Uzun, upuzun, bitmek bilmeyen şehirler arası yolculuklarda geçti ömrümün bir bölümü. Hangi yöne gitsem yine de hasret yüklü yolculuklardı. Birilerini bırakıp gittiğiniz yalnız yolculukların yoldaşı, otobüsün penceresinden seyredilen şehirlerdir çoğu zaman. Bu çerçeveden bakarak hayaller kurar insan o şehre dair.
Yazı ve Fotoğraflar: Kadir İrkin
Seyahat keyfi ise pencereden bakarak hissettiğin kadardır ancak, gitmiş sayılmazsın. Bu yolculuklarımın sürekli rotası olan Adana-İzmir arasında defalarca otobüs ile geçtiğim halde, hiç bilmediğim, uğrayamadığım ilçelerden biriydi benim için Kula. İzmir’e gelmeden önce sadece son mola yeri olarak kaldı yıllarca hep aklımda. Son mola yeri varacağım yere artık kavuşuyorum demekti. Otobüsün penceresinden izlemekle yetinebildiğim küçük bir kasaba, yol kenarından kutu gibi görünen kırmızı çatılı evlerden ibaretti bütün bildiğim. Aslında hiçbir şey bilmediğimi çok zaman sonra fark ettim.
Nihayet fotoğraf sebebiyle tanıştım Kula’yla, ne de geç kalmışım bu güzellikleri görmek için. İyi ki fotoğraf hayatımın bir parçası olmuş ve çevremdeki güzellikleri görmeme yardımcı olmuş. Benim geç keşfettiğimi bir başkası da yaşamasın diye bu yazıyı yazmak kendimce önemli bir görev oldu. Bir yeri ilk gördüğünüzde anlatmak lazım. İlk anların duygusu ve tarif gücü bir bahar neşesi ve tazeliği taşıyor.
17-18. yüzyılı yaşayan bir Osmanlı kasabası görmek istiyorsanız acele edin. Eski gravürlerde görebildiğimiz capcanlı bir mimari ile karşılıyor Kula misafirlerini. Kasabaya girer girmez bir açıkhava müzesine giriyormuş gibi oluyorsunuz. Eski evler tüm heybetiyle, tüm yaşanmışlıkları ve ruhuyla karşınızda duruyor. Yeni, lüks, konforlu, pırıl pırıl yerler hiçbir zaman cezbetmiyor. Duvarların, kapı ve pencerelerin renkleri sizi baştan çıkarıyor Kula’da. Duvarlar, kapılar, pencereler, taraçalar hep farklı renklerde.Sanki herkes birbiriyle anlaşmış, kendilerine uygun bir kombinasyon seçmiş gibi. Kimsenin renk kombinasyonu diğeriyle benzeşmiyor neredeyse. Evlerin sükunetli sakinleri, belki evlerini böyle tarif ediyorlardır. Soğuk, gri bir şehirden bu renkli sokaklara girmenin keyfi tarifsiz. Bir an çocuk gibi oluyorsunuz. Yıllarca aradığınız bir şeyi, mutlu geçmişinizi bulmuşluk heyecanına kapılıyorsunuz sokakları dolaşırken.
Sokaklarında kaybolmak lazım bir yeri iyice tanımak için deriz hep. Plansızca dalıyoruz Kula’nın kılcallarına. Nereden, acaba nasıl çıkarız diye hiç düşünmeden. Bir anda kendimizi 200 yıl öncesinde hayal ediyoruz.Nasıl bir yaşam vardı acaba, nasıl insanlar yaşardı. Büyükşehirlerde ne yazık ki karşı komşumuzu bile tanımadan, paylaşımın sıfır noktasında olduğu bir zamanda buradaki yaşam tarzı içimizi nasılda ısıtıyor anlatamam.Evlerin mimarisi hayranlık uyandırıcı. Kimi evlerin Rum evi olduğu mimarisinde açıkça belli oluyor. Tek düze bir mimari de yok. Bu da ilginç bir nokta aslında. Çok renkli duvarları olduğu gibi çok renkli bir nüfus karakterine sahip olduğunu görüyoruz..
Sokaklar daracık, neredeyse karşı karşıya olan evlere ait pencereler içiçe girmiş. Hepsinin içinde avlular, meyve ağaçları var. Gören herkesin aklından mutlaka geçiyordur, bu evde çocukluğumu geçirsem nasıl güzel olurdu veya bu evde yaşasam çocuğum ne mutlu olurdu diye. Kendi çocukluğumuzda iyi kötü sokağı, bahçeyi yaşadık, oysa çocuklarımız uzak büyüyorlar bu güzelliklerden. Büyükşehir hayatının bu duygusal yoksunluklarını Kula sokaklarını gezerken tamir etmeye, yeniden yaşamaya gayret ediyoruz.
Sokakta rastladığımız insanlar çok sıcakkanlı. Selamlaşmalar, bir şeyler ikram etme teklifleri insanı şaşırtıyor. Bir de şansınıza düğün varsa sokakta,sizi krallar gibi ağırlıyorlar. Kimsiniz, kimlerdensiniz diye sormaya gerek duymadan bir masa hazırlayıp, size düğün yemekleri ile dolu tepsilerde ikramda bulunabiliyorlar. Şaşkınlığınız daha da artacak, şehrin az iletişimli yaşantısında böyle bir sıcak ilgiyi görmediğimiz için mutluluğumuz kalbimizden yüzümüze yansıyor.
Sokakları dolaşmak çok keyifli, hayaller ile dolu, birazda esnafın halen eski sıcaklığıyla çalıştığı Arasta’da dolaşmanızı öneririz. Tükenmekte olan zanaatlar ile günümüz ticari eşyalarını bir alanda görebileceğiniz bir yer. Keçe yapan son insanları mutlaka ziyaret edin, son iki-üç dükkân kaldığını söylüyordu keçecilerden birisi. Merhaba deyip dükkânlarına uğrayın. Çekinmeyin, hiç yabancı karşılamazlar sizi. Biraz sohbet edin, ne kadar zorlu bir iş olduğunu izleyin. Semer yapan bir iki dükkân var yine yakınlarında. Oraya da uğrayın mutlaka. Onlar o kadar alışkın ki çat kapı gelen ziyaretçilere. Özellikle fotoğrafçılar çok aşındırmış dükkânlarının kapısını. O kadar çok fotoğraf çekilmişler ki, bizlere direktif bile veriyorlar şu açıdan çekmelisin diye.
Eski Kahvehaneler, deri işi yapanlar, leblebiciler, demirciler, kalaycılar görebilirsiniz çarşı içlerinde. Tabi bu dükkânların yanında diğer işkollarına ait dükkânlar da bolca mevcut. Her biri sizi meraklı gözler ile selamlayıp çay ısmarlama teklifinde bulunacaklardır. Ne sıcak bir ortam diye içinizden geçireceksiniz bir anda. Umarım sokaklarının, çarşılarının bu özgün, bu sıcak ortamı hiçbir zaman bozulmaz. Demircilerin, bakırcıların çekiç sesleri koro halinde yankılanmaya devam eder. Umarım şehirlerin soğuk havası buraya kadar gelmez.
Kasaba içinde güzel eski camiler, birkaç kilise yıkıntısı görebilirsiniz. Ruhban okulu ve kilisenin bir tanesi restorasyonla koruma altına alınmaya başlanmış durumda.
Kasaba, Türkiye’nin en genç volkanik oluşumlarının kıyısına kurulmuş. Bu volkanik oluşumları mutlaka görmelisiniz. Sönmüş volkanik tepeleri çıplak konik bir toprak yığını gibi duruyor. Lavların soğuduktan sonra yüzeyde oluşturdukları ilginç şekilleri görünce şaşıracaksınız. Rengarenk bir Kasabanın hemen yanı başındaki bu siyahi, yanık toprakları görünce kendinizi başka bir gezegen yüzeyinde zannedebilirsiniz. Renkli bir kasabada ne kadar büyük bir zıtlık bu siyahlık.Volkanik oluşumlar günümüze miras olarak jeotermal kaynakları ve maden sularını bırakmış.
Kula’ya gelmişken görmeden gitmemeniz gereken yerlerden biri de Peribacaları, Ürgüp-Göreme’deki gibi fazla miktarda olmasa da burada da muhteşem bir görsellik sunuyorlar. Rüzgarın bir heykeltıraş gibi özenle işlediği bu kayaları mutlaka görmenizi tavsiye ederim.
Kula çevresindeki köyler de birbirinden güzel rotalardan oluşturuyor. Bunlardan tavsiye edeceğim eski bir Rum köyü olan İncesu ile Yunus Emre ve Taptuk Emre türbelerinin bulunduğu Emre Köyü.
Gezi yazılarında bir klasiktir aslında ‘şurdan’ kaç km, ‘burdan’ kaç km diye. Ben böyle şeyler yazmıyorum, artık teknoloji çok ilerledi. Teknoloji bizden her şeyi alıyor ,en azından faydalı kısımlarını kullanalım. Telefonlarda bile programlarla mesafe görülüyor.
Gezi yazıları yüreğimizde bıraktığı izler, damağımızda bıraktığı lezzetler üzerine olmalı. İzmir’den maksimum 2 saatlik bir yolculukla, geçmişin güzelliklerinin, kültürlerinin halen bozulmadan yaşandığı bu kasabanın ziyaret edilmesini tavsiye ediyorum. Gelin bu tarihi dokuyu yüreğinizde hissedin, eski duvarlara bir dokunun, evlerin avlularını dolaşın, insanlar ile sohbet edin. Yolunuz açık olsun.
Kula : 95. Sayı – Bu yazı 2015 yılının Ocak ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 95. sayısından alınmıştır.