Başta herkesin fotoğraf çekiyor olması fotoğrafçılık camiasında endişe yaratmıştı. Türkiye’deki fotoğraf derneklerinin tüzüklerine baktığımız zaman şöyle yazar. “Bu derneğin kuruluş amacı fotoğraf sanatını yaymak sevdirmek, saygın bir noktaya getirmektir.” En önemli amacı da yaygınlaştırmaktır. Türkiye de şu an bu oluyor. Ve biz bunu öteden beri sevinilecek bir şey olarak addetmişiz. Çünkü ne kadar çok insan fotoğraf çekerse beğeni de ister istemez yükselecektir. Biz profesyoneller için de aynı şey geçerli. Biz öyle seviyede fotoğraf üretmeliyiz ki insanlar ‘ne var bu fotoğrafta ben de aynısını çekiyorum’ diyemesin. Ben bir sergi açtığımda evde yapamayacağı bir fotoğrafı gelip görmeli orda. O yüzden fotoğraf çekmenin kolaylaşıp yaygınlaşması durumu çok iyi, herkesi yukarı doğru iten bir durum.
Erkam Bülbül: Hocam, çocukluğunuzdan itibaren fotoğrafın hep içindeymişsiniz.
Orhan Cem Çetin: Hatırladığım kadarıyla, eskiye gittiğimde hep içindeyim.
E.B.: Dolayısıyla nasıl başladınız diyemiyoruz hep içinde olduğunuz için… (Gülüşmeler) Ama profesyonel anlamda fotoğrafçılığa başlamanız, bir ustanın yanında mı yoksa bir anda kendimi böyle bir şeyin içinde buldum mu diyorsunuz?
O.C.Ç.: Kendi kendime. Ben kimsenin yanında asistanlık yapmadım. Birisinin yanında maaşlı fotoğrafçılık yaptığım söylenemez. Kendim ilk defa bir iş yeri açarak profesyonel fotoğrafçılara karanlık oda baskısı yaparak Taksim Lemartin Caddesi’nde küçücük bir yerde 20’li yaşlarımda karanlık oda işi yaparak başladım. O tarihlere kadar çevirmenlik yaptım, başka işler de oldu ama ilk defa bir iş yeri açıp fotoğrafçılık yapmaya başlamam kendi küçücük atölyemde renkli agrandizör baskısı yapmaktı.
E.B.: Mutfağından dedikleri böyle bir şey olsa gerek… Biz Orhan Cem Çetin kimdir diye sizi araştırdığımızda aslında psikoloji okumuş birini görüyoruz, fotoğrafçılık üzerine bir bölüm okumamışsınız ama hep içinde olmak gibi bir durumunuz var. Ben biraz daha fotoğraf hakkında konuşalım istiyorum. Özellikle filmli makinelerden dijital makinelere geçiş döneminde de varsınız, hâlâ varsınız. Çünkü birçok ustanın filmli makinelerden dijitale geçerken kaybolduğunu görüyoruz. Filmli makineler demişken Polaroid ile ilgili çalışmanız var, ondan bahsedebilir misiniz?
O.C.Ç.: Polaroid firması için Türkiye temsilcisine danışmanlık veriyordum. O firmada çalıştım yıllarca. Çok aşina olduğum, sevdiğim, gönül bağım olduğu bir malzeme ve çok yaratıcı imkânlar sağladığını da düşünüyorum. Polaroid ile birçok şey yaptım.
E.B.: Dikkatimi çeken bir diğer çalışmanız da Polaroid fotoğrafçılara kendi fotoğraflarınızı çektirmeniz. Ve en sonunda kendinize bir sorunuz var “Nereliyim ben gerçekten?” Nerelisiniz hocam gerçekten? (Gülüşmeler) Amasyalı mı?
O.C.Ç: İşte o yazıda bahsettiğim gibi, Polaroidcilere, sokak fotoğrafçılarına Amasya’dan geldiğimi söyleyerek İstanbul hatırası olsun diyerek çektirdik kendimizi. Nüfus kâğıdımda da Amasya yazıyor. Ama oraya bir kez çocukken gittiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Bir iki kerede seyahatlerde içinden geçtim. Orayı bilmiyorum, ben İstanbulluyum. İstanbulluyum ama tam olarak bir yere ait hissedemiyorum kendimi.
E.B.: Gezmeyi seviyor musunuz? Makine elde…
O.C.Ç.: Gezmeye bayılıyorum. Makine elde olması şart değil ama seyahat etmeyi çok seviyorum. Bir hesap yaptım geçenlerde, hayatımın hatırı sayılır bir süresini yollarda geçirdiğimi gördüm. Neredeyse bir yılı yalnızca otellerde geçmiş dünyanın değişik yerlerinde. Ama İstanbul’da olmayı çok seviyorum, sürprizli ve kaotik bir şehir olması çok besleyici bir şey. Türkiye’de başka bir kentte yaşayamazdım herhalde. Ama dünyada da tek seçeneğim İstanbul değil, daha sürprizli daha heyecanlı kentler de gördüm.
E.B.: O zaman seyahat üzerine konuşalım. Zaten seyahat bizi fotoğrafa bağlayacaktır. Dünyada gezdiğiniz yerler içerisinde sizi büyüleyen bir şehir var mı?
O.C.Ç.: Londra.
E.B.: Neden soğuk ve gri bir şehri bu kadar çok sevdiniz?
O.C.Ç.: Bana hiç öyle gelmedi, soğuk ve gri olduğunu düşünmedim, bana hiç öyle görünmedi. Aslında Londra’yı gezdiğiniz zaman dünyayı gezmiş oluyorsunuz. Belki daha kozmopolit olan bir New York vardır, ben orayı görmedim. Ama Londra inanılmaz çeşitliliğe sahip, sanat anlamında müthiş ilham verici şahane bir şehir. İstanbul’u da Londra’ya benzediği oranda daha da fazla sevebilirim.
E.B.: Gezmek konusunda bir stiliniz var mıdır? ‘Çanta sırtımda spontane bir şekilde gezmeyi mi seviyorum’ mu dersiniz yoksa ‘hayır, otelim ayarlanmış, kalacağım yerim belli programım tamamen tamamlanmış olsun ki daha verimli bir gezi olsun’ mu dersiniz?
O.C.Ç.: Biraz kendimi sağlama almak isterim otel vs. garantilenmiş olmalı, Ama ondan sonra o kentin içinde kaybolmayı seviyorum. Ve şöyle bir stratejiden bahsedebilirim: Eğer süre çok kısıtlıysa ben orada iki gün kalacaksam, mutlaka bir bitpazarı gezmeye çalışırım. Orayı ben şehrin açıkhava müzesi gibi görüyorum. Hatta bir müze gezmekten çok daha fazla o kente dair bilgi edinmek mümkün. Bir şey satın almak şart değil. Yani şehrin yıllanmışlığının biriktiği yer gibi.
E.B.: En sevdiğiniz bitpazarı Londra’da mı?
O.C.Ç.: Londra, Amsterdam (gülüşmeler)… Avusturya’da Linz diye bir şehirde üç sene arka arkaya hızlandırılmış bir ders verdim yüksek lisans serisinde. Orada, o kent küçük bir sanayi şehridir, nasıl diyeyim sokaktaki hayat çok renkli değildir ama pazar günleri şehir meydanında bitpazarı kuruluyor. Bir anda şehrin arka planında neler yaşandığını görebiliyorsunuz. Kentin daha donuk yüzünün yanında, bitpazarının renkliliği de çok çarpıcıydı. Renkli Linz pazarı.
E.B.: Seyahat esnasında fotoğrafla olan ilişkiniz. Özcan Yurdalan “Fotoğraf çekerken gezemezsiniz” diyor. Sizin de böyle bir düşünceniz var mı?
O.C.Ç.: Aynı fikirdeyim. Bir dönem gerçekten başka bir vesile mesela iş için gittiğimde tabii ki nerdeyse bütün dolabımı yanımda götürmek gibi bir eğilimim vardı. Bütün objektifler olacak falan. Sonra giderek şöyle bir duyguya kapıldım, mesela ben Viyana’ya bir kereliğine gidiyorum diyelim. Bütün o seyahati bir vizörden izlemek… Üstelik Viyana’da yaşayan bir fotoğrafçının sahip olduğu avantajın karşısında benim bir hafta içinde çekeceğim fotoğraflar zavallı kalabilir. Ben bu tutumumdan bir haftada vazgeçtim. Bu beyhude bir çaba, ben kalkıp geleceğim oraya –üstelik fotoğraf çekimine de gelmemişim– bu çekeceğim fotoğrafların kime ne faydası var, bunları niye çekiyorum ki? Bu soruya da doğru dürüst cevap bulamayınca, domografi diye adlandırılan tekniği kullanmaya başladım. Düzgün makine götürmüyorum seyahatlere. Ve vizörden bakmadan çekmeye başladım, işte kucağıma koyarak elimi uzatarak vs.
E.B.: Daha sokak hayatından fotoğraflar yakalamak için mi?
O.C.Ç.: Vizörden bakmadığım için ne çektiğimden de çok emin olamadığımdan, hayata olan bakışımın keskinliğini de kaybetmemiş oluyorum. Ben yine gerçekten o deneyimi yaşayabiliyorum, Fotoğraf çekiyor olmak deneyimi zayıf düşürmüyor. Çünkü orada ertelenmiş bir deneyim yok. Fotoğraf çekeyim sonra bakarım. Ama bu yöntemle fotoğraf çekimi kendi birincil görsel deneyimini de kaybetmemiş oluyorsun. “Bilet” diye bir sergiye dönüştü sonra bu tamamı vizörden bakmadan çekilmiş fotoğraflar. Artı şöyle bir şey; insanlar gidip ‘landmark’ denilen o kentin en görülesi yerlerini çekiyorlar ya, halbuki benim o seyahatimde o yerin önemi yok. O şehrin başka bir yerinde de unutulmaz bir şey yaşamış olabilirim. Hayal etmiş olabilirim, bir şey aklıma gelmiş olabilir veya birisi aramış olabilir o sırada. Benim için o çok daha kıymetli bir tecrübe, o yüzden de benim lad serisi fotoğraflarda gittiğim kentlerin o tipik ‘landmark’ fotoğrafları yok. Mesela Paris fotoğrafında Eyfel Kulesi yok. Bir uçağın burnu görünüyor, hava alanında çekilmiş (Gülüşmeler).
E.B.: Peki hocam sohbeti tamamen fotoğrafa kaydırırsak, fotoğrafta branşlaşma konusunda siz kendinizi nerede görüyorsunuz?
O.C.Ç.: Gezi fotoğrafçısı değilim. Bir kere o kesin. Geçmişte ‘kavramsal fotoğraf çekiyorum’ gibi cevap veriyordum. Burada neyi kast ediyorduk, burada belli bir içerik yok belli fikirler üzerinden belli önermeler üzerinden… Tabii çok şey söylemiyorum içerikle ilgili kavramsal fotoğraftan kastımız bir önermeyle başlayıp bunu özgür bir teknik; yani estetik üretip o konuyu sunulabilir hale getirmek bu herhangi bir şey olabilir. Mesela bir serimin adı şuydu: “Hayat Öldürür”. Yine son dönem serilerden bir tanesi “Kusursuzluk Zaman Alır” diye bir seri, yakın plan gıda fotoğrafları. Orada kullanılan teknik veya oradaki içerikle diğerinin ya da Polaroidcilerle yaptığım çalışmanın pek alakası yok. Şunu demek istiyorum: Kendim çalışmamı kategorize ederken içerikten yola çıkamıyorum. Ya da estetikten de yola çıkamıyorum, teknikten de yola çıkamıyorum. Galiba bir tutumla ancak kendimi tarif edebiliyorum, o yüzden kavramsal diyorum. Ama bir yandan da benim çalışmalarım sanat fotoğraflarıyla da sınırlı değil, editoryal çalışmalar da yapıyorum. Yani ‘profesyonelim’, öyle diyeyim (Gülüşmeler). Kategoriye bak, ‘profesyonel fotoğrafçı’.
E.B.: Siz bu kategorilere inanıyor musunuz, aslında bunu öğrenmek istiyorum.
O.C.Ç.: İnansak da inanmasak da kategoriler faydalı şeylerdir. İnsanların buna ihtiyacı var. Her şey bağlam içinde var oluyor. Bir şeyi algılayabilmek için kategorize ediyoruz bu bazen ön yargılara da yol açabiliyor ama bazen bir şeyi kavramamızı, anlamamızı, deneyimimizi kolaylaştırıyor. Kategorilerden kaçamayız. O yüzden kategorilere inanıyorum, özetleyecek olursak.
E.B.: Ama sonuçta profesyonel bir fotoğrafçı her şeyin fotoğrafını çekebilir.
O.C.Ç.: Tabii bu kategorilerden herhangi birisinin içinde beni görebilirsiniz. Benim yapmadığım moda fotoğrafçılığı, hava fotoğrafçılığı ve bir de su altı var. Hiç anlamam, bu alanlara hiç girmedim. Onun dışında fotoğrafçılığın hemen her alanında belli bir deneyim kazanmaya, belli düzeyde onu icra edebilmeye hazırladım kendimi.
E.B.: Modern fotoğrafla ilgili bir yazınızı okumuştum. Akademik bir yazıydı bu. ‘Disiplinler arası’na çok fazla eğiliyorsunuz. Mesela bir fotoğrafçının başka bir sanat için fotoğraf çekmesini ama bir başka sanat için iş olarak verdiği fotoğrafın sınırlarını da belirlemesiyle alakalı. O konuyu da biraz açsak, yani sizce fotoğrafçının yorumu bir başka sanat için o disiplinler arasında olmalı mı yoksa diğer sanatçının çizdiği sınırlar içerisinde mi kalmalı fotoğrafçı? Mesela bir resim sanatını örnek verebilirim.
O.C.Ç.: Bu konuda benim birinci elden deneyimlerim var. Çünkü başka sanatçılar için dönem dönem fotoğraf çektiğim oldu. Örneğin bir mimar binayı çizer, ondan sonra gidip bizzat onun inşa edilmesini de başka birisi yapar; yani bir sanatçının prodüksiyonunu başka birisi yapabiliyor. Heykeltıraşlarda da bunu görüyoruz. Veya resimde, bir minyatürde birden fazla kişi çalışabiliyor ama imzayı usta atıyor. Kendisi benim kadar iyi fotoğraf çekemeyen ama fotoğrafı hayal edip bana çektiren ve altına kendi imzasını atan sanatçılar oldu. 15 yıl reklam fotoğrafçılığı yaptım, oradaki iş akışı bundan dolayıdır. Kreatif var işte gelip size tarif ediyor fotoğrafın şurası şu olacak burası bu olacak, şu şöyle olacak gölgesi bu tarafa düşecek sen de onu bire bir çekiyorsun, yapmadığımız bir şey değil. Burada sadece reklamcı değil, bir de sanatçı oluyor. Gel gelelim o noktada iş biraz karışıyor, çünkü ben de bir sanatçı olduğumdan birkaç durumda kendimi kötü hissettim. Düşünsel katkı koymamam lazım ama fikrim sorulabiliyor. Ben ne kadar geri durabiliyorum, ortaya çıkan iş kimin oluyor tam olarak? Bana değil de bir başkasına çektirilseydi başka bir görüntü ortaya çıkacaktı. Yani oradaki katkı kaçınılmaz. Benim de formülüm en sonunda şu oldu –ki bunu yapmasın sanatçılar: Eğer fotoğraflı bir iş düşünüyorlarsa bunu ortak iş olarak tasarlasınlar. Yani ressamla fotoğrafçı, mesela birlikte çalışsın birlikte tasarlasın ve birlikte imzasını atsın ya da sanatla hiçbir işi olmayan tamamen bir ticari fotoğraf yapan biriyle çalışsınlar. Böylece herkes kendini daha iyi hisseder ve ben o yüzden artık başka sanatçılar için katalog fotoğrafı dışında –sergi katalogları gibi– kırk yılda bir öyle bir şey olursa çekiyorum ama onun dışında yapıtın kendisinin içinde görünecek olan bir fotoğrafı çekmiyorum başkası için. Beni sonradan huzursuz ediyor.
E.B.: Sonunda biraz mihmal yüzü olsun, şimdi telif sıkıntısı mı diyelim buna? Yani fotoğrafı fotoğraf yapan şey aslında tekniğinin doğru olması mı yoksa içeriğinin mi? İçeriği üreten kişi mi fotoğrafa sahip olsun, tekniğini doğru yapan kişi mi?
O.C.Ç.: İşte zaten burada düğümleniyor konu, ikisi de burada geçerli. Çünkü fotoğrafı birisi tarif edebilir, gözünün önüne bir şey gelebilir. Senin ona ne oranda yaklaştığınla performans ölçülüyor reklam fotoğrafçılığında. Ama işi fotoğrafçılık olmayan biri opsiyonlar içinde bunları bilmediği için –karşılaştığı şeyin diğer olasılıklarını da bilmediğinden– ‘tamam, bu’ diyebiliyor. Bu senin fikrini taşıyor içinde teknik olarak da, fotoğraf yapısı gereği teknik ve içeriği birbirinden çok ayıramayan bir şey. Kullandığın makinenin SLR veya 3D fineder olması, objektif seçimi, ışık kullanımı vs. bizim paletimizi oluşturan renkler bunlar. Buradan yaptığın tercih aslında teknik bir tercih görünse de bu estetikle ilgili ve bir düşünce ürünü olan tercih oluyor. Teknik olarak tezahür eden bir sürü şey aslında içeriğin ta kendisi oluyor fotoğrafta. O yüzden de bunu ayırmak mümkün değil birbirinden. O durumda da dediğim problem ortaya çıkıyor: Sanatçılar, sanatçı kimliği olmayan, işi sadece tarif üzerine ticari fotoğraf üretmek olan birisiyle çalışırsa herkes daha huzurlu olur. Diğer türlü o düşünsel süreci paylaşmış oluyoruz sanatçıyla beraber ve ikimizin de adının zikredilmesi gerekiyor.
E.B.: Türkiye’de fotoğrafçı sayısı çok arttı. Artık SLR makineler ucuzladı, masraflar azaldı, herkesin elinde bir makine görebiliyoruz; herkes bu işin teknik olan kısmını bir anlamda öğrenebiliyor. Bir bakıyorsunuz sanatçı olduğunu iddia eden bir sürü kişi ortaya çıkıyor. Estetik kaygılarla düşündüğünüz zaman Türkiye’de fotoğrafçılığın gidişatını nasıl görüyorsunuz?
O.C.Ç.: Ben bu durumu iyi buluyorum. Başta herkesin fotoğraf çekiyor olması fotoğrafçılık camiasında endişe yaratmıştı. Türkiye’deki fotoğraf derneklerinin tüzüklerine baktığımız zaman şöyle yazar. “Bu derneğin kuruluş amacı fotoğraf sanatını yaymak sevdirmek, saygın bir noktaya getirmektir.” En önemli amacı da yaygınlaştırmaktır. Türkiye de şu an bu oluyor. Ve biz bunu öteden beri sevinilecek bir şey olarak addetmişiz. Çünkü ne kadar çok insan fotoğraf çekerse beğeni de ister istemez yükselecektir. Biz profesyoneller için de aynı şey geçerli. Biz öyle seviyede fotoğraf üretmeliyiz ki insanlar ‘ne var bu fotoğrafta ben de aynısını çekiyorum’ diyemesin. Ben bir sergi açtığımda evde yapamayacağı bir fotoğrafı gelip görmeli orda. O yüzden fotoğraf çekmenin kolaylaşıp yaygınlaşması durumu çok iyi, herkesi yukarı doğru iten bir durum. Eğer yukarı doğru gidemeyen biri varsa o da o kişinin sorunu. Bu bir geçiş dönemi. Beğenmeyeceğimiz bir sürü fotoğraf da üretilecek ama bunu tüketmenin de başka bir yolu yok. Çok uzun süredir bu işin içinde olduğum için billboardların olmadığı bir şehirde yaşadığımızı hatırlıyorum. İlk panoların çakılıp üstüne büyük fotoğraflar yapıştırıldığını ve herkesin oradan geçerken ‘ne kadar büyük ve net’ diye hayran hayran bu fotoğraflara baktığını hatırlıyorum. Tek özellikleri büyük ve net olmalarıydı. Rahmetli Ahmet Kayacık’ın çektiği reklam fotoğraflarını sokaklarda görmeye başlamıştık. Bir süre sonra kanıksandı bu durum. Fotoğrafların net ve büyük olması bir şey ifade etmemeye başladı. Bunun üzerine başka bir şey konması gerekti.
E.B.: Fotoğraf çekmenin yaygınlaşmasının fotoğrafçıyı yukarı doğru ittiğini düşünüyorsunuz. Bir süre sonra fotoğraf çekerken komposizyon oluştururken olması gereken estetik kaygının kaybolmasından korkmuyor musunuz? Dijital fotoğrafçılıkta özellikle photoshop gibi fotoğraf programlarıyla daha fazla manipüle fotoğraflar üretiliyor hatta fotoğrafını çektikten sonra dijital bir ortamda düzenlemeden sergileyen fotoğrafçı kalmadı. Sizce dijital müdahale gerekli midir? Yarışmalarda bir kural olarak dijital müdahale olmaması isteniyor. Hatta yeni yarışmalarda ‘az dijital müdahale olsun’ gibi sınırlar konuluyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir fotoğrafa dijital müdahale sizce gerekli mi? Özellikle manipüle fotoğrafçılığı, bir fotoğrafın içinden bir parçayı almanın ya da bir şeyi eklemenin doğruluğunu sormak istiyorum.
O.C.Ç.: Bu konuyu öncelikle genel hatlarıyla konuşacağım. Özellikle yarışmalarda bu konu ilk gündeme geldiği günden itibaren bu tartışmanın içerisindeyim. İnsanlar ilk bu konuya takıldılar. ‘Bu fotoğraflar için ayrı bir kategori mi yapalım, fotoğraf sayılır mı’ diye düşündüler. Yarışma fikrini kendim çok önemsemediğim için bu konuyu bir kenara koyuyorum şimdilik, sonra döneceğim. Manipülasyon fotoğrafın ilk anından beri var. Dünyanın ilk fotoğrafında bile manipülasyon tekniği vardır. Dijital ile beraber manipülasyon olayı kolaylaştığı için tekrar gündeme geldi ve insanlar sanki ilk kez böyle bir şeyle karşılaşıyorlarmış gibi davranıyorlar. Halbuki fotoğraf eşittir manipülasyon. Mesela dünya renkli bir yer olduğu için siyah-beyaz fotoğraf bir manipülasyondur. Fotoğrafın kendi tanımı içinde kesip yapıştırmalar, boyamalar vs. hepsi var. Bu yüzden de bu bitmiş bir tartışma ve yeniden konuşmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Müdahale edilmemiş, çekildiği gibi görünen bir fotoğraftan da bahsedemeyiz aslında. Sonuçta Robert Cappa’nın Henri Cartier Bresson’un fotoğrafları da bir karanlık odaya girip basıldı, bir işlemden geçti. Sadece kadrajı sonradan yapılmamış bu insanların döneminin yayıncılık anlayışı, maharet anlayışı. İzleyici beklentileriyle beraber böyle bir anlayış oluyor. Fakat bu bugün için geçerli bir anlayış değildir. Şu anki dünyada bir yeri yok. O kadar ki kadrajlamadığın fotoğrafı gösteremiyorsun. Halbuki analogda gösterebiliyorduk. Kenarında bu fotoğrafın kesilip kesilmediği hemen anlaşılıyordu. Şimdi ise orijinal kadrajın ne olduğu belli değil o zaman ben bunu çekerken yaptım demenin de bir kıymeti yok. O yüzden bugünkü dünyaya özgü bir anlayış değil. Şu anda fotoğrafın gerçekliğine ait güvenin tamamen sarsılması, bir haber fotoğrafının dahi inandırıcılığını yitirmesi sebebiyle biz inandırıcılığı, dürüstlüğü fotoğrafın içinde değil fotoğrafçının kimliğinde veya haber mecrasında aramaya başladık. Fotoğrafın kimin imzasıyla geldiği önem kazanıyor. Eskiden fotoğrafın içinde bulduğumuz güven duygusunu şimdi başka şeylerde buluyoruz. Bugünkü görsel dünyamız bir güven ilişkisi üzerinden gidiyor. Ben eğer fotoğrafçının dürüst bir insan olduğuna inanıp ona güveniyorsam ideolojisi bana uyuyorsa manipülasyon olduğunu görsem bile ben o fotoğrafçıya inanmayı seçebilirim. Fotoğrafçı bana bir şeyler anlatmak istiyor, boşuna yapmamıştır diye düşünürüm. Manipülasyonun geçerli olup olmadığına belirli bir bağlam içinde bakmak gerekiyor. Hele ki sanattan bahsediyorsak her şey geçerlidir. Yeter ki kendi fikrimi ortaya koyup canımın istediğini yapayım. Ben dijital manipülasyonları Türkiye’de ilk yapanlardan –biri hatta sanat alanında ilk yapan– olduğum için müthiş reaksiyon gösterdiler. 1988’de “Tanıdık Şeyler” adlı fotoğraf sergisi açmıştım. Oradaki manipülasyonları boyayla kâğıt negatif kullanarak yapmıştım. İnsanlar ‘fotoğraf sergisine gelmemiş miydik, bunlar resim’ diye konuşmuşlardı. 1993’teki sergimde de ‘Ne hale getirmişsin, bunlar fotoğraf değil, nasıl yaparsın sen bunu diye’ tepki gösterdiler. Benim de cevabım şuydu: ‘Bunlar benim çektiğim fotoğraflar, müellifi benim, canım ne isterse onu yapabilirim.’ Kimsenin benim fotoğrafımın neresini kesip neresini boyadığıma karışamayacağını düşünüyorum. Yeter ki o fotoğrafta sözümü söyleyebileyim. Bunu başarıp başaramadığım ayrı bir konu ama kendi çektiğim bir fotoğrafta tasarruf hakkımı kullanırım. Buna da kimse ‘yapılamaz, meşru değil’ diyemez. Her bir fotoğrafı kendi iddiası ve bağlamı içinde değerlendirmek gerekir.
E.B.: Yarışmaya dönecek olursak, yarışmalarda farklı şeyler olmaya başlıyor. Renkleriyle kontrast ayarlarıyla oynanabilir ama eklemeler çıkarmalar yapılamaz deniyor. Jüri üyelerine baktığınız zaman buna karar verecek yetenekte birilerinin olmadığını da görüyoruz. Örneğin photoshop ustası grafiker bile burada şu var burada bu yok diyebilecek kesin karar verebilecek durumda değil. Kaldı ki makineler bile photoshop konusunda çok iyi işler çıkarıyor. Bu durumda yorumunuz ne olur?
O.C.Ç.: Bu durum gerçekten abes. Fotoğraf yarışmalarına uzun süredir karşıyım, bununla ilgili de yarı mizahi – yarı sert yazılar da yazdım. Yarışmalara katılıp para kazanmak, sergileme almak da çok önemli, bunlar göz ardı edilecek şeyler değil ama bu iddia içinde kalması gerekir. Fotoğrafçı, bu yarışmaya parası için katıldığını çok net kendine itiraf ederek katılmalı. Yoksa o yarışmada derece alınca ben şimdi sanatçı oldum demek garip bir ifade. Aslında sanatçı olmak ‘ben sanatçı oldum’ demek kadar basit. Sadece bir beyanla ilgili bir şey, yarışmaya katılmaya gerek yok. ‘Ben sanatçıyım’ dersin, olursun. Mesela yarışmalarda yapıtlar şu şekilde postaya verilmelidir yazıyor. Fotoğraflar postaya verildiği an yapıt olması komik bir durum bence. Ben de bu tür yarışmalarda içinde yer alıp yakından görmek, belki güzel bir fotoğrafı seçtirebilmek amacıyla görev alıyorum bazen. Esasen yarışma çok anlamlı bir şey değil zaten, anlamlı olmayan bir kurgunun içinde problemler çıkıyor. Dediğiniz gibi fotoğrafta bir manipülasyon olup olmadığını nereden anlayacağız ya da köşelerini kararttıysa bu bir manipülasyon mudur? Dolunayı görüp çeken, çektiği fotoğrafı patlayan kişi bu dolunayın yerine gidip başka bir dolunay ekliyorsa manipülasyon mudur? Çünkü kafasında kurguladığı gördüğü hali o. Zaten bu iş bir mühendislik de değil, yarışmalarda cetvelle ölçemeyiz ki bunu.
E.B.: Yarışmalarda fotoğraf kuralları içerisinde diye bir söylem oluyor. Fotoğraf kuralı nedir?
O.C.Ç.: Reuters gibi Magnum gibi kurumlar manipülasyonla ilgili belli kriterler yayımlıyorlar. Bu durum dezenformasyon kıstasına göre yapılıyor. Yarışma bir haber ajansı değil, sanat iddiası olan bir iş yapıldığı için ‘sen bunu değiştirip dönüştüremezsin’ demek olmaz. Sanat, dönüştürmek demektir zaten. Bunu yasaklayıp nasıl bir sanat çıkmasını bekleyebiliriz ki! Fotoğraf yarışmalarıyla ilgili son olarak şunu söyleyebilirim: Bir sürü kurum, yerel yönetim, şirket vs. ‘bir etkinlik yapalım, popülist bir şey olsun’ diye düşününce hemen fotoğraf yarışması düzenliyorlar. Aslında bu zihniyet bile fotoğraf mesleğine karşı bir aşağılama, yapabiliyorsan bir edebiyat, mimarlık yarışması aç.
E.B.: Bazı yarışmalarda şunu görüyoruz: Fotoğraf çektiren kurumun bir konuyu çektirmeye ihtiyacı oluyor, o konuyu çektirebilmek için yollanan her fotoğraf bizim malımızdır sınırını koyuyor. Bu da telif sıkıntısına sebep oluyor. Sanatçının telif hakkına karşı saygısızlık görülüyor. Şişirilmiş ödüllerle insanları teşvik ediyorlar. Bu sayede de geniş bir fotoğraf arşivine sahip oluyorlar.
O.C.Ç.: Geçen sene Diyarbakır’dan ‘Kentimiz özellikleri, dokusu olan bir yer fakat düzgün dokümantasyonu yok. Bir fotoğraf yarışması düzenleyip şehrin fotoğraflanmasını sağlayalım.’ diye fikir almak için aradılar. Onlara ‘Diyarbakır’ın fotoğraflanması amatör fotoğrafçılara bırakılamayacak kadar ciddi bir iş, sakın böyle bir şey yapmayın.’ dedim. Sonuçta bunu hakkıyla yapabilecek bir sürü insan var. Düzgün bir bütçeyle hakkını verebilecek fotoğrafçıları çağırmak en doğrusu. Amatör fotoğrafçılar için de bir şey yapmak istiyorsak onlar için workshop açılıp sergileme yapılabilir. Örneğin x otomotiv firması fotoğrafta logosunun görünmesinin şart olduğu bir yarışma düzenliyor. Bununla ödül parasına reklam fotoğrafı elde ediyor.
E.B.: Biraz da sinemadan bahsedelim. Öncelikle sinemayla ilgili misiniz? Kısa filminiz varmış.
O.C.Ç.: Sinemayla pek ilgili değilim. İzleyicilik kısmını hakkıyla yaptığımı düşünmüyorum. Sinemadan da çok anlamıyorum. Aslında sinemadan özellikle uzak duruyorum. Çünkü sinemacı bakışıyla fotoğrafçı bakışının birbirinden çok farklı şeyler olduğunu düşünüyorum. Örnekleri de var ortada: Nuri Bilge Ceylan, Şahin Kaygun gibi isimler fotoğrafçılıktan sinemaya geçtikten sonra sinema dilini benimsemeleri çok zaman aldı. Fotoğrafçı bakışından kurtulmak pek kolay bir şey değil. Muhtemeldir ki sinema dili de fotoğrafçı bakışını bozar. Öykü anlatmada kurgu oluşturmada zaman ekseni işin içine girince mesele değişiyor. İzleyicinin tutsak olması anlatımı değiştiriyor. Bu yüzden sinema ile fotoğrafın birbirinden çok farklı şeyler olduğunu düşünüyorum. Kendi öğrencilerime de bunu telkin ediyorum. Çünkü dönem dönem farklı durumlarla karşılaşmışımdır. Mesela Yıldız Meslek Yüksekokulu’nda bazı öğrencilerin ‘Hocam, aslında sinema okumak istiyordum, fotoğrafçılıktan başlayayım dedim’ dediklerini duymuşumdur.
E.B.: Sinema tam da oradan başlamıyor mu? Baktığınız zaman sinemayı oluşturan o 24 fotoğraf karesi değil mi?
O.C.Ç.: Tabii ki bazı şeyler ortak; ışık anlayışı, perspektif gibi. Fakat tekniği farklı, izleyicide yarattığı etki farklı. En basitinden sinemada bir sonraki sahne ne olacağını merak ederek izlersin, fotoğrafta ise bir öncesinde ne olduğunu merak ederek bakarsın.
E.B.: İlginç ve hoş bir detay oldu… (Gülüşmeler)
O.C.Ç.: Çok büyük farklar var. O yüzden de fotoğrafa biraz fazla yoğunlaştığım için benim elimden hareketli görüntü çıktığı zaman, daha çok hareket eden fotoğraflara benziyor. “İp” de tek plan kareler, askıda tek fotoğrafla biten bir filmdi. Bir dönem tiyatroyla içli dışlıydım. Farklı yöntemler, bir kısmı fotoğraf bir kısmı video şeklinde olan projeksiyon dekor çalışmaları var. Sahneye video projeksiyonu yapılıp oyunun videonun içinde oynanması gibi. Onlar da hareket halinde olan fotoğraf karelerinden oluşuyordu. Başlayıp biten şeyler değildi. Elimden bunlar çıkıyor. Sinemaya müthiş saygı duyuyorum gıpta ediyorum. İyi bir sinemacı olmayı içten içe çok isterdim aslında… (Gülüşmeler)
E.B.: Sohbetin sonuna gelirken sergilere değinelim. Pek çok serginiz var. İlk serginizden de manipüle bir tarafı olması sebebiyle bahsettiniz. Şimdi biraz da gelecekten bahsedelim. Biz fotoğrafçının geçmişini merak ederiz, öncesinden bir çıkalım da… (Gülüşmeler) Yakın zamanda serginiz var mı? Üzerinde çalıştığınız projeleriniz varsa nelerdir?
O.C.Ç.: Çok uzun bir aradan sonra geçen sene Aralık ayında solo bir sergi açtım. Bir sonraki ufukta görünmüyor henüz. Üzerinde çalıştığım bir şeyler var ama son yıllarda daha çok başka sanatçılarla açtığımız karma sergilere katılıyorum. Solo için biraz bekleyeceğiz gibi görünüyor. Ben çok da çabuk sıkılıyorum. Bir teknik gündem bulduğum zaman 3-5 fotoğrafla seri bitiyor. Bu da tek başına bir sergi oluşturmuyor. Ancak karma bir serginin içinde yer alabiliyor. Bu yıl da altı fotoğraftan oluşan bir seri ürettim, arkası gelmedi; çünkü anlayacağımı anladım ben ondan. (Gülüşmeler)
E.B.: Siz doyuma ulaştığınızda mevzuyu bitiriyorsunuz. Acaba izleyicinizin de doyuma ulaşması için devamını görmeye hakkı yok mu?
O.C.Ç.: Evet doğru ama patinaj yapıyormuşum gibi geliyor, bir şey bulmuşum da sürekli onu yapıyorum gibi. Ben altı fotoğraftan anlayacağımı anlamışım, yedinciyi çekmek bir overkill gibi geliyor. Adam ölmüş sen hâlâ ateş ediyorsun. (Gülüşmeler)
E.B.: İzleyici için ‘acaba’ sorusu geliyor, zevkli olan tarafı o değil mi? Yarışı kazandıktan sonra patinaj çeken ralliciden hoşlanıyorlar. Filmin en etkileyici sahnesi –Kill Bill filmini de düşünürsek– öldürdükten sonra hâlâ ateş ediyorsa o kişinin içindeki vahşeti anlayabiliyor seyirci. (Gülüşmeler)
O.C.Ç.: Olabilir. Bunu aklıma yazdım, çok güzeldi. Bu şöyle anlaşılmasın altı fotoğrafı çekip altı ay uykuya yatmıyorum. Bundan çok kısa bir süre sonra yeni, bambaşka altı yeni fotoğrafla ortaya çıkıyorum. Bu konuda bayağı çalışkan olduğum söylenebilir. Başka bir şey oluyor ama üretiyorum yine.
E.B.: Hocam bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyoruz.
Bu yazı 2012 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 68. sayısından alınmıştır.