Yazı: Asım Fahri Çelik – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Adı Erguvandır. Rengi de Erguvan. Manası hüzün, utanç, güç ve kibir, naz ve niyaz, aşk ve işve, neşe ve de zarafetle tarumar. Hikayesi ise yüzyıllar boyu. Mevsimi bahardır, kısadır. Ancak Nisan’da ya da Mayıs’ta rastlarsınız ona. Lütfedip gelirse bir de Mart’ın sonlarında. Az görünür, çok durmaz. Acelecidir ve de nazlı. Seyrek görünse de ardından çok konuşulur. İstanbullu zannedilir. Çokça sevmiş olsa da ana yurdu değildir İstanbul.
Efsaneler kökenlerini Kenan illerinde bulmuştur erguvanın. Daha bilimsel kayıtlar ise Akdeniz, Balkanlar ya da Güney Avrupa ve Batı Asya diye söylerler anavatanını. Ülkemizde ise Ege, Güney Anadolu ve Marmara Bölgesi’nde yayıldığını ve fakat dünyada en bol ve en güzel haline, hususen eskilerin nehr-i aziz dedikleri Boğazın yamaçlarında rastlandığını herkes kabul eder. Hele bahar aylarında İstanbul’un eşsiz mavisi ve yeşiliyle birlikte boğaz sırtlarını kendine has rengine büründürmesi vardır ki Evliya Çelebi’nin dediği gibi vacibüs’seyrdir.
Işık ağacı diye de anılır. Latince ismi Cercis Siliquastrum, ailesi Leguminosae ya da Fabacea, sülalesi ise bizde baklagillere tekabül eden Fabales’tir. Daha yukarılara çıkacak olursak Magnoliopsida sınıfının Magnoliophyta bölümünde anıldığını görürüz ki, bu da bize, İstanbul’a sonradan gelmiş, ve ona çok yakışan bir başka ağaçla; Manolya ağacıyla akraba olduğunu düşündürür.
Erguvan, vasatını bulursa ve iklimi beğenirse on metreye kadar boy atabilen, (ama genel temayülü dört beş metreye kadar uzamaktır) tek gövdeli, geniş taçlı ve yaprak döken, çalı görünümünde bir ağaççık olarak tarif edilir. Kabukları koyu yeşil, alt yüzeyi mavimsi yeşil ve pürüzlüdür. Sürgünleri taze iken kızıl kahverengiye çalar.
Büyümesi nazlı ve yavaştır. İlk birkaç sene fazla çiçek açmazsa hoş karşılayın, tabiatındandır. Su tutan killi toprakları sevmediği ve sert iklime dayanamadığı da söylenir. Ilımlı, bir o kadar da alımlı ve ılıman bir bitkidir. Kışın donlardan etkilenir. Ona göre de baharda çiçeklerini ne kadar süre sergileyeceğine karar verir. Bununla beraber kuru, taze, kireçli, balçıklı topraklarda büyümeyi seven erguvanın onca narinliğine rağmen sıcağa ve soğuğa karşı dayanıklılık göstererek şaşırttığı da vakidir. Yine de nazik bilin siz onu. Soğuk rüzgarlardan haz etmez. Üşür, zarar görür sonra ve illa ki bol güneş görmek ister.
Toprağa bol miktarda azot bağlayan erguvanın yaprakları karşılıklı, basit, dairemsi ve yedi ila on iki santim kadardır.
Yüzyıllardan beri rengi kendi adı ile anılan çiçekleri enteresan bir şekilde küçük salkımlar halinde gövde ve kalın dallarını aniden ve tamamen pütür pütür kaplayarak çıkar. Ondan sonra dibi kalp biçimindeki o meşhur yuvarlak yaprakları görünür. Tıpkı badem ve erik ağacında olduğu gibi. Tohumları, ki bu aynı zamanda meyveleridir, ise yaklaşık dokuz santim boyunda ve legümen, yani fasulyeye benzeyen kabukların içinde muhafaza edilir. Çiçeklerinin tadı ekşi ve hoştur. Ve evet yenilebilir.
Ege ve Akdeniz‘in makiliklerinde, Marmara ve Karadeniz kıyılarında ya da orman açıklıklarında ve yamaçlarda görüldüğü gibi bahçe ve parklarda süs bitkisi olarak da arzı endam eder. Günler çok soğuk olmadıkça her mevsimde siz de dikebilirsiniz. Ya da tohumlamak suretiyle eke de bilirsiniz. O vakit, sabırlı bir yılın sonunda çimlendiğini de göreceksiniz.
Bunlar Erguvan hakkındaki kuru gerçekler. Bizi asıl ilgilendiren ise bu güzel olduğu kadar nazlı ve utangaç ağacın, çiçeğinin, isminin ve renginin üzerine anlatılan yüzyıllara yayılmış gizemli hikayelerin derununa aşina olmak.
Peki, ne renktir Erguvan? Önce bu müşkülü halledelim. Pembe midir, gül kurusu mu? Yoksa vişne midir, mor mudur? Lila mıdır, şarabi mi? Öyküsündeki gizem, ismine de rengine de bulaşmış bu çiçeğin rengini gelin ehline danışıp öğrenelim.
Efendim, erbabı buyurmuş ki:
Neredeyse pembe diyeceğiniz gelir erguvana. Ama değildir. Hafifçe, belki biraz gizlice mavimtırak. Her hangi bir mavi de değil ama; çivit mavisi derler bir maviye çalar. Bunlarla yetinmez Erguvan, rengini tanımlayabilmemiz için üç beş renk nüansına daha ihtiyaç hissettirir. Epeyce bir şarabi kırmızı, pek az çivit mavi ve bolca beyaza ihtiyacınız vardır erguvan rengine ulaşabilmeniz için. Ama yine de beyazı, beyaz kadar açık değil, siyaha yaklaşacak kadar asla koyu değil, belki orta-açık tondaki bir gri kadar ağarmış, elhasıl ışıltılı bir renk desek yeridir Erguvanın rengine.
Adına, ana renkler arasında rastlamanız elbette imkansız. Ara renklerde ise gerçek anlamda bir isim vermek yerine daha çok “mavimsi pembe” gibi tanımlar yer alır sözlüklerde. Oysa Acemler en doğrusunu yapmış, bu renge Erguvan deyip çıkmışlar işin içinden. Biz dahi öyle amel etmeli uzun tariflerle daha da çetrefilleştirmemeliyiz meseleyi.
İş bu renge boyalarda ulaşmak için ise epey bir uğraşmak gerek. Zira rengi, bu harikulade çiçek yerine Lübnan kıyılarına vuran bir deniz kabuklusundan elde ediliyor. Hani şu biyoloji de ve bulmacalarda adı çokça geçen “engin denizlerde yaşayan bir çeşit yumuşakça” denilen türden.
Bir de hikayesi var bunun: soyca asil bir hanım aylak bir sokak köpeğinin dişlerine bulaşmış bu rengi nasıl olmuşsa artık, bir şekilde görür. Der ki yanındaki hizmetçilerine, “bu renkte bir elbise istiyorum”. Bunun üzerine, köpeği izleyen hizmetkarlar onun bir deniz kabuklusuyla beslendiğini görürler, sonra bu kabuğu ezerek “violet” de denen pembemsi mor rengi icat ederler. Onun için renginin doğal yollarla üretilmesi pek zordur. Bir de altın tozu ve bazı kalay tuzlarının karışımıyla yapay olarak elde edilen mineral formu vardır Erguvan renginin. Her iki halde de nadir ve değerli bir renk olarak addedilir.
Biraz bundan biraz da lotus çiçeğinin rengine benzemesinden ötürü olsa gerek, rengi Eski Mısır’da asâletin ve erişilmezliğin sembolüydü. Roma’da da bu manasını genel itibariyle muhafaza ederken, dar anlamda ise asaletin ve yüceliğin en tepesinde bulunan imparatorun ve ailesinin simgesi haline dönüşmüştür. Varlıklı olmanın ve gücün de alameti olan erguvan, İmparatordan arta kalanlarla yetinen zenginlerin ve diğer soyluların da en gözde rengi olmuştur aynı zamanda.
Roma’nın müesseselerini ve anlayışını tevarüs eden Erken Bizans’ta da kıymetini muhafaza etmiştir erguvan. Sonra geç Bizans’ta; artık sahip olacakları bir devletleri bile kalmadığı dönemlerde bile bu rengin yegane sahibi olma iddialarından vazgeçmemişlerdir Bizans İmparatorları. Hatta bir ara bu güç ve kibir takıntısı öyle bir noktaya gelmiştir ki, imparatorun dışında herhangi bir kimsenin bu rengi kullanması bile yasaklanmıştır söylenenlere göre.
Araplar “arcuvan”, “arguvan” veya “zamzarik”, “hazrik” derken erguvana, Farisiler “ergavan” da karar kılmışlar. Bize de o haliyle geçtikten sonra dönüşerek erguvan olmuş. Bir de yaygın olmasa da “yude” yahut “urdun” veya “Ürdün ağacı” dendiği de olmuştur erguvana.
Kutsal kitaplarda da adına rastlarsınız erguvanın. Hz. Harun’a izafeten erguvani kırmızı olarak adı geçer mesela. Aziz Markos’un İncil’deki anlatılarında Romalı askerlerin Hz. İsa’yı çarmıha germeden evvel, valinin sarayına götürerek yalnızca kralların ve imparatorların giyebildiği erguvani bir kıyafet giydirdikleri ve artık istihza etmek için mi yoksa yüceltmek için mi bilinmez, O’nu “Yahudilerin Kralı” olarak selamladıklarından söz edilir.
Ve o meşhur renk değiştirme hadisesi. Hıristiyan menakıbında erguvana dair en yaygın hikaye budur. Denilir ki; Yahuda otuz gümüş karşılığında Hz. İsa’yı Romalılara ihbar eder. Sonra bu ihanetinin altında ezilir ve pişmanlıkla kendini bir ağacın dallarına asar. O ağaç erguvandır işte. Önceleri süt beyaz olan çiçeklerinin rengi de bu ihaneti sindiremediğinden ya da böyle adi bir iş için kendisinin seçilmesinden ötürü utançtan kan kırmızıya başka bir rivayete göre de pembemsi kırmızıya döner. Hatta o zamanlar dümdüz, sülün gibi bir ağaç iken böylesine manevi bir ağırlığın altında kalarak dalları çarpık çurpuk bir ağaç haline dönüştüğü de söylenir. Öykünün başka versiyonlarında çiçeklerinin Hz. İsa`nın gözyaşlarını temsil ettiği de dillendirilen erguvan, böylece utancın ve hicranın rengi ve sembolü haline gelir.
Ol sebebten, İngilizler “Redbud” veya “Judas Tree”, Almanlar Judasbaum, Fransızlar da Arbre de Judée, demişler adına. Ve yine gidip görenlerin söylemesine göre, İsrail’in Judea bölgesinde erguvan ormanlarının bulunması da bu yüzden imiş.
Hıristiyan kültüründen çok çok evvel de motif olarak kullanıldığı görülür erguvanın. Örneğin, pagan Yunan mitolojisinde, Afrodit’in ayağına batan diken nedeniyle akan kanının tanrıçanın çiçeği olarak kabul edilen beyaz gülü bir erguvani kırmızıya boyaması bu babdandır. Ya da Homeros’un “İliada” destanında Hektor’un öldükten sonra kemiklerinin erguvan renkli yumuşak bir örtü ile altından bir tabuta yahut kutuya konularak gömüldüğünü söylemesi de.
Osmanlı idrakinde ise lale Allah’ı (c.c.) temsil etmesiyle başköşeye oturur, gül ise remz-i Muhammedi olarak Hz. Peygamberi işaret ederken, bambaşka anlamlarla erguvan bu kutsal manalar manzumesinde de yerini almayı başarır. Övgü şiirlerinde Hz. Ali ile yan yana anılır mesela erguvan. Ve yine daha eskilerde İmam-ı Şafi’nin Hz Hüseyin’in suçsuz yere öldürüldüğünü anlatırken gömleğine bulaşmış olan kanı erguvan suyuna benzettiği söylenir.
Utancın sembolü olmaktan bıkınca Filistin’in kavrulmuş topraklarından çıkıp İstanbul dolaylarına yerleşen erguvan, İstanbul’da tanınmaya başlayınca da neşenin, aşkın, coşkunun rengi ve simgesi haline gelir.
Baki, başlı başına bir ‘sefahat’ der erguvana. O kadar düşkündür ki, sevgilisini erguvani elbiseler içinde düşler şiirlerinde. Tanpınar da, `İklimimizde gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa, o da erguvandır` der onun için.
Sadece bu kadar değil. Yusuf Has Hâcip’te de erguvana dair ifadelere rastladığınız gibi Nef’î ‘nin şiirlerinde de görürsünüz. Lamiî Çelebi’de, Fuzulî’de ve nihayet Şeyh Galip’de ve Ahmet Vefik Paşa’da Erguvandan bahisler açıldığı, böylece bir bahar klasiği ve müjdecisi olarak her zaman hürmet gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Elbette Erguvan deyince, Bursa’yı ve Emir Sultanı da unutmamak gerek. İstanbul’un olduğu kadar Bursa’nın da sembolüdür Erguvan. Sultan Yıldırım Bayezit’in damadı ve aynı zamanda danışmanı Anadolu erenlerinden Emir Sultan’ın her yıl erguvanların açma mevsimini, ya da nevruz başlangıcını memleketin dört bir yanına dağılmış müritleriyle, Bursa’da buluşma vesilesi yapmıştır. Evliya Çelebi`nin de `Erguvan Faslı` ‘Erguvan Cemiyeti, Erguvan Bayramı‘ diye adlandırdığı bu gelenek, 14. yüzyıldan itibaren aralıksız devam etmiş, ancak yirminci yüzyıl ortalarına doğru biraz fasıla verdikten sonra şimdilerde yeniden canlandırılmaya başlamıştır.
İşaret ettiği manalara gelecek olursak. Erguvan rengi, evvela aurada derin bir ruhsal bütünlüğe delalet eder ehlinin dediğine göre. Devr-i kadimin kalem ehli ise, renginden ötürü şarap ve dudak ile birlikte anmıştır erguvanı. Bazen de sevgilinin boyu posu serviye benzetilirken yanağının da erguvan ile temsil edildiği görülmüştür. Ve gül gonca iken kırmızı kırmızı açıldığında bu nasıl onun gülüşü ise, erguvan ağacının çiçeklenmesi de dallarının gözyaşlarını dökmesi gibidir.
Birdenbire belirip ve yine birden kaybolan ağacının çiçekleri ile erguvan, insanı tarifsiz melal denizine gark edebilme yetisine de sahiptir. Gelişler ve gidişler, varlık ve yokluk, kavuşmak ve ayrılmak gibi zıtlıkları barındırırken bünyesinde, azıcık öyküsüne aşina ve manasına vakıf olan her ruhun nasiplenebileceği duygu karmaşasına da sokuverir hemencecik.
Yine de herkes kendi halince manalar devşirir bu bahiste. Erguvan kimilerine göre hayatın renklerinden birisidir örneğin. Çok güzeldir ve fakat geçicidir. Hayat dolu olsa da fanidir. Gençlik gibi güzeldir bir de. Ve de anımsanan gençlik kadar uzak. Filmin birinde, birisinin söylediği gibi bütün iyi şarkıların yaptığını yapar bize; huzuru ve hüznü beraber sunar.
Kimileri için ise sevgiliye benzer, narindir erguvan. Elde etsen bir türlü, etmesen başka bir türlü. Zaten elde tutulması da zordur. Sahip olunamayacak kadar da güzeldir o yüzden. Uzaktan bakılası ve sevilesi, platonik takılası bir güzel. Bağlanırsan fenadır. Vuslatın şevkini, firakın azabı bastırır o zaman. Var olmak ile yok olmak arasında sarkaçlardasındır artık. Erguvan vuslattan dem vururken firkati anımsatandır çünkü. Mevsimi bilinip beklenirken bile apansızın çıkıp gelen ve bir sabah uyandığında habersiz gitmiş olandır.
Elhasıl mevsimi gelmiş ve geçmekte belki de Erguvanın. Biz kendisinden bahsetmeye çabalarken o çoktan çekip gitmiş de olabilir. Onun için evecen adımlarla peşine düşmeli en azından son faslına yetişmeli bu şehrayinin. Yoksa, vuslat bir başka bahara kalmış demektir artık.