Salı , 19 Mart 2024

Yazıların En Derin Bahçesinde Bir Camii Kebir Ulu Cami

Cihan Seyyahı’nın bakışıyla değdiği yerde, yirmi kubbe çift minare bir semazen döne döne büyüyordu. Kapılmış, ‘nedir bunca vecd içinde ışıyan?’ diye soracak oldum. ‘Camii Kebir’ dedi usul. ‘Türkçe Ulu Cami dahi denir ki o, Ayasofya’sıdır Bursa’nın!..’ Vakta ki bu belde-i İslambol kurşuni bir beton denizine batmış; uğultusu giderek büyüyen sağır kalabalığın içinde cümle tılsımatını yitirmişti. Asrın insanı örten kesif akışından yani, zerre miskal ruhaniyet seçilmez olmuş idi ki, gönlün seyahate iştihası açıldı; azimet vacip oldu.

Yazı: Cahit Irmak  

O vakit üstadım Çelebi, düşlerin buğulu, yeşil tülünü aralayarak belirdi; can anca dilini buldu: “… Ey oğul! Gel seninle yoldaş olup taht-ı kadim Bursa’yı seyr ü temaşa idelim. Ola ki mahzun gönlümüz şâd, rüyalarımız âbad ola!..” Hani “Ol yar-ı vefadârın teklifi ile tabiatime Bursa diyarı arzuları geldi”; hemen içine düşen ateşle “Gidelim!” dedim…

Pir-i Seyyahin ile hasbihal üzre. Süleyman misali uça ese, handiyse göz açıp yumuncaya vardık. “Bir kanadı ses, bir kanadı renk; bir kanadı su, bir kanadı ışık” ulu bir dağın zirvesine konduk. Üstadın anlattığına göre, vaktiyle, Keşiş Dağı derler bu Uludağ’ın bulutları arasından, yanında iki veziriyle tahtirevanına kurulmuş Süleyman Peygamber de geçesiymiş. Gördüğü füsunkâr güzellik karşısında parmağı ağzında kalan Hz. Süleyman, vezirlerine dönüp “Söyleyin: bundan öte bir güzellik var mı dünya gözüyle?” diye sormuş. Vüzera cevab olmuş bir ağızdan: “El hak sultanım. Ya neye yarar bunca güzellik; görüp duyan, derleyip koklayan olmadıkça?..” İnsansız bir cennetin melalini mimleyen bu sözlere Süleyman da mührünü basıp o nakıs beldeyi yurt kılmayı azmettiği sıra, perilerden bir peri lisân-ı hâl ile başlamış: “Ya Süleyman: evvel emirde Can kavmi buralara bir şehir kurmuştu ki Cin kavmi o şehre göz koymuştu. Sürüp giden hengâmede kimseye yar olmayan bu şehir, ne zaman tufan erişti suyla bir oldu. İşte bu deniz altında zümrüt, uyuklamaktadır hâlâ…”

Peygamber bu kelamı işittikte, emreyleyip perilere batık can şehrini sudan çıkartmış; onarıp yarasını yöresini bayındır kılmış. Bir de Süleyman kuşlarının kanadındaki müjdeyle uyarılan bal gözlü âdem oğulları, kıyam-ı aşk ile şehre katışınca… O zaman vezirlerden biri işbu timsale bakıp, “Cennet burası” diye ünlemiş; diğeri yanılıp, “Cennet Bursa” anlamış… Sonra… bir bir silinmiş her şey.. Bursa baki, cennet bilinmiş…

Evliya ile, masalı henüz kararmamış Uludağ’ın koyaklarında salınırken ufku tarıyor; aşağıdaki zifiri dağdağa ormanında bir cennet kırıntısı arıyordum. Heyhat! Süleyman’dan içre Süleyman da olsa, o insansız cennetin insanla koşa koşa cehenneme evrileceğini nerden bilirdi?! Önümdeki eciş-büçüş manzaradan kalbe yayılan keder, beni, üstadı tashihe mecbur etti: “Değil… Bursa yeşilden, sudan değil; o da betondan ibarettir artık!..” Böyle gâm ü esefle, Osmanlı’nın yırtılan dibacesini seyirle tutulmuş dururken, Çelebi’nin serâzad nefesi okşadı kulaklarımı: “Tez kırılma çocuk. Kuşlar umutla uçar; çiçekler umud için açılır; illâ vesile kılınır görmek dileyene… Şimdi bak!..”

Cihan Seyyahı’nın bakışıyla değdiği yerde, yirmi kubbe çift minare bir semâzen döne döne büyüyordu. Kapılmış, “Nedir bunca vecd ile ışıyan?” diye soracak oldum. “Cami-i Kebir” dedi usul. “Türkçe Ulu Camii dahi denir ki o, Ayasofya’sıdır Bursa’nın!..” Öyle bir bırakıp kendimi dönüşe, o beyaz anafora; aşağıya, şu gönül çelen aydınlığa doğru akıverdim ben de!… Ak kubbelerin ışığında kaç zaman pervane kaldım bilmiyorum…

Hayli esrik, caminin güney batı köşesine iner inmez, önce ellerime duvarı; hikayeden arta kalan izleri yokladım: Devr-i Abdülaziz’de, Sultan, bir cuma vakti Ulu Camii’yi teşrif edeceklerdi. Ne ki araba-i hümayun (Lando) dar yoldan geçemeyince, avane işte tam bu köşeyi yontuverir… Şimdi aynı yolu izliyor; önümdeki nev-zuhur çeşme ile bakışan tarihi nargile kahvesine bir selam çakıp, Cami-i Kebirin batı kapısından içeri süzülüyorum… … Huzur … artık dış diye bir şey yoktur. Burda, halkaları durmadan genişleyen bir tını; âzâde ân kabarcığı, sizi içe çağırmaktadır… Zamanda açılan bu öte yarığından, tam yüz yıl önce, 1888’de bakma bahtiyarlığına eren İbnü’l Celal Sezayi, gördüklerini şöyle anlatır: “… hakikaten hem müferrif, hem de cesimdir. Kubbenin ortası açık camekân olduğundan derunu ziyade aydınlıktır. Duvarlarını hattatin-i meşhure-i Osmaniye’nin nadide levhaları süslemektedir. Kubbenin açık yerinin tam altında olmak üzere şadırvan hizmetini gören, etrafı parmaklıklı bir de havuz mevcuttur. Havuzun üstündeki fevvarenin şarıltısı samiayı tehziz etmektedir…”

Fevvarenin şarıltısıyla akıyorum… sene 1396 … Yıldırım Bayezid Han, Niğbolu’dan zafer ve ganimetle dönmüştür. Sefere çıkmadan önce verdiği söz gereği, galibiyet nişaneleri olarak Bursa’da yirmi cami yükselecektir. Bayezid, damadı Emir Sultan Hazretleri, devrin kadısı Molla Fenari ve ulema ile sürdürdüğü istişareler sonucu, yirmi ayrı cami yerine, yirmi kubbeli tek bir cami yapılmasına karar verir. Aynı gece, düşlerin yüce mimarı, uykunun ağır perdelerini sıyırarak Emir Sultan’a caminin yapılacağı yeri gösterir. Gün doğar doğmaz, muştulanan yere koşan Emir Sultan Hazretleri, orda bir avuç çimin bitmiş olduğunu görür. İşte Ulu Camii’nin harcı, düşlerin yeşerttiği o çimenle karılmıştır…

Caminin inşasına başlanmış; “Bir taş parçası, bir kova su da benden” diyerek halk, adeta seferber olmuştur. Bütün bu hummalı faaliyet esnasında, ne vakit biri açlığını eylemek diler, gül yüzlü bir adam dumanı tüten sıcacık bir somunla yanında beliriverir. Bu zat, mum ateşiyle pişmiş tadına doyulmaz ekmeklerine nispetle ahâlinin Somuncu Baba diye andığı; cümle ilme sahip bir Hak Dostu oluşunu gizlediğinden herkesin ümmi sandığı, Şeyh Hamidüddin-i Veli Hazretleri’dir…

… Erdebili Alaaddin Efendi’den icazetle memleketi Kayseri’ye dönen Hamidüddin, orada, vakt erişip Hacı Bayram-ı Veli olacak talebesini yoğurmaya başlar. Tebriz’i ve Anadolu’nun dört bucağını da irfan aydınlığıyla yıkadıktan sonra, sessiz sedasız gelip Bursa’ya yerleşir; artık Allah rızası için, sadece Somuncu Baba’dır… İşte böyle açlıktı, yorgunluktu, didinmeydi derken geçip giden üç sene sonunda 1399’da Ulu Camii’nin inşası tamamlanır. Doğumun kutlanacağı Cuma günü, başta Padişah olmak üzere, Seyyid Emir Sultan, Kadı Molla Fenari, şair ulema ve teri henüz soğumamış tebaa camiyi doldururlar. Sesler yavaş yavaş sönüp soluklar tutulunca Bayezid, Molla Fenari’yi açılış hutbesini okumakla görevlendirir. Fenari’nin, “Peygamber torunu damadınız dururken bizim ne haddimize!..” demesiyle, gözler Emir Sultan’a çevrilmiştir. Emir Sultan yekinir; “Hakanım! Asrın alimi aramızdayken, benim hutbeye çıkmam doğru olmaz. Bu Ulu Camii’nin şânına yaraşır zât, işte şuradadır!..” diyerek, Somuncu Baba’yı işaret eder. Uğuldayan cemaatin şaşkın gözleri, bu kez Somuncu’nun üzerindedir. Baba, Hünkâr’ın davetine icabetle hutbe için ayağa kalkmış yürürken, Emir Sultan’a doğru eğilir; sitemle biraz yerinir: “Ey n’ettin Emirim. Sırrımı fâşeyledin!..”

Ve hutbe… Fatiha Suresi’nin yedi ayrı tefsiriyle nutku tutulmuş cemaat, Mübarek Veli’nin elini öpebilmek aşkıyla, namazın sona ermesini beklemektedir. Selam faslı biter bitmez, caminin içi bir anda karışır. Somuncu Baba’nın, aynı anda üç kapıdan birden çıktığı görülmüştür; herkes, çil yavrusu gibi bir yöne dağılır!.. … Ben içeri süzülürken varlığımı okşayıp geçen, demek rüzgârıymış o Veli’nin…

Salt görünene itibâr edenler için söyleyelim: Cami-i Kebir’in 5’e 4 terkibince dizilmiş onar buçuk metre çapındaki kubbeleri, 31 kemer ile 12 pandantif üzerine oturmaktadır. Peki hangi maddi kudret, üstelik bir camiiyi, tek başına ayakta tutmaya yetebilir ki?! Yani mesela bir yığın âfet…

… Karamanoğlu Bursa’yı kuşattığı sıra, iktidar savaşından Ulu Camii’nin bahtına düşen, ateşe verilmektir… … Yıldırım Ankara’da bozulmuş; Leng Timur ordusuyla Bursa’ya girmiştir. Artık Ulu Camii, ot ambarı ve ahırdır. Bir zaman sonra şehri terkederken, onlar da, “Geldikleri gibi gitmezler!” düsturu uyarınca, mabedi yakar, yıkarlar… … 9 Şubat 1854’te, saat 9’u 5 geçe, görünmeyen el Bursa’yı hayli hırpalar. Zelzele denen büyük titreme geçtiğinde, Cami, kala kala iki kubbeye kalmıştır… İşte bu gün, dikkatli bir bakışın hemen ayırdedeceği bu iki kubbenin biri mihrabın; diğeri de, içeri girdiğimiz batı kapısının solundaki hanımlar mahfilinin üzerinde, bir soru ya da bir ünlem işareti gibi durmaktadır… Her hâlde Ulu Camii, yaralarını, inananların içten yakarışlarıyla sarmış; önce alnın aşk ile öptüğü seccade sonra himmetle dolunca kıvanmış, ayağa kalkmıştır…

Çok ayaklı/kubbeli cami planının en klasik örneği kabul edilen Bursa Ulu Camii, anıtsal üslubuna aşkın bir aura katan göz kamaştırıcı fonlarıyla da, erken dönem Osmanlı âsârı içerisindeki ayrıcalıklı konumunu pekiştirir. Bakışı sonsuz bir devinime süren hat dalgaları giderek mekan gerçekliğini saklarken, yapının cismani varlığını da adeta siler. Bir başka açıdan bu devinim, paradoksal görünmekle birlikte, bir dinginlik imkanına dönüşebilecektir: Göz, baş dönmesi haliyle yazılar denizinde sürüklenirken, onu birden, bir harf, göksel kıvrımlarıyla çelip soğurabilir; çağıl çağıl dondurabilir… Şimdi, herkesin kalbince anlamlandırabileceği bu özel titreşimi yakalamak umuduyla, bir kıyıdan, düş yazılarını okumaya başlayabiliriz…

Batı kapısı, Büruc (Burçlar) Suresi’nin “Vallahü min verâihim muhit…” âyetiyle açılıyor. 4.40’a 4.40’lık bir levhada, siyah zemin üzerine sarı yaldız ta’lik hatla yazılı bu âyet, aynı ölçü ve tarzla, Doğu kapısında bütünleniyor: “… bel hüvekur’ânün me-cîdün fi levhin mahfuz.” Abdülfettah Efendi’nin zarif kaleminden çıkma bu hatlar, doğu-batı uçlarına, âyetteki “Allah’ın kuşatıcılığı” vurgusunu imlemek, somutlamak için konmuşlar sanki… Yazının ruhuna uyarak, sağdan sola doğru ilerliyorum… Karşımdaki duvarda, birbirine kenetli sekiz sülüs ‘Sad’ harfi dönüyor. “Kul euzü birabbin nas…” suresi, yeşil kufi yazıyla her bir Sad’ın içine dağılmış… Az ötede, aynı dönüş bu kez ‘Vav’ harfleriyle yineleniyor. Vav’ların içiyse, Şems (Güneş) Suresi’nin ilk yedi âyetinden yayılan ışıkla parıldamakta…

Ve yukarda, belli ki ‘uçmağa yönelmiş bir gemi… Talikten türeme divân yazısı Hattat Şefik’in benzersiz istifiyle can bularak, 7.6’ya 3 metrelik bir levhanın siyah zemininden ağıyor: “Yerin göğün sahibiyle korundum: O dirinin izzetine sığındım…” Birkaç adım sonra, Cezayirli Hasan bin Mustafa’nın duvara işlediği tuğrada, Peygamber Sözü’yle yüzleşiyorum… “Şefa’ati liehlel Kebâiri min ümmeti”: “Ah büyük günahla sürçmüş kardeşim; bağışlanma dileklerim senin için.” Ben güney boyunca akıyorum; yaklaşan vaktin çağrısı balkıyor pencerelerde… “Öğle sessizliği, kubbeler çın çın Açmış çiçeğini, seccadeler yerde Camlardan dökülen ışıklar hırçın Bir sessiz çağıltı çinilerde. Anlaşılmaz kime söylüyor sevincini Bu tılsımlı ses, gizlendiği yerden? Kimseler yok, kim çıkıyor minberden? Çiniler Allah’a mı açıyor içini?” Üstte Lafza-i Celil; önüm Vav Çiçeği. Eğiliyorum… ve dupduru masal kokusu sarıyor çevreyi… … O sıra, Hızır Aleyhisselam’ın kimi zaman Ulu Camii’yi ziyaret ettiği söylentisi ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Günler birbirine ulandıkça, Hızır’ı görebilme aşkı daha da harlanan bir âdem, Güney cihetini, inatla beklemeye koyulur. Böyle dikkat kesilmiş dururken, omzunu uyaran bir dokunuşla arkasına döner; bir pir-i fâniyle yüz yüze gelir. “Evlat; bunca zamandır kimi beklersin?” diye sorar ak sakal. “Hızır’ı…” diye fısıldar algın âdem. “Peki nasıl tanıyacaksın onu?” “Baka oğlum! Hızır geldiğinde duvara bir vav çizer ve sırrolur…”

Der demez sırrolan ihtiyarın kulağına bıraktığı çınlamayla başını çeviren âdeme, duvarda bir vav, geniş, gülümsemektedir… Ulu Camii imamlığı da yapmış Süleyman Çelebi’yi, aynı vavın gölgesine Mevlid’i düşerken esenliyor; sülüs Muhammed yazısını geçip minbere varıyorum…

1399 tarihine. Antepli Hacı Mehmed bin Abdülaziz el-Dukki tarafından Selçuklu üslubuyla yapılan minberin yan panoları, kündekâri rumi ve palmetlerle süslenmişse de, bu bezemelerin halkın imgelemindeki karşılığı, Güneş ve gezegenler. Geometrik motifli minber korkuluklar, İslam Sanatı’ nın soyutlama/aşkın çağrışım odaklı estetiğini bir kere daha vurguluyor. Her bakışla başkalaşan bu motifleri okşayarak ulaştığım kulede, kabartma Emevi kûfisiyle üç kez yinelenmiş “Mülk Allah’ındır” âyetini buluyorum.

Minberin karşısı müezzin mahfili; sekiz ayak üzerinde yükselen bu zarif eserin kitabesine, ta’lik yazıyla yapım tarihi işlenmiş: 1549.

Mahfilin doğusundaki pandantife bağlı yuvarlak mermer kürsünün kitabesinde ise, şu satırlar yazılı: “Desem muayyende arş esa sezadır. Ne ra’na kürsi dilkeş edadır 1231 (1815)” Ve mihrab… âyetlerle müzeyyen, muhteşem bir taş işçiliği örneği. Nakkaşı Mehmed Usta; İhyası 1571. Kum saati biçimli sütunçe ve mukarnaslarından kanatlanarak, sola, “Allah Hû; ya hayyya kayyum” yazısına doğru uçuyorum şimdi. Nefti zemin üzerine, sülüsla bakışımlı olarak yazılmış bu hattın 75 santim uzunluğundaki kalemi, levhanın sağında asılı.

Daha ilerde. Sultan Mahmud’un işlediği sülüs: adeta kendi hükümdarlığına da serlevha olsun için: “İnsanlar arasında adaletle hükmedin…” Doğuya dönünce yine vavla karşılaşıyorum; bu defa koynunda üç bebeğiyle bir anne gibi. Aşağıdan boynuna uzatmış lale, masumiyeti tamamlıyor.

Üstte Şefik’in, sülüs, “Allahü velîyyel tevfik” yazısı… Kuzey duvarındaki onlarca yazı arasında anlatması da okunuşu kadar güç, ta’lik bir hat sivriliyor: “Min külli feccin amik”. Hac Suresi 27. âyette, hacıların Kabe’ye gelişi bahsinde geçen bu ifadenin anlamı: “Her uzak yoldan, derin vadiden aşarak…” Harflerin birbirini ördüğü bu hatta, feccin ‘deki nun harfi, diğer kelimelerin okunabilmesinde anahtar işlevine sahip.

… Hemen solda, yukarda, “Allah’ın dilediği olur” sülüs yazısı ile, Ayasofya üstadı Kazasker Mustafa İzzet de imzasını atıyor Ulu Camii’ye… Yine Şefik Efendi’ye ait, siyah ta’lik “Nur üstüne nur” yazısını geçip hanımlar mahfilinin üzerinde asılı bulunan levhayı okuyor; bu yazıyla, içinde bulunduğum muammanın, bitti derken yeniden başladığını anlıyorum: “Sehacceca bitehacceca tahacceca bihuccaci tahaccacat bitahcicin haccacat cabcabi” ‘C’lerin dansına kapılarak ben de, acaba diyorum; bir türlü çözülemeyen bu yazının hanımlar bölümünü yurt edinmesi, sadece bir tesadüf mü? Acaba?!.

Çelebi’yle, orta kubbe altındaki şadırvanda, camekandan yağan ışığın sesini dinliyor; yazıların en derin bahçesinde, fiskiye kuşlarının kanat çırpışını seyrediyorduk. Birden aklımdan geçenleri sezmiş gibi, mutebessim başını salladı; mırıldandı: “Bitmez evlat, gezmekle bitmez. Velâkin durmakla hiç bitmez. Hadi kalk bakalım… bir daha…” Kalktık ve şiir, başladı… “Husûsâ nâf-ı şehr ol Ulu Camii’ Matâf-ı âlemün devletlü cami’ Budur var ise cenneddir görenler Ki çıkmağ istemez ona girenler…”

Yazıların En Derin Bahçesinde Bir Camii Kebir Ulu Cami – Bu yazı, Gezgin dergisinin 2008 yılının Mart sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir