Antalya’nın gizli bahçelerinden biri olan Gündoğmuş’a yolculuğumuza sabah erken saatlerde başladık. Yolculuk öncesi edindiğimiz bilgilerle, merak içerisinde, nelerle nelerle karşılaşacağımızı bilmeden ilerleyen bir yolculuktu. Gündoğmuş’a dair bildiğimiz tek şey sarp dağlarından arasından, kıvrımlı yollardan biraz zorlayıcı bir yolculuğa çıkacağımızdı. Yolculuk esnasında rehberimizi Zübeyir Bey bize Gündoğmuş hakkında etkileyici bilgiler veriyor, beklentimizi artırıyordu.
YAZI ve FOTOĞRAFLAR FARUK MEHMET YILMAZ
Gündoğmuş ilçe merkezine giriş yapmadan Taşavur mevkinde şehre inmek için minibüs bekleyen bir amcayla karşılaşıyoruz. görkemli bir ağacın gölgesinde oturmuş bekleyen bu amcayla kısa bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Bize Gündoğmuş’un eski adının Eskere (Eksere) olduğunu, Konya civarından gelen yörüklerin ilçenin nüfusunu oluşturduğunu ve eskiden Akseki ilçesine bağlı bir belde olduğunu öğreniyoruz. Görülecek yerler hakkında bize ön bilgiler veriyor. Verdiği farklı bilgiler arasında dikkatimizi çeken bir bilgiyi paylaşmam doğru olur diye düşünüyorum: 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında düşman kuvvetleri ilçenin varlığından haberdar olmadıkları için burayı işgal edememişler; çünkü sahile kıyısı yok ve dağlar arasında kalan bir coğrafya.
İLK İNTİBA VE DEVAMINDA
Gündoğmuş ilçe merkezineyiz. Alanya ve Manavgat ilçeleri arasında bir kavşak mesabesinde olan bu küçük ilçe (tabi dağ yollarını tercih edenler için) ilk bakışta pek etkileyici gelmemişti işin doğrusu. İlçe merkezinden almamız gerekenleri aldıktan ve bir soluk almak için çaylarımızı yudumladıktan Rehberimizi Zübeyir Bey’in yolların müsaitliğine dair bilgi teyitlerinin ardından Cenab-ı Hakk’ın kainata serpiştirdiği güzellikleri temaşa etmek için yolumuza devam ediyoruz. Devam ettiğimiz seyahatimizde bir kez daha gördük ki vitrinde ziyade derinliklerde saklı olan güzelliğe, hakikate talip olmalıyız.
Öncelikli güzergahımız olan Kızıloluk ve Eğrigöl mevkiine doğru ilerlerken Hz. Allah’ın kudretine ve ilahi estetiğe şahit oluyoruz. Akdeniz’in saklı bir bahçesi olan bu coğrafyada seyahat ederken kendimizi Karadeniz’in etkileyici yeşilliği içinde sanıyor, bir anlık dalgınlığın ardından kendimize geliyorduk.
Güzergahımız üzerinde rastladığımız bir düzlükte yemyeşil çimenlerin ve çeşitli otların arasında gözden ırak kendi halinde yaşayan insanların bulunduğu Gelesandra köyünde duruyoruz. Burada insanların sıcaklığının yanı sıra bizi ovaya yayılmış yüzlerce köstebek karşılıyor. Yörede “Keme” olarak da bilinen ve objektifimize takılan bu küçük köstebeklerin şirinliğinin etkisinde kalıyoruz.
KIZILOLUK’TA KISA BİR MOLA
Pınarbaşı’ndan Sultan Dağları’na tırmanıyor Kızıloluk mevkiine yaklaşıyoruz. Yeşilin her tonunu seyredebildiğimiz dağlar arasında ilerliyoruz. Derken uçurum kenarında manzaraya karşı tabak çanağını yıkayan bir yörük kadınıyla karşılaşıyor ve duruyoruz. Durduğumuz bu noktada rehberimiz Kızıloluk’a geldiğimizi de bildiriyor bize. Kızıloluk hakkında bilgi talep ettiğimiz yörük kadını bize bu suyun bir asır evvel Karaboynuzlar köyünden Karabıyık Koca lakaplı bir adam tarafından tahta oluklarla dağlardan getirildiğini anlatıyor. Niye zambağın her renginin bulunduğunu bu suyu gördükten sonra anlıyoruz. Soğukluğuna dayanılması zor olan bu sudan içmeden ve abdestlerimizi almadan ayrılmıyoruz.
NİSAN AYINDA KARA GÖMÜLMEK
Kızıloluk’ta verdiğimiz kısa molada karnımızı doyurduktan sonra Eğrigöl istikametine devam ediyoruz. Antalya merkezinden bu yana geçtiğimiz yolların yorgunluğunu nisan ayında karşılaştığımız iki metreden yüksek kar yığınları alıyor. Geçtiğimiz yollar yeni açılmış iki tarafımızda yüksek kar tepeleri olduğu halde ilerliyoruz.
Hikmet-i ilahi bu mevsimde bu kadar görmek ve kar topu oynamak bizi etkiliyor açıkçası. Kaldı ki karın az yağdığı bir sene olduğunu öğrendiğimizde daha fazla mütessir oluyoruz. Daha ilerisini ve Eğrigöl’ü görmek için sabırsızlanırken yolun daha ileride kar sebebiyle kapalı olduğunu öğreniyor ve “Bunda da vardır bir hayır.” diyerek geri dönüyoruz.
Güzergahımızın Antalya’dan önceki son noktası olan Gündoğmuş Uçansu Şelalesi’ne yönelmiş ilerlerken yolda ihtişamlı ardıç ağaçları, sedir ağaçları ve envai çeşit güzelliğe şahit oluyoruz. Uçansu’ya varmadan Akıncı Beli mevkiinde odun toplayan bir teyzeye rast geliyoruz. Kendisiyle kısa bir hasbihal sonrasında bizi film ekibi sanan bu teyzeden de bir kare alıyoruz izniyle.
COŞKUN BİR ŞELALE “UÇANSU”
Anadolu ve özellikle Akdeniz insanının sıcaklığını üzerimizde hissederek devam ettiğimiz yolumuzda, ikindi vaktinde, Kayabükü ve Eskibağ köylerinin sınırında Köprülü mevkiinde bulunan dünyaca ünlü Uçansu Şelale’sine (Çündere) varıyoruz. Kar suları ile beslenen şelale 74 metre yükseklikten Alara Çayı’na dökülürken bizleri kendine hayran bırakıyor. Şelale kenarında piknik yapılabildiği gibi rafting için de önemli bir bölge olduğunu öğreniyoruz.Tam zamanında geldiğimiz bu şelale bize Cenab-ı Hakk’ın kudretini ve merhametini bir kez daha düşündürüyor. Böylesine coşkun bir şelalenin kenarında çaylarımızı yudumladıktan sonra ikindi namazlarımızı eda ediyor ve dönüşe geçiyoruz. Dağ köyleri Eskibağ, Çaltı, Güzelbağ arasında ilerlerken sayısı onları bulan küçük büyük doğal çeşmeler, taze fidanlar, asırlık ağaçlar bize dünyada böylesine güzel nimetleri bahşetmiş Hz. Allah’ın cennette neler neler verebileceğini düşündürüyor. Hakikatin peşinden gidenlerin nice nimetleri kazanabileceğini anlamak için aklımızın sınırları yeterli olmuyor.
DÖNÜŞ YOLUNDA
Dışarıdan bakıldığında bir mahrumiyet bölgesi olarak görünen bu coğrafyada insanlar hayvancılık ve tarımla geçiniyor. Dünya geçincemesi için çabalayan bu insanların bulunduğu bu dağlar arasında minarelerin çokluğu göze çarpıyor. İnsanın çıkmakta zorlandığı sarp yamaçlarda bile minarelerin uzandığını görmek inancımızı kuvvetlendiriyor. Anlıyoruz ki ibadet için imkan her daim var oluyor. Seyahat boyunca dikkatimizi çeken bir başka husus da irili ufaklı onlarca eski mezar ve mezarlıkla karşılaşmamız oluyor. Tek başına dağın başında gördüğümüz mezarlar bizde ayrı bir hissiyat uyandırıyor. Bu vesileyle görüyoruz ki bu güzellikler bir gün sona erecek ve hesap günü gelecek.
Günün sonunda tatlı bir yorgunluk duyarak yolculuğumuz son buluyor. Gecesinde gökyüzünün kubbeyi andırdığı Gündoğmuş’a yaptığımız bu seyahatten birçok ders çıkarıyoruz. Anlıyoruz ki hakikatin güzelliği derine inilmeden ve hakikatte ilerlemedikçe anlaşılamıyor. Anlıyoruz ki bu dünya bir tesadüf eseri değil ince ince işlenmiş bir tasarım harikası. Bir daha anlıyoruz ki bizler insanoğlu kainatta bir zerre mesabesindeyiz. Ve yine anlıyoruz ki bunca nimete karşılık şükür insanın dilinden eksik olmamalı.
Saklı Bahçe Gündoğmuş – Bu yazı 2016 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 113. sayısından alınmıştır.