Batı Anadolu’da tarihsel kimliğini en iyi koruyan yerleşimleri şöyle bir gözümüzün önüne getirsek sanırım Birgi, ilk sıralarda yer alır. Daha Birgi’nin girişinde eskiye dair havayı soluklamaya başlarsınız.
Yazı: Önder Kaya – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Yerleşim yeri olarak Birgi, son derece mükemmel bir arazide konumlanmıştır. Küçük Menderes ovasına hakim İzmir’in Ödemiş ilçesine sadece 9 kilometre mesafede bulunan kasaba, gerek temiz havası gerek su kaynaklarına olan yakınlığının neticesi olarak verimli topraklara sahip olması ve gerekse de arkasını Bozdağlara dayayan güvenli konumu ile öteden beri tercih edilen bir yerleşke olmuş.
Halihazırdaki Birgi, bir Türk şehridir. Bununla beraber burada 3000 yıl öncesine kadar bir yerleşim yerinin mevcut olduğu sanılıyor. Antik dönemde bölgede bir Zeus tapınağının olduğu şeklinde bazı kayıtlar var. Şehirde Roma-Bizans devrine dair bir nişan bulmak epey zor. Ulucami yakınından geçen Bizans devri surlarının varlığı biliniyor. Hatta bir rivayete göre kasaba da adını bu surlardan ve buradaki gözcü kulesinden almış. Bizans döneminde bölge “Pyrgion” olarak biliniyordu. Söz konusu surlar muhtemelen bölgede varlığını arttıran Türk akınlarına karşı 12. yüzyılda yaptırılmıştı. Hıristiyanlık döneminde Kristopolis adıyla anılan yerleşke, bir metropolitlik merkezi konumundaydı.
Birgi’nin Türk tarihi Menteşeoğullarının kurucusu Menteşe Bey’in damadı Sasa Bey’in burayı Bizans’tan alması ile başlar. Nitekim bugün de kasabadaki mahallelerden birinin adı olan Sasalu mahallesi, muhtemelen bu önemli Türk gazinin hatırasını taşıyor. Sasa Bey’in ölümü ile şehir Aydınoğlu Mehmet Bey’in eline geçer. Mehmet Bey önceleri Germiyanoğlu Yakup Bey’in hizmetinde idi ancak sonradan kendi beyliğinin temellerini attı. Mehmet Bey’in beş oğlu olduğu biliniyor. Bunlardan Umur Bey ve İbrahim Bahadır daha ziyade denizcilik sahasında şöhret kazanırken en büyük oğlu Hızır Bey Ayasuluğ’u, Süleyman Şah Tire’yi yönetiyordu. İsa Bey ise Ayasuluk’ta oturuyordu.
Mehmet Bey genellikle alimleri himaye etmesi ile tanınır. Nitekim onun hükümranlığı sırasında Birgi’ye gelen ünlü Arap seyyahı İbn Batuta, Mehmet Bey’in iltifatlarına nail olur. Mehmet Bey’in Bozdağ’daki sayfiyesinde ve Birgi’deki sarayında iki hafta misafir olur. Onun isteği üzerine bazı hadislerin açıklamasını kaleme alır. Mehmet Bey seyahatini devam ettirebilmesi için İbn Batuta’ya epey yüklü armağanlar verir. İbn Batuta’da zikredildiğine göre Aydınoğulları sarayında Çin işi porselenler ve gümüş kaşıklar kullanılıyordu. Yine sarayda ağzında su fışkırtan aslan heykelleri yer alıyordu.
Mehmet Bey bir av sırasında suya düşmüş ve kısa sürede hastalanarak ölmüştür. Ardından çocuklarından Umur, Hızır ve İsa Beyler, beyliğin idaresini üstlendiler. Beylik, Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı topraklarına katıldı ancak 1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un emri ile yeniden kuruldu. Beyliğin ikinci dönemindeki en faal beyi olan Cüneyd Bey, entrikacı kişiliği ile tanınır. Gerek Fetret devrinde ve gerekse de 2. Murad’ın saltanat yıllarında çıkan iç karışıklıklarda hep onun parmağı vardır. 1425 yılında 2. Murat tarafından yakalanmış ve idam edilmiş, böylece de beylik tarihe karışmıştır. Cüneyd Beydöneminin belki de en önemli simalarından biri, bir dönem Aydınoğlu Mehmet Bey medresesinin de müderrisliğini yapmış olan ünlü hekim Hacı Paşa‘dır.
ULU CAMİ VE AYDIN BEYLERİ TÜRBESİ
Birgi’nin en abidevi sivil yapısı Çakırağa konağı ise en köklü yapısı hiç şüphesiz Ulu cami’dir. Şehrin fatihi Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından yapılan bu caminin kitabesinde, yapım yılının 1313 olduğu zikredilir. Yani fetihten tam beş yıl sonra. Caminin en önemli alamet-i farikalarından biri ise Birgivi medresesine bakan köşede yer alan aslan figürüdür. Muhtemelen bu heykel tıpkı cami inşaatında kullanılan başka devşirme malzemeler gibi yakındaki bir antik dönem kentinden alınmış olmalıdır. Yapının çinili mihrabı Selçuklu geleneğinin bir devamı olup son derece göz kamaştırıcı bir görünüm sergiler. Bu sembol yapı 2. Abdülhamid zamanında onarılmış ve bir son cemaat yeri eklenmiştir. 1940’larda yapılan restorasyonda ise yapının orjinalinde olmayan bu son cemaat yeri kaldırılmıştır. Yine caminin haziresi de ortadan kaldırılmış olup bu hazirede yer alan taşları arka tarafta bulunan Aydınoğlu Mehmet Bey türbesinin önünde görmek mümkün. Caminin son derece kıymetli halıları ise müzeye verilmiş.
Ulu caminin bir diğer ilgi çekici yanı da son derece ilginç geometrik bezemelerle süslü olan minberidir. Bu bezemelerde yer alan bir takım geometrik şekillerin sembolik anlamlar taşıdığı düşünülmekte. Minber, caminin inşasından tam 10 sene sonra yapılmış. Bunun gerekçesi olarak da bu denli mahirane ve ince bir sanatı icra edecek sanatkarın o sıralarda Birgi’de bulunmaması gösteriliyor. Minber, çivi çakmadan yani bazı parçaların biribirine geçirilmesi suretiyle “kündekari” tarzda ve ceviz ağacından yapılmış. Sanat tarihi açısından büyük önem taşıyan söz konusu minber, bir dönem yurt dışına kaçırılmış sonrasında tekrardan Türkiye’ye getirilmiştir. Sonrasında müzeye konması gündeme gelmişse de dönemin belediye başkanının girişimleri ile tekrar asıl yerine konulmuştur.
Ulu caminin hemen yanında ise Aydınoğulları beyliğinin kurucusu Mehmet Bey ve Umur, İsa, Bahadır isimli üç oğlunun gömülü olduğu bir türbe göre çarpar. Türbe, hemen girişinde yer alan kitabeye göre 1334’de inşa olunmuş.
Türbenin hemen önünde bir de kral kızı mezarı olarak adlandırılan bir mezar yeri var. Pek çok farklı versiyonu olan bir anlatıya bu mezar vesilesi ile bir kez daha şahit oluyorum. Anlatıldığına göre mezarda yatan kız, Birgi’yi kontrol altında tutan Bizanslı komutanın kızıdır. Şehir kuşatıldığında Mehmet Bey’i görür ve ona aşık olur. Mehmet Bey’e haber gönderek gizlice kalenin kapılarını açacağını söyler ve vaadini de tutar. Bunun neticesinde babası tarafından öldürülür. Şehre girdiğinde genç kızın cesedi ile karşılaşan Mehmet Bey, buna çok üzülür ve genç kızı kendii için tasarladığı türbenin hemen girişine defnettirir.
Öte yandan türbenin ilginç bazı özellikler taşıdığını da belirtmekte fayda var. Herşeyden önce türbe, camiye çok yakındır. Hatta iki yapı arasında daracık bir koridor bulunur ki bu durum türbenin yeterince ışık almasını engeller. Genellikle türbelere kuzey yönünden girilirken bu türbeye güney yönünden girilmektedir. Ayrıca türbedeki dört emirin mezar şahideleri de nerede ise birbirinin aynıdır. Belki de türbe tarihsel süreçte bir yıkım yaşadı ve orijinal şahideler zarar gördü. Onların yerine de tek elden çıkmış gibi duran bu şahideler dikildi. Türbenin avlusunda ayrıca başka mezar taşları da durmakta. Bunlar ihtimal bir zamanlar türbenin etrafında var olan bir hazireye ait olmalı.
Yeri gelmişken hemen belirteyim ki Ulu caminin meydana bakan tarafında da Aydınoğlu Mehmet Bey’in kız kardeşi Şah Sultana ait bir türbe bulunur. Türbe bugün de ziyarete açık olup tek mezardan ibarettir. Yine bu meydanda bugün kullanılmayan bir hamam ile İmam Birgivi’nin ömrünün sonuna kadar ders verdiği yedi odalı medrese binası da yer alır. Halihazırda bu meydanda kasabayı ziyaret eden turistlere hitap eden bir küçük Pazar yeri var. Yine meydandaki kahvehaneden de mevsimine göre koruk suyu ya da başka bir meşrubat içerek bu tarihi manzaranın tadını çıkarmanız mümkün. Bu meydanda göze batan bir diğer unsur da Aydınoğlu Umur Bey’e ait olan heykeldir.
GAZİLER ŞAHI UMUR BEY
Burada yeri gelmişken Umur Bey için de ayrı bir başlık açmak gerek. Kendisi Orhan Gazi’nin çağdaşıdır. Gelgelelim gazi geleneğinde Orhan Gazi’yi dahi gölgede bırakan bir şöhrete sahiptir. Aydınoğlu Mehmet Bey’in oğlu olan Umur Bey, küçük yaşlarda babasının elinde bulunan ve Yukarı İzmir olarak bilinen bölgenin idaresini üslenir. Aşağı İzmir ise kıyı bölgesinin adı olup, burası Cenevizlilerin elindedir. 14-15 yaşlarında büyük bir başarıya imza atan Umur Bey liman kısmını da ele geçirir ve kurduğu donanma ile denizlere açılır. Bozacaada, Sakız, Midilli, Mora, Arnavutluk kıyıları, Selanik, Trakya, Gelibolu onun akınlarından kurtulamaz. Pek çok akından ganimetler ve binlerce köle ile döner. Belki de bundan dolayı babası öldüğünde ağabeyi Hızır Bey’in varlığına rağmen Aydınoğullarının “Ulubey”i olur. Diğer Türkmen beylikleri ile iyi geçinir. Zaman zaman deniz seferlerinde Saruhanoğulları ile ortak hareket eder. Bizans’ın iç işlerine de karışmaktan geri kalmaz. İç savaşta Kantakuzenos’u destekler. Hatta bunun bir şükranesi olarak Kantakuzenos, kızı Despina ile evlenmesini teklif eder. Ancak Umur Bey, Kantakuzenos’u kardeşi olarak görüğünü ifade ederek, kardeşinin kızı ile de evlenemeyeceğini söyler ve Kantakuzenos’a büyük bir jest yapar.
Bu büyük denizci için 1340’lı yılların oralarında işler ters gitmeye başlar. 1344 Ekiminde Kıbrıs, Venedik, Ceneviz ve Rodos gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması İzmir’e saldırı ve Aşağı İzmir’i alır. Bu durum Umur Bey’i zor durumda bırakır. Umur Bey 4 yıl sonra 1348’de eski merkezini geri almak için Aşağı İzmir’i kuşatır. Ancak askerlerini cesaretlendirmek amacıyla kale surlarına tırmandığı bir sırada aldığı bir isabet neticesinde şehit olur. Daha önce katıldığı seferlerde de pek çok yarası olduğu bilinen Umur Bey, Birgi’ye getirilerek babasının yanına defnedilir. Gaza geleneği denilince Umur Bey ilk akla gelen isim olup, anısı Osmanlılarca da yüceltilmiştir. Osmanlı denizcilerinin ettiği en büyük yeminlerden biri “Gazi Umur Bey’in canı için” ettikleri yemindir. Deniz gazileri de kendilerini “Umur Bey müritleri” olarak tanımlarlardı.
Ulu caminin hemen altında sizi Karaoğlu Mustafa Efendi Camii karşılar. Bahçesindeki şadırvanı, çınar ağaçlar ve orijinal mezar taşları ile sizi karşılayan cami, son derece bakımlı. Cami 1757’de inşa olunmuş. Caminin girişinde banisinin mezar taşı var. Mustafa Efendi bugün mezarının bulunduğu mevkiye yakın bir yerde kendisi için de bir mahfil yaptırmış ve bu mahfili bir rampa ile evine bağlamışsa da sonradan bu rampa yıktırılmıştır.
Birgi’de gezdiğim son cami, “Çarşı camii” olarak da bilinen Derviş Ağa camisi. Camiyi 1659’da Birgili Derviş Ağa’nın yaptırttığı biliniyor.
İMAM BİRGİVİ
Birgi’de Osmanlı döneminden kalan bir diğer önemli mekan da adı bu kaaba ile özdeşleşen İmam Birgivi Mehmet Efendi’nin mezarıdır. Brigivi Mehmet Efendi 16. yüzyılın en büyük din alimlerinden biri olarak tanınır. Kendisi 1523 yılında Balıkesir’de doğmuş olup ilk din eğitimini önemli bir din alimi olan ve Balıkesir’de müderrislik yapan babasından almıştır. Sonrasında eğitimine devam etmek amacıyla İstanbul’a gelmiş ve burada Ahizade Mehmet Efendi, Küçük Şemsettin Efendi ve Kızıl Abdurrahman Efendi’den dersler almıştır. Yine bu devrede çok yakın bir dostluk tesis edeceği Birgili Ataullah Efendi ile de tanışır. Ataullah Efendi şehzade Selim’in hocalığını yapmış ve bu şehzadenin 2. Selim adıyla tahta çıkmasıyla da büyük bir prestij elde etmştir. Ataullah Efendi memleketi olan Birgi’ye bir darülhadis medresesi yaptırtacak ve buranın müderrisliğine de hadis sahasının duayen isimlerinden biri olan yakın dostu İmam Birgivi’yi tayin edecektir. İmam Birgivi bu medresede görev almadan evvel bir müddet devlet hizmetinde bulunmuş ancak bu sırada başta rüşvet olmak üzere bir takım gayri ahlaki uygulamalarla karşılaşınca bir daha devlet kapısında görev almamış, çocuklarına da devlet kapısından uzak durmalarını öğütlemiştir.
Birgivi Mehmet Efendi Ehl-i Sünnet inancına olan bağlılığı ile tanınır. Kendisi yaşamı boyunca bidatlarla savaşır. Bidatları iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayıran Mehmet Efendi, kötü olarak tanımladığı bidatların Ehl-i Sünnet inancını kökünden sarstığı kanısındadır. Birgivi’nin karşı çıktığı bidatlar arasında ilk akla gelenler ücret karşılığında Kur’an okumak ve öğretmek, Kur’an’ı makamlı okumak, kabir yanında kurban kesmek, ölüleri araya koyarak Allah’tan bir takım isteklerde bulunmak, türbeelrde mum yakmak, kabirlerin üzerine kubbeli yapılar inşa etmek, ölünün arkasında yemek vermek, evliya kabirlerini ziyaret için yola çıkmak gibi uygulamalar gelir. Aynı şekilde tasavvuf ehline de başta sema ve zikir sırasında enstruman çalmak olmak üzere bazı konularda eleştiriler yöneltmekten geri durmamıştır.
En önemli eseri olan Tarikat-ı Muhammediye adlı eserinde de Ehl-i Sünnet akidelerini savunarak bidat olarak tanımladığı tutumları sert bir şekilde eleştirmiştir. İmam Birgivi, doğruluğuna inandığı her konuyu sonuna kadar savunmasıyla ve görüşleri hususunda devrin önde gelen şahsiyetleri ile dahi tartışmaktan çekinmemesi ile tanınır. Nitekim para vakıfları konusunda Şeyhulislam Ebussud Efendi ile yaşadığı tartışma, her iki alimin de bu konuda birer risale yazmaları ile sonuçlanmıştır. Son kertede şeyhülislam Ebussud Efendi’nin dediği olmuş ve para vakıflarına cevaz verilmiştir. Birgivi’ni medresesinde görev yaptığı Ataullah Efendi’nin yansııra sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’yı da belli konularda ikaz ettiği bilinir.
Ölümünden sonra mezarının üzerine bir türbe yapılmamasını vasiyet etmiş ve mezarının bir ziayretgah haline gelmesinden endişe duymuştur. Ancak talihin garip bir cilvesi olarak mezarı bugün Birgi’nin ve hatta yakın ilçelerinin en önemli ziyaretgahlarından biri durumundadır. Bölge halkının “Birgi Dede” olarak andığı bu zatın mezarı başında dualar edilmekte, adaklar adanmakta, sunaklar dağıtılmakta, hasılı İmam Birgivi’nin sağlığında iken mücadele ettiği şeylerin nerede ise tümü yapılmakta. Mezar yerinin yanı bir mesire yeri haline getirilirken, aynı zamanda buraya yakın bir noktada yapılan çarşıda da turistik eşyalar, yöreye özgü yemekler ve el ürünleri pazarlanmakta. Mezar taşının belli yerlerine Birgi Dede’den ev, araba, hayırlı bir iş ya da evlat isteyen kişilerin adakları yazılı vaziyette. Birgi’ye yaklaşık bir kilometre mesafede bulunan üstü açık mezarında ve inanışa kendi elleri ile diktiği servi ağacının altında son uykusuna çekilen İmam Birgivi’nin yanında oğlu müderris Fazlullah Efendi yatar. Hemen ön taraflarında ise Birgi darülhasidinde görev yapan diğer müderrislerle birlikte Hadis Usulü risalesine şerh yazan alim Davud-u Karsi’nin mezarları yer alır.
BİR KÜLTÜR MİRASI: ÇAKIRĞA KONAĞI
Çakırağa Konağı nerede ise Birgi kadar meşhur bir sivil mimari örneği. Yapının tam bir tarihçesini elde etmek zor. Bazı kaynaklarda 17. yy. bazı kaynaklarda ise 18. yy.dan kalma olduğu söyleniyor. Ancak bir sivil mimari örneğinin bu kadar uzun zaman varlığını devam ettirebilmesi (hele de bizim ülkemizde) hayli zor. Arkeolog Nezih Başgelen belki de bundan dolayı konağı 19. yy’ın ilk yıllarına tarihler. Sedat Hakkı Eldem de 18. yy sonlarını tarih olarak belirler.
Konak üç katlı olup altı kagir üst kısımlar ise ahşaptır. Konağı yaptıran kişinin kimliği konusunda farklı rivayetler var. Bazı kaynaklarda adı Mustafa, bazılarında Tahir bazı kaynaklarda da Şerif Ali Ağa olarak geçer ki her üç şahsın da unvanı Çakırağa’dır. Konak ta adını bu unvandan alır. Konağın niçin yaptırldığı konusu da bir muamma. Halk arasında anlatılan bir hikayeye göre ticaret sayesinde zenginleşen Çakırağa, hem İzmir’e hem de İstanbul’a bir seyahat yapar. Seyahati neticesinde her iki şehirde de birer güzele gönül düşürür. Bunların ikisine birden aynı anda nikah kıymaya ve Birgi’de de şanına yakışır bir konak yaptırmaya karar verir. Konağın en üst katında iki geniş oda yaptırtır. Bu odalardan birine İstanbul, diğerine ise izmir’i tasvir eden resimler çizdirir. İstanbullu hanımını hasret çekmemesi için İstanbul odasına, İzmirli hanımını da İzmir odasına yerleştirir.
Biz efsaneyi bırakıp biraz da konağı tasvir edelim. Konağın en alt katı taşlık olarak tasarlanmış. İkinci kat muhtemelen ailenin kış mevsimlerinde kaldığı yer olmalı. Konakta haremlik-selamlık uygulamasının olduğuna dair bir nişane yok. Buradaki odaların bir kısmı kapalı. Ancak ziyaretçileri esas vuran oda 3. katta. Bu katta ikisi büyük, ikisi küçük 4 oda bulunmakta. Odalar arasına konulan eyvanlar vasıtasıyla hiçbir oda diğeri ile yanyana düşmüyor. Odalardan kuzeybatı yönünde bulunanı İzmir, güneybatı cihetindeki ise İstanbul odası olarak bilinir. Buna sebep her iki odadaki ilgili şehirlerin tasvirlerinin bulunmasıdır. Bu tasvirlerin niçin ve kim tarafından yapıldığı sorusunun cevabı ne yazık ki belirsizliğini koruyor. İstanbul odasında hemen giriş kapısının üzeridne yer alan manzarada şehrin Üsküdar, Boğaziçi, Haliç cihetleri ile Kız kulesi ve bazı camilerini seçmek mümkün. Son derece başarılı ve renkli bir komposizyon söz konusu. İzmir odasında ise Karşıyaka tarafından bakılarak çizilen bir liman ve Kadiefkale panaroması göze çarpıyor. Sırf bu güzellikleri görmek için bile Birgi’ye yolunuzu düşürün derim.
BİRGİ’NİN GERİLEMESİ
Birgi’nin altın çağı 17. yüzyıla gelindiğinde yavaş yavaş sonlanmaya başlar. Halbuki bir asır önce Birgi, Aydın vilayetinin en geniş ve en üretken kazalarından biri olup köylerinin sayısı itibariyle ikinci sıradaydı. Bu yüzyılda özellikle Birgi ve çevresinde görülen Celali ayaklanmaları ve sonrasında gelen ayanlar devri, halkın büyük ölçüde Birgi’yi boşaltmasına sebebiyet verecektir. 17. yüzyılda ortaya çıkan ve aslen Birgili olan Çelebi Cennet Kan oğlu adındaki bir şaki, Birgi kalesini merkez edinerek çevreye saldırmış, Tire ve Turgutlu’yu zapt ettiği gibi hakimiyetini neredeyse tüm Aydın’a yaymıştı. Ancak üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerine Manisa ovasında yenilmiş ve yakalanarak Birgi’de asılmıştı. Bununla birlikte bu olay sonrasında da Birgi’de suların durulduğunu söylemek zor. Halk gerek tarımsal ve gerekse de ticari açıdan 17. yüzyılda Birgi’nin en büyük rakibi konumuna gelecek olan Tire’ye göç etmeye başlar. Ne yazık ki Birgi’ye ait Şeriyye sicilleri elde olmadığından, bu göçün nedenlerini teferruatlı olarak tespit etmek pek mümkün görünmüyor. Öte yandan Tire’de gelişmiş bir tarımsal üretimin yanı sıra, kumaş boyama, dokuma, madencilik, dericilik gibi alanlarda da son derece ileri bir vaziyetteydi. Nitekim yolunu Tire’ye düşürenler burada açılan geleneksel mesleklerin de tanıtıldığı müzeyi gezecek olurlarsa bu durumu bilfiil gözlemleyebilirler.
Birgi bir diğer önemli darbeyi 20. yy başlarında yedi. Kasabayı kontrol eden Yunan kuvvetleri Türk ordusunun Birgi’ye doğru ilerlemesi üzerine 1922 yılında 2 Eylülü, 3 Eylüle bağlayan gece Birgi’yi ateşe verdi. Aşağıdaki Birgi çayından yayılan yangın yukarıda bulunan Ulu camiye doğru ilerlemiş, ancak yangını gören ve Bozdağlarda konuşlanmış olan zeybeklerin yetişerek yöre halkı ile birlikte müdahale etmesi sonrasında yangın en azından Ulu camiye çok fazla zarar vermeden kontrol altına alınabilmişti. Gelgelelim bu sırada Birgi’deki pek çok önemli yapı ortadan kalkmıştı.
Birgi’nin kaderini değiştiren bir diğer önemli hadise de 19. yy ortalarında inşa olunan Aydın-İzmir demiryolu hattıdır. Söz konusu hat, Selçuk- Aydın-Torbalı-Bayındır-Ödemiş güzergahında ilerlediği için Birgi zaman içinde küçülmüş, buna karşılık Ödemiş’in önemi artmıştır. 1970’lerde ise Birgi tamamen ana yol güzergahının dışında kalmıştır. Bu durum her ne kadar ilçenin büyümesini engellemiş olsa da tarihi ve kültürel doksuunu korumasına sebebiyet vermiştir. Tıpkı Safranbolu ile Karabük arasındaki ilişkiye benzer bir durum Ödemiş ile Birgi için de geçerlidir. Ekonominin kalbi Ödemiş’te atmakta, ancak turistik değer denilince akla hemen Birgi gelmekte. Buraya yaptığım seyahat sırasında Ödemiş’te mola verdiğimde esnafa “Burada görebileceğim neler var?” sorusunu yöneltmiş ve “Birgi’ye devam edeceksin” şeklinde bir cevap almıştım.
Size de ne yapıp edip yolunuzu Birgi’ye düşürmenizi öneririm. Yol üzerinde çiçeğe meraklı olanlar Batyındır’daki seraları gezebilirler. Ha tabii ki yol üzerinde Ödemiş köftesi yemeyi de unutmamak lazım.
Birgi – Bu yazı 2015 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 103. sayısından alınmıştır.