Cumartesi , 23 Kasım 2024

Adriyatik’in Gelini: Dubrovnik

Yazı ve Fotoğraflar:  Sevde Sevan Usak

Tekrar Dubrovnik’teyim Eski Şehir’de biliyorum ki yine geleceğim…

İlk kez bundan 4 yıl kadar önce Balkanlar’ı gezerken geçivermiştim Dubrovnik’ten. Günlerdir yoldaydık ve program o kadar yoğundu ki, konaklayamadık bile. Üstelik 10 gün boyunca gezdiğimiz her yerde yağmur peşimizi bırakmamıştı. ‘Güneş, biraz güneş!’ dedik durduk. Velhasıl tadına varamadık. İşte o gün buralara tekrar gelmek ve doya doya gezmek lazım demiştim. Nasip oldu…

Bundan 2-3 ay önce doya doya gezebildim Dubrovnik’i… Hırvatistan’ın güneyinde ortaçağdan kalma tarihi eserleriyle ünlü küçücük bir şehir Dubrovnik. Her ne kadar şu anda Hırvatistan sınırları içinde yer alsa da tarih boyunca hiçbir devletin egemenliğine girmemiş, müstakil olarak varlığını sürdürmüş şehir-devlet olarak. İlk gezi esnasında yerel rehberimiz Dubrovnik’in en ihtişamlı döneminin Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde olduğu ve karşılığında vergi ödediği dönem olduğunu söylemişti. Osmanlı İmparatorluğu Adriyatik’ten gelen saldırılara karşı ülkeyi korumuş onlar da rahat rahat ticaret yapabilmişler. Dönem dönem farklı imparatorlukların himayesinde olmalarına karşın, ticaret yapabilecekleri şekilde rahat bırakılmışlar hep…

Her şey Eski Şehir (Stadi Grad) denilen kale duvarları arasında… Yüzyıllardır size gülümseyerek baktığını düşündüğünüz şehir aslında 1991 sonbaharı ile 1992 ilkbaharı arasında Sırplar tarafından bombalanmış. Unesco’nun başlattığı restorasyon çalışmaları ile 2005 yılında şehir eski görünümünü neredeyse kazanmış. Restorasyon o kadar başarılı ki, binalara ve sokaklara baktığınızda bu dramın yaşandığını tahmin etmeniz mümkün değil. Ancak o günleri anlatan kısa belgeseli seyrettiğinizde ikna oluyorsunuz. Saat kulesinin hemen solundaki sarayda bu belgeseli seyretmeniz mümkün; mutlaka oraya uğrayın derim.

Hangi araçla gelirseniz gelin sizi Eski Şehrin hemen dışındaki hediyelik eşya dükkanı ile çeşmenin arasındaki alana bırakıyorlar. Zaten kalabalıktan da o iki noktanın bir nevi buluşma alanı olduğunu anlıyorsunuz. Yüzünüzü kalenin girişine döndüğünüzde karşılaştığınız kapı Pile kapısı. Öncelikle gördüğünüz sadece surlar… Dubrovnik’in simgesi olmuş surlar. Yaklaşık 2 km uzunluğunda olduğu söylenen surların yüksekliği kimi yerde 25 m’yi buluyor. Yapımına 10. yüzyılda başlanmış ancak 13. yüzyıla kadar devam etmiş, şehir genişledikçe ilaveler olmuş. Bu surların çeşitli yerlerinde yarım daire burçlar, Adriyatik’e bakan hisar ve kuleler var. Kanaatimce şehri daha iyi anlamamı sağlayan bu surların üzerinde yaptığım yürüyüş oldu. ‘Hava sıcak, boş ver gerek var!’ demeyin bence, mutlaka yürüyün.

Pile kapısında girdiğinizde hemen çeşmenin yanındaki ofisten biletinizi alıp caddenin karşısına geçip başlıyorsunuz merdivenlerden tırmanmaya… İlk dakikalarda biraz zorlasa, nefes nefese kalsanız da, daha sonra dik yokuş havası bitiyor ve rahat rahat yürüyebiliyorsunuz. Hemen başta pes etmeyin. Bir de birkaç yerde yürüyüşü tamamlamadan şehre inmenizi sağlayacak ara merdivenler var, cazibelerine kulak asmayın; yolunuza devam edin. Bittiğinde yaşadığınız mutluluk tüm yorgunluğunuza değecek. Yürüyüş hızınıza göre 1 ila 1.5 saat arasında sürdüğü söyleniyor bir turun. Ama benim gibi ağırdan alıp, sağı solu inceleyip bir de fotoğraf çekiyorsanız 2-3 saat ayırmakta fayda var. Yorulursanız liman tarafına denk gelen yerde surların üzerinde arz-ı endam eden kafede bir şeyler içerek de dinlenmeniz mümkün. Oraya geldiğinizde yolun yarısından çoğunu aşmış olmanın mutluluğu ile gördüğünüz manzaranın hissettirdiği huzuru birlikte yaşıyorsunuz zaten. Bu arada surlarda yürürken Eski Şehir ile surların dışında kalan yeni şehri beraber gördüğünüz noktalar oluyor. İnsanın en çok etkileyen şeylerden biri de ikisinin mimarı olarak birbirine çok benzemesi. Evet, Eski Şehir yüzyıllardır burada ama yeni şehir de ona çok yabancı bir doku taşımıyor. Sağdan sola başınızı çevirdiğinizde bambaşka bir dünyayla karşılaşmıyorsunuz. Yalnız bu surlarda yürüme işini en sona bırakın derim. Kale içini gezip, nerede ne var iyi anladıktan, güzel bir kahve içip, limanda yemek yedikten sonra. Böylece yukarıdan gördüğünüz binaları daha kolay anlamlandırabilirsiniz. Bir de görmedikleriniz olduğunu fark edersiniz. ‘Aaa burada basket sahası da mı varmış’ dedim ben mesela. ‘Hah, işte okul da şuradaymış’, ‘Amma çok çamaşır asılı camdan cama’… Velhasıl surların üzerindeki o güzel deneyimi atlamayın bence. Ben bir de Diyarbakır surları üzerinde yürümüştüm yıllar önce… Belli mi olur belki yıllar sonra Topkapı surları üzerinde de yürümek nasip olur.

Surlardan tekrar giriş kapısına inmekte fayda var. Pile kapısı, Eski Şehrin ana giriş kapısı. Köprüden kapıya doğru ilerlerken kapının üzerinde şehir halkını karşılayan şehrin koruyucu azizi St. Blaise’nin heykelini görüyorsunuz. Zincirlerle bağlı kale kapısından içeri giriyorsunuz. Kapıdan geçtikten sonra bir eğimle aşağıya doğru iniyor ondan sonra da şehrin ana caddesi ile karşılaşıyorsunuz. Ana caddeden saat kulesine doğru yürürken en çok dikkatinizi çekecek şey evler, pencereler, dükkanlar, cafeler olmayacak emin olun. En çok dikkatinizi çekecek şey; Türkçe konuşan insanlar olacak.

Bu güzel coğrafyaya sahip olan ülke Hırvatistan, Türklerden vize istemediği için olsa gerek özellikle bayramlarda yoğun Türk turistle karşılaşılıyormuş Dubrovnik’te. Benim iki yolculuğumda bayram tarihlerinde olmamasına rağmen o kadar Türkle karşılaştım ki… Geçtiğimiz yıl turizm açısından ölü sezon olarak değerlendirilen kasım ayında Kurban Bayramı sebebiyle gelen Türk turistin bıraktığı döviz o kadar yüksekmiş ki, lokanta ve cafe menülerinin çoğuna Türkçe yemek isimlerini eklemişler. Gelen turistlerin içinde en rahat para harcayanların da Türkler olduğunu söylediler. Türkleri pek seviyorlar anlayacağınız.

Ana caddeye, Stradun Caddesi’ne tekrar geri dönersek… Kale içine girdiğinizde caddenin sonu yani gözünüzün kale içinde gördüğü son nokta saat kulesi… Kuleyi geçtikten sonra da diğer kapı ile karşılaşıyorsunuz; sizi Eski Şehir’den dışarı çıkaracak kapıyla… Ana cadde boyunca yürürken şehre girer girmez sağda kalan güzel bir çeşme var: Onofrio Çeşmesi. Şehirde bilinen en iyi anıtlardan biri bu çeşme.  1438-1444 yılları arasında yapılmış. Napolili mimar aynı zamanda şehrin su şebekesini de planlamış. Çeşmenin 16 adet bölmesinde de rölyefler mevcut. Bu arada önünden de sanatçılar eksik olmuyor. Enstrümanını alan çeşmenin basamaklarına oturup başlıyor çalmaya, tabii sizden de bahşiş bekliyor.

Çeşmenin karşısına denk gelen bina Fransisken Manastırı.  1317 yılında yapımına başlanan manastır 100 yıl sonra bitirilebilmiş. 1667’deki deprem sebebiyle manastır bir hayli tahrip olsa da avludaki fıskiye ilk yapım yılından beri ayaktaymış. Eşsiz kemerlerle süslü olan yapının avlunun güzelliği her ne kadar içindeyken o kadar anlaşılmıyorsa da, surların üzerinden olağanüstü gözüküyor. Manastırın içerisinde geniş koleksiyona sahip bir müze var ki, görmekte fayda var. Ayrıca Avrupa’nın hala faal olan en eski eczanesi de orada. 1317 yılında beri açıkmış eczane. Avrupa’da daha eski eczaneler olsa da hala faal olması sebebiyle tekmiş bu eczane. St. Saviour kilisesi de hemen yanı başında… Ortaçağ havasının hissettiren mekanlardan biri de bu kilise…

 

Manastırdan çıkınca denize doğru sağlı sollu dükkanlar ve kafelerle devam ediyor ana cadde. Caddenin sonunda bir meydan, meydanda da Dubrovnik’in özgürlüğü için savaşmış efsanevi asker Orlando için 1418 yılında yapılmış heykel var. Bu meydan artık popüler bir buluşma alanı olarak kullanılsa da, geçmişte politik ve ekonomik yönden bir hayli önemli bir meydanmış. Meydanın sağ tarafında özellikle vitraylarıyla dikkat çeken 1715’te inşa ettirilen St. Blasius Kilisesi bulunuyor. Kilise şehrin koruyucu azizi adına inşa edilmiş. Hava karardığında ışıklandırma ile birlikte vitraylar o kadar güzel gözüküyor ki! Bir de yine meydanın ucunda Küçük Onofrio Çeşmesi var. Hatırlarsınız büyüğü Pile kapısından hemen şehre girişteydi.

Yine aynı alanda bir saat kulesi ve kulenin hemen sol tarafında eskiden gümrük işlerinin yapıldığı Sponza Sarayı var. Sarayın dam kısmındaki beyaz gülle tarzındaki obje, Osmanlı İmparatorluğu’na şükran duygularının ifade etmek için dikilmiş. 12. yüzyılda başlayan ve neredeyse 700 yıl boyunca devam eden Venedik akınlarından bıkan Hırvatlar, Osmanlı’nın himayesini kabul etmiş ve böylece Osmanlı’da bu krallığı vergiye bağlamak şartıyla feth etmemiş. Böylece rahatlıkla ticaret yapabilmişler. Neredeyse 440 yıl boyunca Osmanlı himayesinde kalmış Dubrovnik. Ta ki, Fransızlar 1808’de şehre girip, şehri Fransa’ya bağlayana kadar.

Meydanın sağındaki cadde üzerinde şehrin en şık, en zarif binalarından biri yer alıyor: Rektör Sarayı. 15. yüzyıla ait bu saray özellikle kolonları ve Gotik pencereleri ile dikkat çekiyor.

Eski Şehir’de görebileceğiniz katedraller ve manastırlar dışında ayrıca bir de sinagog bulunuyor. Yine bu renkli, hareketli caddenin sonuna doğru sol tarafta Zudioska Sokağı’nda eski Yahudi gettosu bulunuyor. Eskiden girişler kapatılsa da şimdi sokaktaki Sinagog ve Yahudi Müzesi gezilebiliyor.

Stradun Caddesi üzerinde ilerlerken şehri hissedebilmek için bir kafeye oturup, sakin sakin şehri dinlemek en güzeli. Güzel bir kahve eşliğinde, bırakın hissettiğiniz huzur sizi sarmalasın… Bir süre kendinizi bırakın sükunete… Oturduğunuz yerden yeşil panjurlu taş binaları seyredin. Alt katlar dükkan, kafe, banka olsa da üst katları ev olarak kullanan teyzelerle göz göze gelin; çocuklara el sallayın; hangi diller konuşuluyor kulak kesilin; konuşmayın, dinleyin. Nasıl olsa aynı caddeyi defalarca yürüyeceksiniz birkaç saat içinde. Duymaya vakit ayırın.

Şehir de bu ana caddeye paralel birkaç cadde ile bunları dik kesen, üstelik gayet de dik merdivenli sokaklardan oluşuyor. Merdivenli sokaklar birbirine çok benzese de insan hepsini görmek istiyor. Şehir o kadar küçük ki, görmek mümkün; hatta yarım günde tamamını gezebilirsiniz. Rahat olun, kaybolduğunuzu zannettiğiniz anlarda, yine tanıdık bir yerde buluyorsunuz kendinizi.

Ben genelde biraz gezdim bir kahve içtim, biraz daha gezdim bir kahve daha içtim, biraz daha gezdim bir dondurma yedim… Dondurma demişken ana cadde üzerinde soldaki sokaklardan birinde ışıklı bir dondurma maketi göreceksiniz, işte dondurmayı orada yiyin, ana cadde üzerinde ya da kafede değil. Bir de kafelerde ve restoranlarda para üstünü bahşiş kabul edip, getirmeme eğilimi gösteriyorlar ona göre bozuk kuno bulundurun yanınızda, özellikle kahve içerken. Bu arada hizmet sektöründe aksaklıklar ve yüzü gülmeyen biraz da kaba garsonlarla karşılaşacağımıza dair birçok kez uyarılmamıza rağmen, ben hiç şahit olmadım, umarım giderseniz siz de olmazsınız.

 

Yemeklere gelince… Evet, deniz ürünleri bol. Hatta benim yemek yediğim -uzaktan pahalı havası veren insanı biraz ürküten, ancak gayet uygun fiyatları olan- limandaki restoranda

deniz ürünleri kocaman siyah tencerelerle sofraya geliyordu ki, bitirmeniz mümkün değil. Fakat Türkiye’de alıştığınız lezzette beklemeyin deniz ürünlerini. Bol sarımsaklı, midyeler temizlenmemiş ve ağırlıklı olarak haşlama yapılıyor; diğer pişirme tekniklerini özellikle belirtmeniz gerekiyor. Risotto’da sevilerek yenilebilecekler listesinde yer aldı benim için. Her türlüsü var…

Liman demişken, şehrin dört kapısından biri limana açılıyor. Kafelerin ve günübirlik ada turu yapan teknelerin arasından geçerek lokantaların olduğu kısma geliyorsunuz. Yemek için gayet ideal lokantaların olduğu bir alan burası. Denize nazır yemek yemenin keyfi bambaşka tabii. Üstelik daha önce de söylediğim gibi fiyatlar gayet uygun; Ege sahillerindeki lokantaların fiyatlarıyla kıyas bile edilmez. Afiyet olsun…

Akşam yemeğini yedikten sonra ışıklandırılmış Eski Şehir’de tekrar bir gezin derim ben. Hiç olmazsa ana caddede yürüyün… Bambaşka bir havası var, gündüze hiç benzemeyen.

Velhasıl işten başınızı kaldırıp ancak 3-4 gün izin alabilirim diyorsanız, hiç uğraşmadan, fazla masrafa girmeden, sadece pasaportunuzu alıp gidebileceğiniz, döndüğünüzde de iyi ki gitmişim diyeceğiniz bir şehir Dubrovnik. Ve hayatın ritminin yavaşladığı, gözünüzün değdiği yerlerden tat alabileceği, huzuru hissedebileceğiniz, üç boyutlu bir kitabın içindeymiş gibi zamanın dışına çıkabileceğiniz bir şehir Dubrovnik; tabii yoğun sezonun dışında bir tarihte giderseniz…

Benden söylemesi bir kez giderseniz, tekrar gitmek isteyeceksiniz…

Bu yazı 2011 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 55. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir