin kırık ingilizcesiyle Sinopluların yarım yamalak ingilizcesi birleşiyor. Körle topal yani. İki millet de kendilerinin olmayan bir dille anlaşmaya çalışıyorlar. Fakat asıl anlaşmayı sağlayan beden dili. Delikanlılar silahları sorduğunda, gemiciler işaretlerle anlatmaya çalışıyorlar. “Piyuv, ta, ta, ta” . Bu hiçbir şey açıklamayan tariften gençler, bir sürü şey anlıyor nasılsa: “Füze atarmış, aynı anda on tane birden fırlatabiliyormuş vay, be” Kızlar ise habire fotoğraf çektiriyor. Bir o gemicinin yanında bir bu gemicinin yanında saçlarını düzelterek poz veriyorlar. Facebookta paylaşacaklar. Bloglarına koyacaklar. Arkadaşlarına gösterecekler… Yaşlılar ise dik merdivenden düşmeden inme binme çabasındalar. “Şimdi düşeceğim, tut beni Haydar”, “Emine elini uzat bakayım inemem buradan”. Anne babaları anlatmaya gerek var mı? Havayı fişek gibi etrafa saçılan çocuklarını kovalıyorlar. “Düşeceksin oğlum”, “Sarkma kızım”, “Şimdi tokadı yiyeceksin haa” . Hele bir aile, işi tam komediye çeviriyor. Karadenizli sarışın çilli teyze, gencecik Beyaz Rus’a bakarken: “Bu bizim amcaoğluna ne kadar benziyor” diyor. On kişilik aile bu çocuğa gözlerini dikiyor aniden. Hepsi: “Amcaoğlu gerçekten, evet evet” diye çığlıklar atıyorlar. Rus denizci, insanların kendisine bakıp gülmesinden, işaret etmesinden tedirgin oluyor. Kalbinin ka-bum ka-bum ka-bum diye atışını duyuyorum sanki. Bilmediğiniz bir ülkede bir grup insanın acayip bir lisanla sizi işaret ederek bağrıştını düşünün. Neyse ki bu on kişilik aileden biri, daha önce Rusya’da çalışmış. Tıkır tıkır Rusçasıyla hemen yanına damlıyor delikanlının. Onunla sohbet edip, amcaoğullarının fotoğrafını gösteriyor. Bu bahriyeli de gülümseyerek dinliyor. Gerginliği son buluyor hemen. O da kendi ailesine benzetiyor belki bu insanları. Toplu aile resimleri çekiliyor ardından. Şak şak şak…. Espriler havada uçuşuyor: “Amcamızın kayıp bir oğlunu bulduk” “Onu almadan gitmeyiz”, “Adını da Yusuf koyalım”.

Ne güzel bir tablo değil mi? Hayali bir helikoptere binip bu tabloya yukarıdan bakalım. Bu şakrak kalabalığa üstten bakınca insan dev silahların üzerinde dolaştığımızı değil de piknik yaptığımızı zanneder. Herhangi bir savaşta bu füzelerin, bu mayınların, torpidoların, dumanın, gökyüzüne bir çığlık gibi uzanacak alevlerin farkında değiliz. İsmini Yusuf koyduğumuz en fazla yirmi iki yaşındaki bu delikanlıyla, birbirimize silah çekeceğimizin farkında değiliz.

Gerçi bu çocuklara nasıl ateş edilir onu da bilmiyorum. Dudağımdaki gülümseme görünmez bir silgiyle siliniyor hemen. İnsanlara gemilerini tanıtmaya çalışan, miniklerin başlarını okşayan, heyecanla gülümseyen bu delikanlılara nasıl ateş edilir? Sanırım bunlar üç çocuk annesi bir kadının düşünmemesi gereken şeyler. Gözlerim doluyor işte. Savaş gemilerinin arasında oradan oraya atlayan, üniformalı çocuklara bakamıyorum artık. Eve dönsek.

Akşamleyin ışıklarla süslüyorlar gemileri. Parıl parıllar. Bir sürü delikanlı gemilere bakarak: “Biz de asker olsak diyor” diye iç geçiriyor. Üniforma çok şık, silahlar çok heybetli, iş çok havalı… Bu ışıklı gemiler müthiş bir gelecek fısıldıyor. Test kitaplarından, işsizlikten, masa başından farklı bir şeyler.

İşte o anda merak ediyorum acaba askerlere ahlak dersi veriliyor mu? Silah eğitimi, beden eğitimi, hayatta kalma eğitimi alıyorlardır muhakkak. Fakat bir savaş esnasında ailelerinden öğrendikleri ahlakla mı idare etmek zorundalar? Kahramanlık yapmaları gerektiğinde, korktuklarında, birilerinin alnına silahı dayadıklarında… Delikanlıların başlarını döndüren bu gelecekte, ahlaka ne kadar yer var? Üç çocuk annesi olarak bunu da bilmek isterdim. Yoksa savaşa karşı değilim.

“Elinizde sihirli bir deynek olsa neyi değiştirmek isterdiniz?”, “Dünyadaki savaşı tabii, dünyada barış olsun isterdim”. Tam güzellik yarışmalarına ait bir replik olurdu bu. Savaş her zaman vardır. Yerini biz bilmiyorsak, o zaman gizlice bir yerlerde sürüyordur. Daha tehlikeli yani… Savaş kaçınılmaz olduğuna göre savaş ahlakı çok önemli. Birkaç etik maddeye sığdırılamayacak kadar önemli…

O zaman soruyorum:

Sevgili yirmi iki yaşındaki Beyaz Rus sen ahlak eğitimi aldın mı? Yoksa köylü annenin koyunlarından süt sağarken sana öğrettikleriyle mi yetiniyorsun? Annen silahlardan korkar mıydı? Bizim amcaoğullarına benzediğini duysa, ağzını eliyle kapatarak güler miydi? Sen bir köye füze atar mıydın? Oradaki sivilleri vurur muydun? Senin annen gibi keçi sütü kokan anneleri öldürür müydün? Senin kardeşine benzeyen çilli bir çocuk, annesinin cesedi üzerine kapaklanıp ağlasa ne yapardın?

Savaşı Gezmek – Bu yazı 2014 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 86. sayısından alınmıştır.

Exit mobile version