HAKİKAT MÜLKÜNE VARAN BİR DOST
Türk sinemasının ünlü senaristlerinden, ciddi bir entelektüel ve aynı zamanda da yazar olan Ayşe Şasa’ yı bundan yaklaşık dört ay önce (16 Haziran 2014 günü ) kaybetmiştik. Uzun süre kanser tedavisi görmüş olan Ayşe Şasa’nın 73 yıllık hayatı , İstanbul ‘da sabaha karşı sona ermiş ve rahmet-i rahmana kavuşmuştu. Türk sinemasına farklı bir bakış açısı getirerek Yeşilçam ‘a otuza yakın senaryolar kazandırmıştı. ‘’Ah Güzel İstanbul, Gramafon Avrat, Cemile , Utanç, Cemo, Son Kuşlar, Hacı Arif Bey, Dinle Neyden ‘’ gibi seçkin senaryolar onun kaleminden çıkmış unutulmaz filmlerindendi. Ayşe Şasa bu ülkede sinema üzerine derin düşünebilmiş, yerli bir sinemanın nasıl olacağı konusunda, ilk ciddi sorgulamayı yapabilmiş ve kurama yaklaşan bir ilgiyle bunu yazıya aktarmış az sayıda insandan biriydi.
Yazı : Hanife D. Özel – Fotoğraflar : Halit Ömer Camcı
Onu uzaktan yakından tanıyan herkesin hafızasında bir Ayşe Şasa portresi vardır eminim. Bu yüzden onu anlatan yazıların farklılık gösterdiğine inanıyorum. Ben de onun hayatını kaleme gelebildiği kadar adabınca, usulünce anlatmaya çalışacağım. Çünkü onun yaşamı hem bizimkilerden çok farklı bir kader hem de Türkiye’nin modernleşme ve batılılaşma sürecine kurban edilmiş , trajedik, çileli ama bir o kadar da ibretlik hayatı yazılmaya değer. Onu manen tanıyacağınıza inanıyorum.
Buhranlar İçindeki Çocukluk ..
1941 yılında, İstanbul’ da zengin, soylu ve aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. O her yönüyle seçkin ve zengin olan Avni ve Melike Şasa’nın ilgi ve şefkat fakiri olan kızıydı. Asrın icabına göre, tam bir batılı gibi yetişmesi için Yahudi- Hristiyan mürebbiyelerle büyüdü. Anne ve babasının cemiyet hayatında sürekli boy göstermelerinden dolayı, tamamen onların despot otoritesine ve insafına bırakıldı. II. Dünya Savaşı kaçkını olan bu dadılardan fiziki ve ruhi şiddet de gördü.
“Bir Ruh Macerası” adlı bireysel serüvenini anlattığı ve dramını paylaştığı anı-söyleşi kitabında bu konudan şöyle bahsediyor: “Dadı Barbara, Allah’a küfretti. Ağza alınacak bir şey değil.(…)Bir gece beni aldı ve İnönü gezisine götürdü. Parkın ortasında bir çukur vardı. Beni gece orada bıraktı ve kaçtı. Bu daha sonra çok büyük bir korku, bir travma yaratacak bir olaydı. İlk defa gece sokakta yalnız kalıyorum, sebebini anlayamıyorum. Yaptığı şeye bir mana veremiyorum. Ağlaya titreye evin yolunu bulup eve geri dönüyorum, eve geldiğim zaman annemin babamın önünde kapıda beni karşılıyor ve bağıra bağıra “Elini tutuyordum, benden kaçtı.” diyerek beni pataklamaya başlıyor.”
“Dadım ciğerlerim açılsın, vücudum sağlıklı olsun diye kışın beni kara yatırıyordu.”
‘’Adeta Charles Dickens romanlarında yetimhanedeki çocuklara yapılan zulüm altındaydım, kendi evimde yetim gibiydim.”
Çocukluğuna dair hiçbir olumlu hatırası olmadığını söyleyen Ayşe Şasa, çocuk yaşta kiliselerle, paskalya törenleriyle tanıştırıldı. “Çarmıhtaki İsa” unutamadığı bir sahne oldu. Savaş artığı bu mürebbiyelerin anlattıkları korkunç savaş hikayeleri, bombalar, yangınlar, diri diri insan gömülmeleri, toplu ölümler, Nazi kampları, Gestapo, Hitler, ileride derin travmalar yaşamasına, akıl sağlığında bozulmalara yol açacaktır.
“Yedi sekiz yaşlarındayım, bir kâğıda ‘Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!’ diye bir not yazıyorum. Şişeyi denize atıp, rıhtımdan uzaklaşmasını seyrediyorum…”
Bütün bunların yanı sıra onlardan öğrenilen Almanca Tanrı ve din kavramı, ana dilinden önce dadı dili olan Almanca…
“Schwester Katie ,bana Almanca Tanrı kavramını (Lieber Gott) aşıladı ve bu kavram bende iyiden iyiye yer etmişti. Gece gündüz Tanrı’yı düşünüyordum, annemi babamı bana göstermesi için ona yalvarıyordum; beni görmeleri, bana yakınlık göstermeleri için çok dua ettiğimi hatırlıyorum.”
“Ecnebi dadıların hegemonyası altındaydım, beş yaşıma kadar bana bakan
Macar Yahudisi Frau Katie, diplomalı ve iddialı bir bakıcı. Aşırı bir disiplin merakı var, benimle yalnızca Almanca konuşuyor. Katie’den ana olunca, anadilim de neredeyse Almanca oluyor. Sonraları, bir hayli zaman Türkçe konuşurken zorlandım; ana dilimi öğrenmek epey zamanımı aldı, çok çaba sarf ettim.”
Beni Bulun Çağrısı..
Her iki baştan da köklü ve gelenek sahibi olan anne ve babasının batılılaşma sevdası yüzünden , kendi evinde onu terkedişlerini, yetim ve öksüz bırakışlarını, sevgisizliklerini şöyle anlatır: “Yedi sekiz yaşlarındayım, bir kâğıda ‘Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!’ diye bir not yazıyorum. Şişeyi denize atıp, rıhtımdan uzaklaşmasını seyrediyorum…”
Bu kültürel kopuş, maneviyatsızlık, yeri hiçbir zaman doldurulamayacak olan sevgi ve şefkatten yoksun olma ve aile içi iletişimsizlik onun ruh dünyasında ve şuur altında ileriki yıllarda çok derin ve tesirli yaralar açtı. ( 30 yaşında iken bütün şiddetiyle yüz yüze geldiği ağır şizofreni rahatsızlığını da öncelikle buna bağlıyordu.)
Yeşilçam’ın Miladı..
Daha sonra Amerikan Koleji’ndeki yatılı yılları.. Bu dönemde tanıştığı Marksizm -ki bir dönem hayatına damga vurmayı başarır- ve ardından Yeşilçam’a genç yıllarda bir giriş olan ve 1963’ ten itibaren Türk sinemasına yeni bir soluk getiren senaryo yazarlığı. 18 yaşında tanıştığı , fikirlerini benimsediği ve ölümüne kadar yanında olduğu Kemal Tahir ‘le yakın, verimli ve güçlü dostluğu.. Sinema dolu yıllarını ileriki yıllarda ‘’Yeşilçam Günlüğü ‘’ adıyla kitaplaştırır. Türk ve dünya sinemasının estetik ve entelektüel sorunlarını tartışan bir başyapıt ve sinemayla ilgilenenler için rehber niteliğindedir.
Sinemayla ilgili görüşlerini kendinden dinleyelim: ‘’Bir zamanlar hem Ateisttim, hem de Marksisttim. Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi (konu özeti) gibi özetleyebiliyorum. 1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyazperde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi.. Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum.’’
İlk evliliğini Atilla Tokatlı ‘yla gerçekleştirir. Kısa süren bu evliliği parasızlık yüzünden gölgelenir. Açlığın ne demek olduğunu öğrenir ve bir enkaza dönerek vücut ağırlığı 40 kiloya kadar düşer. İki kez intihar girişiminde bulunur, bir ara uyku haplarına bağımlı olur. İkinci evliliğini asistanlığını yaptığını yönetmen Atıf Yılmaz ‘la gerçekleştirir.
Çocukluğunun ve gençliğinin buhranlı günleri, ilk evliliğindeki derin yoksulluk günleri, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin baskıcı karakterinin de tuz biber ekmesi neticesinde, otuzlu yıllarının başında, inzivaya çekilmesine sebep olan akıl sağlığındaki bozulmalar, psikolojik çöküş ve şizofreni hastalığı artık kapısındadır. Nöbetler, sanrılar, korkular, delilik ülkesinde gezintiler, yalnızlıklar arasında iç hesaplaşmalarla geçen ve on yıldan fazla süren tedavi süreci.. Bu sürede sinema dünyasından çekilir ve Atıf Yılmaz ‘la olan evliliği sona erer.
Bu hastalığının ve yalnızlığının ardından, “Koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür neler söyler? (Sayfa 9 )’’ sorusuyla başlayan, okuduğum en güzel kitaplarından biri olan, “Delilik Ülkesinden Notlar” kitabı…
Kendisi için bir uyanış olarak nitelendirdiği hastalığını kendi ağzından dinleyelim: ‘’Hayattaki bütün kazançlarım o hastalığımla geldi bana. Kahırdaki lütuftu benim yaşadığım. Ben gayet cahil hayat tarzında yaşayan biriydim.
Ama o gelen afet öyle bir darbe vurdu ki -zekamla övünürdüm hep- zekam gidip gelmeye başladı. Ne kadar aciz olduğumu anladım. Allah beni o simsiyah kör kuyudan çıkardı. Bu bana büyük bir ibret oldu.’’ Aramakla Bulunmaz fakat Bulanlar Ancak Arayanlardır..
İçinde bulunduğu bu büyük girdaptan, Muhyiddin İbn-i Arabî’nin Füsusu’l Hikem’i ile hakikate ve aydınlığa çıkışı.. İbni Arabi’nin asırlar ötesinden onu irşad ve tedavi etmesi. Şizofreniden, tasavvufun ışığında, İslam’la gelen iyileşme, aradığı hakikati ve iç huzuru bulma safhası…
Ve yine kendi ağzından: ‘’Şöyle ki: 81 veya 82 yılı… Hayatımdaki büyük değişim vuku buluyor. İdrakimin diri olduğu bir zamanda Füsus’u okumaya başlıyorum. Ağır bir eser, az çok bir felsefe temelim olduğu için o derinlikli kavramları birazcık idrak edebiliyor, okuyabiliyorum. Füsus’u okumaya başladıktan bir müddet sonra mantıkla, akılla izah edilemeyecek bir olay vuku buluyor, önümde sanki büyük bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyor.’’
‘1981 ya da 1982’de okuduğum Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin “Füsusu’l Hikem” adlı kitap hayatımı değiştirdi. Tasavvuf düşüncesinin temel eserlerinden biri olan bu eserin tam adı “fusûsu’l-hikem ve husûsu’l-kilem”dir. İslam literatüründe hakkında en fazla şerh yazılan eser olma özelliğine sahiptir.
“Füsusu’l Hikem”i okudukça anladım ki, bize İslam’ı çok kötü gösterdiler, Kur’an’dan kopardılar; oysa alemde aradığım ne varsa, hepsi burada diye düşünmeye başladım. İslam, gençliğimde bana seyrettirilen “Vurun Kahpeye” filminden ibaret değilmiş; benim bütün bilgim, orada gördüğüm softalara ve yobazlara dayanıyor çünkü.. İslam’ın ne kadar muhteşem bir din olduğunu Hazreti Muhiddin İbni Arabi’nin “Füsusu’l Hikem” adlı muhteşem eserinden öğrenirken, kendi kendime “İslam müthiş bir şey, ama Müslümanlar nasıl kimseler acaba?” diye sormaya soruşturmaya başlıyorum. Bir mevtaya dönüşen ben, Allah’ın inayetiyle, evvela “Füsusu’l Hikem” ve sonra Bülent Oran ile Doktor Doğan Soyumer sayesinde yeniden diriliyorum, mezardan kalkmak gibi bir şey..Her şey Allah’ın kudreti ile.. Art arda dizilen sebep silsilesi…”
Hayata İkinci Kez Başlaması..
‘’Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti’’ diyen Ayşe Şasa, gerçek hakikati bulana kadar çok ağır bedeller öder aslında. Fikir ve var oluş sancısını en ağır derecede yaşar. Onun öyküsü önce nihilist, sonra sosyalist ve insan-ı kamil oluşunun öyküsüdür, kısacası hakikati bulma çabasıdır. ‘’Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.” diyor zaten kendisi de.
Yaşadığı bu dönüşümün ardından Tasavvufun kapısını aralar. Dönemin Allah dostlarından birine intisap ederek artık tasavvufun kapısından içerisi girmiştir. Allah’ı anan ve anlatan kim olursa olsun büyük bir tevazuyla dinler.
Yaşadığı yalnızlık ve hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene zorunlu olmadıkça sokağa çıkamaz. Hastalık nöbetleri sık sık nükseder. Bu arada yanında kendisi gibi senarist olan ve çok sevdiği eşi Bülent Oran vardır. Dış dünyayla irtibatı sadece telefonladır. Tanımadığı halde birçok yeni insanla tanışır. Dostlarıyla da uzun uzun telefonla konuşur. Sayısız insana bu görüşmelerle öncü olur, yol gösterir, gönül bağı kurar. Telefon konuşmalarını şöyle yorumlar: ‘Dünyayla, telefon hattı üzerinden kurduğum bir rabıtam var.’’ (Delilik Ülkesinden Notlar, sayfa 136)
‘’Şükrümü ifade edebilmek için yazıyorum.’’ diyerek yazma gerekçesini açıklayan Ayşe Şasa ‘nın konuştuğu son kitap ‘’Bir Ruh Macerası’’ oldu. Hatıralarını anlattığı bu kitaba şu sözlerle başlamıştı: ‘’Bundan yedi sekiz yıl önce, bir gün, kendisine derin saygı beslediğim bir Allah dostu bana, hatıralarımı kayda geçirmemi buyurunca, bir an irkilmiş, düşüncelere dalmıştım. Nasıl olacaktı? Geriye dönüp ağır sıkıntılarla dolu çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlamak bile bana bunalım ve daralma veriyordu.’’
Konusu kendisi olan bu kitap, iç mücadelelerini, büyük ve zorlu arayışını, acılarını, çektiği ruh bunalımlarını , manevi arayışlarını, inançsızlığın kör kuyularından kurtulmak isteyen bir aydının feryatlarını ve yaşadığı büyük değişimleri anlattığı kitaptır. Bu kitapta kendinizden çok şeyler bulacağınızı ve onun hayatının sırlarına ulaşacağınızı tahmin ediyorum. Bu kitaba kayıtsız kalmazsanız diğer eserleri olan ‘’Şebek ve Delilik Ülkesinden Notlar’’ adlı kitaplarını da okuyacağınıza inanıyorum.
O bu dünyaya bir veda öyküsü bıraktı. Ölümü üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, söylendi. Cenazesi her kesimden insanı bir araya getirerek er kişi niyetine kaldırıldı, çünkü o bunu hak eden müstesna bir münevverdi…
‘’Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.’’ dir. Özlediğim bir nefessin sen Ayşe Şasa! Attığın şişeler sahibine ulaştı, huzurla uyu. Makamın, mekanın cennet ve âli olsun inşallah.
HAKİKAT MÜLKÜNE VARAN BİR DOST : AYŞE ŞASA – Bu yazı 2015 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 96. sayısından alınmıştır.