Cuma , 13 Aralık 2024

Röportaj / Bir Duayen: Hakkı Öcal

Röportaj: M. Erkam Bülbül

Hakkı Öcal kendisini nasıl tanıtır?

Gazeteci-radyocu kimliğime, bilişim teknolojilerinde bir tür uzmanlık sıfatı eklediğimde, beni az tanıyanlar bir tür “kimlik kargaşası” yaşadılar. “Hani sen gazeteciydin?” diyenler oldu. BT dünyasında “Yahu bu eski gazeteciden bilişimci mi olurmuş?” diyenler oldu. Oysa öykümü bilenler şaşırmadı. Hürriyet gazetesinde yazı işleri müdürü olarak çalıştığım sırada, lisans-üstü çalışmasına da başlamıştım ve bu çalışmanın esaslı bir parçası olarak,. Hem Boğaziçi Üniversitesi’nde, hem de Harvard’da bilgisayar ile, daha sonra da bilişim teknolojileri ile ilgilenmek zorunda kalmıştım. Bu iki şapkayı da dikkate alarak sosyal ağlarda, kısacık bir kutu içinde kendimi tanıtmak zorunda kaldığımda “Haberci, editör, fotoğrafçı, bilişimci” diyorum.

gezgindergi-roportaj-hakki-ocal (5)

Gazeteciliğe Yozgat Lisesi’nde başladım diyebilirim. Okulun duvar gazetesini ele geçirdim ve bir daha kimseye kaptırmadım. Ama SBF’ye devam etmek üzere Ankara’ya gittiğimde, 1967’de, fiilen gazeteci oldum ve okul “yan iş” haline düştü! Ben büyük düşünmeyi severim, ve gençlere daima aynı şeyi tavsiye ederim. O zaman Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’ti. Ankara Bürosuna başvurdum; Oktay Ekşi Ankara temsilcisi idi. “Askerliğini yapmamışsın; henüz öğrencisin!” diye geri çevirdi beni. Kapıdan çıkarken de “Ama doğruca en tepeden başladığın için de kutlarım seni. Böyle bir cesareti kendinde bulan çok kişi tanımadım!” dedi. Hürriyet’in Ankara Bürosu, o tarihte Kızılay’da Gökdelen’de idi. Oradan çıktım, asansöre doğru giderken kapısında “Ekonomik Basın Ajansı” yazan bir yer gördüm; içeri girdim; orada çalışmak istediğimi söyledim. “Bizi nereden biliyorsunuz?” diye sordular. “Ben SBF’de okuyorum; hem gazeteciliğe, hem ekonomiye çok meraklıyım. Düşündüm ki ekonomik konulara ağırlık veren bir ajans benim için iyi bir başlama noktası olacaktır,” dedim. Her kelimesi doğru idi söylediklerimin; ayrıca her gün Oktay Ekşi’yi görme ve iş başvurumu yenileme imkanı da vardı!

Bu her gün fiilî iş başvurusu sonunda işe yaradı ve Oktay Ekşi, bir buçuk yıl sonra, ilk eleman aradığında, getir-götür işlerini yapan arkadaşı yollayıp beni çağırttı!

Bu kıssadan alınacak hisse şudur: Israr edin; ilk ret sizi caydırmasın; korkutmasın. Diyelim ki bir gazeteye, dergiye fotoğraflarınızdan, şiirlerinizden, bilişimle ilgili gözlem ve incelemelerinizden oluşan bir paket verdiniz. Veya CV’nizi sundunuz. Genellikle alacağınız ret cevabı sizin şahsınızla, ürününüzle, kimliğinizle, beceri düzeyinizle ilgili değildir. O cevap yüzde 99 ihtimalle bir ilkenin veya kurumun kendi iç durumunun sonucudur. Israr edin; kalbinizi koyduğunuz işi, mesleği, makamı, köşeyi, sütunu, sayfayı kapmak için bastırın.

Meslek hayatım başkalarının tersine hiç serüven gibi olmadı. SBF’yi bitirdiğimde  Hürriyet beni İstanbul’a, merkeze çağırdı. Korka-korka gittim. Ankaralı gazeteciler Babıali’yi gayri-ahlakî bulurlar, ürkerler, ama korkuyla karışık sayarlardı. Bu sebeple Ankaralı arkadaşlarım arasında beni caydırmak isteyen çok oldu. Dört-beş yıllık muhabirlik bana asıl hareketin, işin kaynağının (kaymağının!) İstanbul’da olduğunu göstermişti. Ankara bürosundaki 50 yıllık gazeteciler ağzıyla kuş tutsa, yazıişlerinde mesleğe üç yıl önce başlamış bir sayfa sekreterinin, tasarımcının değer yargılarıyla sınırlıydılar. Muhabirliğe o tarihte en çok satan gazeteden başlayacak kadar cüretli birisinin, merkeze gitmek istemesi normaldi; ne kadar korksam da kendimi İstanbul gayyasına bıraktım. Ama bir aklım daima aklım, Akademiya’da kaldı. Hürriyet’te önce yeni kurulan Haber Merkezi’nde çalıştım. Rahmetli Nezih Demirkent yazıişlerini yeniden oluşturmak istediğini söyleyerek benden bir çalışma yapmamı istemişti. Ben de yazıişlerinin modern bir editorya kimliğine kavuşması için Haber Merkezi diye bir grup oluşturulmasını, sayfaları tasarlayan ekibin de editör-tasarımcı diye ikiye ayrılmasını öneren bir rapor sunmuştum. Haber Merkezi, bütün haber bürolarının başındaki gruptu. Sonra yazıişlerine, siyasal haber editörü olarak geçtim, Sonra da yazıişleri müdürü yaptılar beni. Metin Toker, benim yazıişleri müdürü olduğumu duyunca Akis dergisinde “Nezih, yazıişlerinin yanına bir de oyun odası kursa iyi olur!” diye yazmıştı. Zahir, Babıali ölçülerine göre çok gençtim o tarihte.

gezgindergi-roportaj-hakki-ocal (3)

Bu arada 1973 genel seçimleri, ki Ecevit’in CHP’ni işbaşına getirmişti, için Boğaziçi Üniversitesi ile ortak bir kamuoyu araştırması yaptık. Gidip gelirken Boğaziçi’nde (o tarihte hala Robert Koleji idi adı) siyasal bilimlerde lisansüstü programı açıldığına ilişkin ilanlar gördüm. Başvurdum ve Master programına kabul edildim. Master’ın bitmesine yakın bu kez doktora programı açıldı. Devam ettim. İş tez aşamasına gelince ülkenin en çok satan gazetesinde yöneticilik yaparak, doktora tezi yazmanın imkansızlığını gördüm. O sırada ülkede yine askerî rejim vardı ve Uluslararası Basın Enstitüsü bana bilmem-ne ödülü vermişti: 10 bin dolar! Bu parayı cebime koyup, Harvard’da aldığım fellowship statüsündeki imkanı kabul ettim. Rahmetli Nezih bey, “Hürriyet’in yazıişleri müdürlüğü bırakılıp da Harvard’a marvırda gidilmez!” dedi ve bana izin vermeyi reddetti. Erol Simavi daha cömert davrandı ve “ücretsiz izin” vermesi için Nezih beyi ikna etti. Otomobilimi satıp, annemin ev kirasını bırakıp,  “Ver elini Boston!” dedim.

Dönünce, ki orada bir şeyler oldu kimliğimde, kişiliğimde, kendimi tanımlamamla ilgili… Dönünce o tarihte Türkiye’nin en çok satılan muhafazakar gazetesi Tercüman’ın Genel Yayın Müdürlüğü teklifini kabul ettim ve Hürriyet’ten ayrıldım. Sonra kısa bir Güneş macerası. (Bak işte bu serüvendir. Başka bir zaman uzunca anlatırım.) Daha sonra 68 günlük bir Hürgün macerası.. (Sonu felaket de olsa, Tuğrul Şavkay ve Oktay Kurtböke ile çok zevkli bir 68 gün!) Ve sonra Amerika’nın Sesi Radyosu.

gezgindergi-roportaj-hakki-ocal (2)

Yurt dışında yaşamak nasıl bir tecrübe katıyor insana. Bir fark var mı?

Elbette.  Biz anamızın-babamızın, köyümüzün, kentimizin, yöremizin çocuğuyuz ama hepsinin üzerinde, meta-kimlik olarak, uygarlığımızın çocuğuyuz. Biraz önce kimlik, kişilik, kendi-kendini tanımlama dedim ya? İşte o bağlamda bazı kavramları kullanarak devam edeceğim, ama önce  kendimdeki gelişmeden söz edeyim. (Bu arada gelişme’yi oluşum anlamına kullanıyorum; kemal anlamında değil!)
Harvard’da, kendisini anladığını sananların yüzde 95’i tarafından yanlış anlaşılan Prof. SamuelHuntington ile  çalıştım. O sırada askerî darbeler ve uygarlık ilişkilerini inceliyordu ve benim sürekli darbe geleneğinden geliyor olmam ilgisini çekiyordu. Seminerin başında herkesten kendisini tanıtmasını istedi; ben de laik, solcu, pozitivist, aydın—laik dedim mi?—birgazeteci olarak, “Türküm, doğruyum.. Laikim., pozitivistim..” diye devam ettim. Sorular, sorular.. Sonra karşı sorular.. Ve sonunda ben kabul etmek zorunda kaldım ki, bütün batı öykünmeciliğime, bütün laik pozisyonuma, bütün pozitivist tutumuma rağmen,  eğer kendimi, ailemi ve arkadaşlarımı doğru tanımlamak zorunda isem, doğu uygarlığından, İslam kültüründen geldiğimi belirtmek ve kabul etmek zorundayım. Eğer karşımdakini anlayışımda ve kendimi karşımdakine anlatışımda rol oynayan değerler kitlesini doğru analiz edecek isem, “Doğuluyum, Müslümanım!” demek zorundayım.

Bu bir uyanıştı bende ve döndüğümde, bir derginin sorularına “Benim üst-kimliğim Müslümanlıktır,” diye yanıt verdim. Sanırım bu İsmet Özel dahil, Cengiz Çandar dahil bir çok arkadaşımın (İsmet’le aynı evde kalırdık, o “Gözlerimi tükürdüm ağzımdan yere” diye şiirler yazardı, ben de Sıhhiye’de Pan-Amerikan Havayolları’nın vitrinlerini taşlardım! Cengiz de Siyasal’dan arkadaşımdır) çok öncesinde yapılmış bir kimlik beyanıydı.

gezgindergi-roportaj-hakki-ocal (4)

Tabiî bunun sonuçları oldu. Bir kere artık işi uydurma kimliklerin sürdürülmesi için geliştirilmiş siyasal rejimi savunmak olan gazetelerde çalışmak zordu. İmkansız değildi; ama zordu. Sonra, insan kendisini kendindeki uyanışı yaymakla görevli sanıyor ilk başta. Zaman olarak Rahmetli Özal’ın partisini kurmak üzere olduğu dönemdi; özel radyo-televizyon yeni partinin programına girecekti. Kendimi bu yeni döneme hazırlamam gerektiğini hissettim.

Tercüman’da Özal’ın siyasal alanda yaptığını yaparak, dört hatta beş ayrı-aykırı görüşe zemin hazırladık. Fakat rahmetli Kabaklı’nın ifadesiyle “Tercüman bünyesi değil ama kabuğu bunu hazmetmedi!” Sonra Güneş deneyimi hüsranla bitti; Hürgün de öyle.. Zaten hiç birinde artık kendimi evimde hissedemiyordum. En temizi gidip radyo-televizyon öğrenmekti. Bunun için mesela İngiltere’yi değil de, ABD’yi seçmemin nedeni, Amerikan toplumunun gerçekten de iddia edildiği gibi bir eritme potası olmamasından kaynaklanıyordu.  Eritme potası, içine atılan bütün metalleri eritir; ortaya alaşımlar çıkar. Amerika öyle değil bana göre; herkes kendi üst kimliğini, kültürünü muhafaza ediyor isterse. Sokakta, işyerinde, hatta okulda bir ölçüde Amerikanlaşma standardı var; mesela dünyanın en vahşi şoförleri, orada dünyanın en kuzu şoförleri haline geliyor. İşyerlerinde bağırma-çağırma olmuyor; otobüste-trende bir Amerikanvari davranış standardı herkesi kapsıyor. Ama radyonuzla, gazetenizle, kültür lokalinizle, caminizle, tapınağınızla, hatta mahallenizle, semtinizle kimliğinizi dermeyan ederek yaşamanızda bir sakınca yok; engel yok. Tersine, “Etnik ayrılıklarımız, zaaf değil hazinemizdir” anlayışı ile kimliğinizi dermeyan etmeniz teşvik ediliyor.

Sorunuza dönersek, bu, açık söyleyim, insanı daha zengin hale getiriyor. Bir kere diyelim ki dininizi veya kültürünüzü yaşamak, hayatınızı bazı inanç unsurları çevresinde planlamak, çocuklarınızı bu surette yetiştirmek istiyorsanız, toplum size bunun için gerekli her türlü imkanı sağlıyor. Fakat beri taraftan, Post-Rönesans, Post-Reformasyon dönemindeki bir sanayi toplumunda yaşıyorsunuz. Bunun iyi tarafları var, kötü tarafları var. İnsan ilişkileri, atomistik-bireycilik ilkesine göre tayin ediliyor. Geniş aile dediğimiz sosyal olgunun destek mekanizmasının yerini, ticarî firmaların sağladığı imkanlar veya sağlık kurumları almış. Eğer  55 yaşında meslek değiştirmek veya mesela doktora yapmak isterseniz, akademik yeterlikten başka bir kriter aranmıyor!  Edinmek istediğiniz mesleğin eğitimi-öğretimi toplum tarafından size ücretsiz sağlanıyor.  Ama sonuçta yalnızsınız. Sırf başka birini beğendi diye, veya bilmem hangi şarkıcı veya artist öyle yaptı diye, karınız veya kocanız sizi şu kadar yıllık evlilikten sonra, terk edebilir.

gezgindergi-roportaj-arif-sag (3)

Bir fotoğrafçı, bir gazeteci ve bir bilişimci, hangisini gerçek mesleğiniz olarak tanımlarsınız?

Meslek, yani profesyonel iş, bence (bence demeyim, TalcottParsons’ca), insanın sayesinde geçimini temin ettiği, para kazandığı çalışma türüdür. Amatörden tek farkı budur. Ben şu anda hayatımı gazetecilikten kazanıyorum. Fotoğrafçılıktan değil. Ama  fotoğrafçılığımla gazeteciliğim arasındaki tek fark, birinden para kazanmıyor olmamdır. Gazetecilik-bilişimcilik dediğiniz zaman ise, aradaki sınırın giderek kaybolduğunu belirtmemiz lazım. Benim işyerimle mukavelem hala işimin “Uluslararası radyo yayıncılığı”  olduğunu söylüyor. Ama son 13 yılın ilk 10 yılını fiilen kod yazarak (Coldfusion, PHP, Javascript ve Java), son üç yılını da altı dil bölümünün Web sitelerinin ve elemanlarının koordinasyonu ile geçirdim.

Esasen Amerika’nın Sesi’ne katıldıktan hemen sonra bir çok okulda masaüstü yayıncılığı ile başlayıp, HTML ile devam eden ve sonra Web-tabanlı yazılımcılığa kavuşan bir öğretmenlik yaşamım oldu. Bunu 1994’ten bu yana  ülkemizde çeşitli  yayınlarda makale ve kitaplarla sürdürdüm. Bu işler, çok istediğim hale, meslek halini alamadı; bir türlü gazeteciliği, olup-biteni herkesten 24 saat önce öğrenme ateşini söndürüp atamadım. Bir ara VOA’den ayrılıp George Mason Üniversitesi’ne katılmak üzere ilk adımı attım; ama çok değil bir hafta sonra bunun fahiş bir hata olacağını anladım. Dolayısıyla gazeteciyim; imkanım olsa bugün fotoğrafçı-videocu olarak bir yerde çalışmaya başlarım. Veya bir Web atölyesinin parçası olurum.

Fotoğraf hayatınızın neresinde? Nasıl bir ilişkiniz var, Aşk mı dersiniz yoksa hoşlanıyoruz mu?

Aşktan da öte! Google olsa bakardık, benimkisi bir infatuation! Sevdalanma derdim ama infatuation’da  sevdanın konusunun biraz irrasyonel olması ima ediliyor. Film döneminde, her yeni filmi denemek! Lens koleksiyonunu, aralarında bir santimlik boşluk kalmamacasına dizmek! Sanki Afrika’da safariden safariye koşuyormuşum gibi, otomobil fiyatına 1500 mm lens almak.. Bu donanım ve film tarafı.. Bir de “Bu fotoğrafı çekeceğim ışığı belirmemek için bir yerde 24 saat durup beklemek” boyutu var ki, karım bazen yolculuklara bensiz devam etmek veya gidip otel aramak zorunda bile kalmıştır.

Alaska’daDenali Ulusal Parkı’nda fotoğrafçı kotasında—beş yıl bekledikten sonra—yer bulamayınca bir seyahat şirketine şoför olarak başvurmak (son dakikada foyası ortaya çıkıp, kovulmak!) gibi, çılgınlıkları da hesaba katarsak, bu aşkın boyutları anlaşılmış olabilir.

Sanırım fotoğraf (ve şimdilerde video) çekmekten başka bir becerim olmadı. Herkese sünnetinde kol saati armağan edilir; benim annem bana bir Lübitel-2 almıştı. Sonra Kırıkkale’de fotoğrafçı Ethem ağabeyin hem gedikli talebesi, hem müşterisi, hem de amatör çırağı olmuştum.

Dijitale hiç direnmedim; Mehmet Biber ağabey, Kodak’ın verdiği fabrika gibi, önü Nikon, arkası henüz piyasaya çıkmamış “Kodak kutusu” şeklindeki dijital kamerayı alıp Washington’da yayınladığımız Ayyıldız Express dergisinin bürosuna getirdiğinde, hemen masaüstü yayıncılığında kullandığımız Macintosh’a bağladık ve o saniyede aşkım dijital  kameraya döndü! Laf aramızda F4’ümü de F5’imi de hala saklıyorum. Ayrıca buzdolabının bir katı, hala benim Veliva 50  ve Kodachrome 64’lerimle dolu!

Gezgin dediğimizde?

Yıllar önce bir toplantıda Internet henüz Internet değilken, bilgisayar dergisiyle verdiğimiz CD ve DVD’lerin yerini yavaş yavaş derginin sitesinin almaya başladığına işaret ederek, Web yayıncılığının, geleneksel yayıncılığı öldüreceği  fikrini ortaya attım. Sonra da yazdım bunu. Ama dedim ki, bu ölme süreci, toplumun en aktif, en bilişimci kesimine hitabeden yayınlardan başlayacak. Yani önce bilgisayar dergileri etkilenecek. Nitekim böyle oldu.

Fotoğraf (ya da daha genel janr olarak, gezi) dergileri  sanırım en geriden gelen yayın organları olacaktır. Çünkü her ne kadar fotoğrafçılığın donanım tarafı, fotoğrafçıları teknikle çok aşina hale getiriyor ve Internet bugün en çok fotoğraf paylaşma imkanı sağlıyorsa da… Hala fotoğraf, ancak güzel bir yazının yanında ve güzel basılmış olarak sunulursa anlam taşıyor.

Gezgin, bunu başaran nadir dergilerden beri. Internet’ten etkilenme süreci sizi ne kadar etkiliyor bilmiyorum; ama dergiyi bugünkü kalitesinde sürdürdüğünüz sürece, eminim ki, Türkiye fotoğrafçılığında, gezi yazarlığında, bugünkü önemli yerinizi koruyacaksınız. Ve bu kaliteyi sürdüreceğinizden de eminim; çünkü kısa zamanda da olsa sizinle birlikte bulunduğu sırada, dergi yönetiminin, yazıya ve resme nasıl bir kalite kıskançlığıyla baktığını gördüm.

Bulunduğum bilgisayar dergilerini çoğunlukla geleneksel gazeteciler-dergiciler yayınlıyorlardı. Yani aynı ekip, yarın yemek dergisi, öbür gün yün örgü dergisi yayınlayabilirdi. Ama Gezgin öyle değil. Dergi yayıncıları, kendileri bizzat gezgin ve fotoğrafçı. Ve hem de inatçı-meraklı gezgin ve ısrarcı-kolay beğenmeyen fotoğrafçı. Bu çok önemli. Bu önemli bir dürüstlük.

Yaşadığınız yerden Türkiye’ye baktığınızda nasıl bir profil görüyorsunuz. Sizce Türkiye de sanat nereye doğru gidiyor?(sinema, fotoğraf, edebiyat)

Esasen Internet sayesinde yaşadığım yerle Türkiye’nin farkı yok gibi.. Okunabilir her şey hemen hemen anında burada bizim de elimizde. DVD’ler, sinemaya ayağımıza getiriyor. Önceleri zordu; yeni filmleri görmek için Türkiye‘ye gitmemiz orada bulabilirsek filmleri kasette almamız gerekirdi. Şimdi, ya doğruca Türkiye’den, ya da Avrupa üzerinden Türkiye sinemasını adeta günü gününe izlememiz mümkün.Fotoğraf ve edebiyat ise daha kolay.

Lafı dolandırmamın bir sebebi, gidişattan memnun olmadığımı söylemek zorundayım; ama zaman kazanmaya çalışıyorum. Bir kere, siyasal ve ekonomik alanda gördüğümüz, bir zamanların toplumsal periphery’sinin merkez-seçkinlerinin yerini almakta olması sürecini sanatta göremiyoruz henüz. Periphery-Merkez ayrımını Prof. Şerif Mardin’in Osmanlı-Türk toplum analizindeki anlamıyla kullanıyorum. Ama merkezin tanımında günümüzün kriterlerini de gözetiyorum. Bir tür kentli, kent-soylu, ama asla batılı anlamda, toplumun tümünü kucaklayan bir edebiyata-sanata öncülük etmiş modernleştirici burjuva olamamış. Bunun sanatta ürünü ise, batı taklitçiliğinden öte gidememiş ve dolayısıyla ancak ve sadece toplumun asgari ortak paydasına hitabeden bir  sinemamız oldu mesela. Bir iki istisna ile… Son 30 yılda, toplumun ekonomik-siyasal ibreleri değiştikçe, sinemada yeni bir sözüm-ona gerçekçilik başladı. Gerçekçilik dediğimde, sakın 19’ncü yüzyıl edebî realizmini kastettiğimi sanmayın; bizim realizmimiz  cüretli müstehcenlikten öte gitmedi. Ya da siyasal mesajcılık yapılmaya başlandı. Sinema, diğer bütün sanatlar gibi, muhatabında bir his oluşturma çabasıdır ve film-editing/kurgu sayesinde diğer bütün sanatlardan öte bir etkiye sahiptir.

Nasıl ekonomide, öğretimde, ve hatta önemli ölçüde siyasette, kendi benliğine uygun sonuçlar alıyorsa Türkiye, eminim ki, çok yakında sinema, hikaye ve romanda da kendisi olmaya başlayacaktır.

Son bir mesajınız?

Son mesaj demeyim de yukarıdaki eleştiriye devam edeyim izninizle. Kendisi olmak ne demektir? Şimdi, imece diye bir kelime var mı dilimizde? Peki, bunun moderncesi ne? Ekonomik modernizm alanında imece nasıl olur? Kooperatifleşerek. Şirket türü olarak, elini taşın altına koyanların birliği demektir kooperatif. Hani bizim sinema kooperatiflerimiz?

Hani bizim matbaa kooperatiflerimiz? Bir tarihte muhterem Enver Ören beye, Türkiye’deki bilgisayar dergilerinin, kabız bir ruh hali ile, adeta “Siz bu yazdıklarımızı anlamazsınız ama ben yine de yazayım. Belki bir anlayan çıkar!” üslubuyla yazılıp-yönetildiğinden yakındım. O da bana, eşsiz önderlik feraseti ile “O zaman, nasıl olacaksa öyle yaz, yayınlayalım!” dedi. Benim bilgisayar dergisi yazarlığım böyle başladı. Doğrusu da budur: eğer bugünkü sinemayı, hikaye yayıncılığını, şiir yayıncılığını beğenmiyorsanız, doğru inandığınızı yapın. Bakın dün bir film çekmek için insanın Yeşilçam’da stüdyosu olması gerekirdi. Fotoğraf sergisi açmak için Kodak’ın ortağı olmanız veya galeri sahibi birinin kızıyla evlenmeniz şarttı! Şaka ediyorum ama işin ölçüsü buna yakındı. Şimdi, en baba kameraları kiloyla satıyorlar neredeyse.. İyi bir Mac, size arzu ettiğiniz bütün kurgu imkanını, ses imkanını veriyor. Efendim ürettiğiniz şey Hollywood kalitesinde olmayacaktır, ama size “Yahu bu çocukta iş var!” demesi gereken insanlara ulaşma imkanı sağlayacaktır.

Kalbiniz nerede? Fotoğrafçılıkta. Sinemada. Bilgisayar’da. Ama siz, aziz vatanın her şeyi gibi çarpık eğitim düzeninin bir oyunu sonucu, kendinizi Hukuk’ta veya Maliye’de buldunuz. Peki devam edin bu eğitime. Bu eğitim sizi sonuçta fotoğrafçı da yapar, sinemacı da, bilişimci de. Nasıl? Sonradan size gerekli eğitim için zaman ve para kazandırarak!

Bakın ABD sana nasıl bir deneyim kazandırdı sorusuna cevap olarak satır arasında dedim ki, “post-modern bir toplumun imkan ve kabiliyetlerinden yararlanıyorum her türlü kötülüğe rağmen.” Türkiye, eğik-topal oraya doğru gidiyor. Yakında, hem de çok yakında, 55 yaşında meslek değiştirmeye kalktığınızda insanlar size uzaydan gelmişsiniz gibi bakmayacak. Toplum, yakında, hem de çok yakında farklılıkları zaaf diye değil, kazanç diye görecek. Siz yöresel bir konuyu işleyen film yaptığınızda, sinema dünyası size reddiyeci bir gözle bakmayacak.

Diyorum ki aklınızın bastığını değil kalbinizin yattığını gerçekleştirme bakın ve aklınız sadece size bekçilik ve rehberlik yapsın. Mutluluğu akılla değil ancak kalple bulabilirsiniz. Ama akıl size oraya kadar yolu açacaktır.

Bu yazı 2012 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 60. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir