Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz
Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan! Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan! Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada… Garanti yok sen gibi faniye sigortada! Bir köşende anneannem, dalgın Kuran okurdu Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu. Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı; Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı… Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş; Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş… Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler. Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler… Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu; Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu; Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden; Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden… Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge; Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge… Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm; Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim! Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!
Necip Fazıl’ın bu şiirini okuduğumda ev ve mekan üzerinden geçirdiğimiz değişim ve yabancılaşma sürecini bir kez daha düşünürüm hayıflanarak… Beypazarı’na girerken dilimde bu şiir, muhayyilemde doğduğum kerpiç evden, Safranboluya, Boyabattan Beypazarına kiminin baba ocağı kiminin ise ana kucağı olarak nitelediği, mahremiyetin mekanlarını dolaşırım yeniden…
Ev; insanın belki de ruhunu umüşahhaslaştırarak gönlünü yansıtarak icat ettiği, Allah’ın insana Kabe üzerinden öğrettiği mekan… Babasının siretini, Annesinin suretini kuşandığı yer… Kabe nasıl Allah’ın bekasının ve merhametinin tecellisi ise, evlerimiz de aynı kutsiyeti ve anlamı taşıyan ilahi muhayyile ile ana gönlünün tezahürleri… Kabe Allah’ın evi, İnsan Hakkın binası, ev ise insanın mahremiyetinin merkezi… Ev olmadan aile olunmaz… Aile olmayan ise evi mana ve ruhuyla idrak edemez. Nasıl ki Kabe mü’minlerin evi ve kalbi ise, ev de ailenin kalbi ve merkezidir. Sonuçta birincisi Allah’ın rahmetinin müşahhaslaşması, diğeri insanın merhametinin ve mahremiyetinin tezahürü… Ev hakikat diliyle bir ruhun esere yansıması, eserde tezahür etmesidir. Diğer deyimle ev, dış dünyamız ile iç dünyamızın örtüştüğü, bizim kendimizi, başkalarının da bizleri kendisiyle emin kabul ettiği yer…
Beypazarı benim muhayyilemde Muharrem Usta’dan dinlediğim bir bozlak kadardı görene kadar…Aman akşam oldu da kırat yemez yemini Çaktım zikkesini gever gemini Ben sürmedim cingan sürsün demini Beypazarı da meskenimiz ilimiz Kurtbelinden aşar doğru yolumuz
Bozlak bir Kırat için öldürülen yiğidin hikayesini anlatıyordu… Şimdi bu bozlağın bozulandığı topraklardaydım… Kıratın üstünü bir uzun yaylaya benzeyen insanların yurdundaydım… Kimbilir hangi yanık yürek havalandırdı onu bu sarp kayalardan masmavi gökkubbeye…
Televizyonlarda, dergilerde ve fotoğraf albümlerinde gördüğüm evleri ve otantik çarşıları muhayyilemin oluşmasında belirleyici olsa da, bir mekanı müşahhas olarak göremediğinizde kesinlikle hissedemiyorsunuz… Bolu ve Gölcük’ün yemyeşil ormanlarından, Bozkıra doğru akan yollardan Beypazarı’na giderken albümlerde gördüğümüz suretlere can geliyor, ruh geliyor. O zamanr ilme’l yakin ile hakka’l yakin arasındaki farkı daha iyi anlıyor daha iyi hissediyorsunuz…
Beypazarı’nın eski sokaklarına sokuldukça eski ve Osmanlı kokusu gelen insanların içinde barındığı ve dışarıya müşahhaslaştırdığı evlerini seyre dalıyoruz… O evler ve o insanlar… Birbirini nasıl bütünlediklerini bizatihi görüyorsunuz… Bir süre sonra bu evlerin artık sadece ekonomik ve turistik sebeplerden dolayı korunduğunu hissetmeye başlıyorsunuz… İşte o zaman insanın ve evin birbirine garipliğini ve gurbetini daha iyi anlıyorsunuz… Aslında sahipsiz ve ıssız kalanlar evler değil, evlerin şahsında onun hakikatini anlayamayan insanlar ıssız ve sahipsiz… Ev sadece bir mekanı ve zamanı dondurmaktan ibaret değildir, bir medeniyet tasavvurunun ve bir hayat nizamının aksülamelidir. Oysa modern insan kendini doğru ve meşru, evi ise zamansız, mekansız, yalnız, ıssız ve sahipsiz olarak görüyor… Onun için tek anlamı manasından ziyade maddi anlamdaki getirisi… Halbuki bu evlerin şahsında bir zaman ve mekan eleştirisi yapabilir insanoğlu… Kendi yabancılaşma sürecini izleyebilir ve değerlendirebilir… Evin üzerinden içinde yaşadığı çağı anlayabilir, eleştirilerini somutlaştırabilir.
Aslında evler, yaptığı bir hata yüzünden cennetten kovulan insanın yeniden cennete gitme gayretindeki samimiyet ve cenneti muhayyilesinden yitirmeme azminin tecelli ve tezahüründen başka bir şey değildir. Onun içindir ki evlerimiz bir cennet konağını andırır, mahallelerimiz ve şehirlerimiz de bir cennet tasviridir gerçekte… Eşiğindeki çiçeklerden pencere önündeki saksılarına, odalarda dolaşan kedilerinden, balkonunda ve çatısında şakıyan kuşlarına kadar bir cennet tasavvurudur evlerimiz. Kovulduğumuz ve yeniden girmek için çabaladığımız mekanı unutmama çabası…
Betonların ve çelik yığınlarının hakikatte o evleri değil de bizi sarıp sarmaladığını, bizi kuşattığını anlayamıyorsak evin manasını ve hakikatini de anlayamıyoruz demektir. Örümcek ağlarının bir peygamberi korumasına nispet edercesine çelik ağlar koruduğumuz ne varsa yok edip götürüyor. Güvercinler çatılarımıza yuva yapamıyorlar… Çünkü saklayacakları ve gizleyeceklerdi bir mana kalmadı evlerimizde… Pozitivizm insanı dört bir yanından sıkıştırırken apartmanlar da yalnız ve ıssız kalmış evlerimizi olabildiğince sıkıştırıyor ve yalnızlığı daha da koyulaştırıyor. Onu adeta yabancılaşmaya mahkum ederek tüketiyor ve yok ediyor…
Evi koruyamayan aileyi, aileyi koruyamayan ise insanı koruyamaz… Bugünün üst üste binen ve mekanizminde bile bir insani kaygısı bulunmayan kent ve apartman anlayışı, dünün insan gibi, yanyana, sırt sırta, pencere pencereye, balkon balkona bakan, duran evini anlayamaz… Beypazarı’nın eski sokaklarını gezerken kaybettiğimiz medeniyet tasavvurunu ve mekan anlayışını bir kez daha somut olarak yaşıyorsunuz… Neden apartmanlarda komşuluk ilişkisi yoktur? Çünkü ailenin olduğu yerde komşuluk ilişkileri olabilir. Apartmanlarda aileler değil, sadece ekonomik gereklerden ötürü bir araya gelmiş, birbirini tanımayan hatta birbirine kaygı ile bakan, ortak hiçbir örf, adet ve değer yargısı olmayan insanlar yaşıyorlar. Dolayısıyla komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir hakikatini apartmanlarda anlayabilmeniz veya idrak edebilmeniz mümkün değildir…
Beypazarı’nın adeta insanlar gibi karşılıklı sohbet eden evlerini gördükçe hüznümüz daha da artıyor… Kimbilir belki de bu yaşlı ve yalnız kalmış evler son sohbetlerini yapıyorlar… Çünkü içinde bulundukları zamana ve mekana çok yabancılar…
Dünün Beğ Pazarı, Kaya Doruğu Ülkesi, Kayı boyunun en önemli merkezlerinden biri olan Beypazarı Osman Gazi’nin dedesi Gazi Gündüzalp’in mezarının da bulunduğu yer. Hırkatepe köyü Osmanlı’nın hala kaybolmayan sembollerinden… Bakır ve yemenileriyle dikkatimizi çeken eski çarşısında dolaşırken sözü Evliya Çelebi’ye bırakarak yolumuza devam ediyoruz.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde (Hicri 1058 Miladi 1638) Beypazarı’ndan şöyle bahseder:
” İlk kurucusunu bilmiyorum. Fakat ilk fatihi Kütahya beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah’ın veziri Dinar Hezar’dır. Onun için şehre “Germiyan Hezar” da derler.
Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulup, bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden 10 bin insan toplanır.
Şehir Anadolu toprağından Engürü sancağı hududunda olup, İstanbul’da kim Şeyhülislam olursa ona has olur. Padişah hasından ayrılmadır. Müftü tarafından hakimi subaşısıdır. 150 akçelik kazadır. Senelik kadısına yedi kese gelir getirir. Damga emini, Sipahi Kethüda yeri ve Yeniçeri Serdarı vardır. Fakat kale ağası ve neferi yoktur. Kalesi bir dere içinde olup, iki tarafı balık sırtı gibi kaya üzerindedir. Genişliğini bilmiyorum.
Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Fakat öyle mükellef camileri yoktur. Çarşı içinde cami güzeldir (Paşa Camii). Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Duvarları kerpiçtendir. Yüzeyleri tahta ile kaplıdır. Medrese Darulhadis ve Darulkurrası vardır. Çünkü talebe bilginleri çoktur. Medreseleri kargir değildir. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700′ ün üzerinde hafızı vardır.
Bir Şeyhülislamı var ki; bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Nakibüleşrafı fadıl değil fakat, gayet cömert bir kimsedir.
Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yani Türk kavmi demenin güzel bir ifadesidir. Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya’ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar.
Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Misk ve hamamber gibi kokusu vardır. Şehir halkının çoğu bu kavundan zerde pişirir. İçine tarçın ve karanfil korlar. Muaviye’nin icat ettiği zerdeden tatlı bir zerde olur. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul’a nice bin kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Bir çeşit siyah arpası olur ki, gayet yağlıdır. Ata çok vermekten çekinilmelidir. Sahrasında pirinci olur ki, gayet pişkindir. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Şeyh İvaz dede adında bir de türbesi vardır.”
Bu yazı, Gezgin dergisinin 2012 yılının Ocak 59. sayısında yayımlanmıştır.