Bir yardım kuruluşunun düzenlediği Yetim Dayanışma Günleri kapsamında Bangladeş’te bulunan yetim kardeşlerimize bir nebze olsun moral verebilmek için düştük yollara. 7 saatlik bir yolculuğun ardından vardık başkent Dakka’ya. Program nedeniyle birçok şehri gezmemiz gerekiyordu. Bu durumu iyi kullanarak daha fazla gözlem ve karşılaştırma yapabilme fırsatı bulduğumu söyleyebilirim. Bir haftalık geziyle 170 milyonluk ülke hakkında yorum yapmanın zorluğunu göz önünde bulundurarak anlatmaya çalışacağım bu ‘garip’ ülkeyi.
YAZI ERHAN İDİZ – FOTOĞRAFLAR M. MEHDİ ÖZTÜRK
1971 yılına kadar Pakistan’ın bir parçası olan Bangladeş’in yüz ölçümü 147 bin metrekare. Yani Türkiye’nin 5’te biri kadar. Fakat buna rağmen Türkiye’nin iki katından fazla nüfusa sahip. Durum böyle olunca metrekareye düşen insan sayısı bir hayli fazla oluyor. Zaten nüfus yoğunluğu bakımından dünyanın en büyük ülkelerinden biri. Ülkenin yüzde 89’u Müslüman, geri kalanlar ise Hindu ve Budist. Müslümanlık ülkede kültürel bir hal almış, gerek giyim tarzı gerekse cami/cemaat sayısının az oluşu bunu kanıtlar nitelikte.
Para birimi Taka olan Bangladeş’te 1 Türk Lirası 28 Taka’ya denk geliyor. Rehberimizin anlattığına göre günlük 1 doların altında kazananlar çok fakir, 2 dolar kazananlar fakir, 3 dolar kazananlar ise normal gelir sahibi olarak kabul ediliyormuş. Fakat bu fakirliğe oranla ülkenin özellikle turistler için ucuz olduğunu söylemek pek mümkün değil. Kalitesiz mallarına rağmen fiyatlar birçok yerde Türkiye’ye eşit. Bir lungi (erkeklerin giydiği etek) giyip sokaktan yiyip içecekseniz günlük 2 dolar yeter ama normal standartlarda bir yaşam sürmek istiyorsanız Türkiye’den daha pahalı olacağını bilmeniz gerekir. Tekstilin merkezi olmasına rağmen kıyafetler kaliteli değil. Yemek ve giyim pahalı, ulaşım ucuz, meyveler ise döneme göre değişiyor.
Trafiği başlı başına bir sorun. Başkent Dakka’da saatlerce aynı noktada bekleyebilir, 10 kilometrelik alanı 4-5 saatte gezebilirsiniz. Trafiğin soldan aktığı ülkede kurallara uyan neredeyse yok gibi. Bu nedenle tüm araçların önünde ve arkasında çelikten tamponlar vardır. Fakat, özellikle otobüsler kazalar nedeniyle birer hurda yığını gibidir. Tabi bu hurda yığınlarının bulunduğu trafikte son model araç sayısı da azımsanamayacak kadar çok. Orta sınıfın gelişmediği ülkede rikşayla yolcu taşıyan fakir ile son model otomobildeki zengin iç içe geçmiş durumda.
Trafik yoğunluğunun daha kötü sonuçları da var: İlk gün yağ ve motor kokusundan uyuyamamak gibi. Gerçi buna alışsanız bile bir düğün konvoyu tarzında korna çala çala ilerleyen araçlara tahammül etmeniz imkansız. Alışkanlık haline getirilen bu durum büyük bir gürültüye neden oluyor.
Ilıman bir iklime sahip ülkede İstanbul’un ağustos ayı bile özlemle anılabilir. Nem bir insanı buharlaştırmayı yetecek kadar yüksek. Yolunuz düşerse abartmadığımı üzülerek öğreneceksiniz.
Delta ülkesi olduğu için taş bulmak neredeyse imkansız. Bu nedenle her yerde tuğla fabrikaları var. Gökyüzüne uzanan bir borudan ibaretmiş gibi görünen bu fabrikalarda insanlar var gücüyle üretim yapıyor. Çünkü muson yağmurları geldiğinde çalışamayacaklar. Ülkede çakıl taşı da yok. Üretilen tuğlalar günlük 1-2 dolara tutulan işçiler tarafından kırılarak çakıl taşları haline getiriliyor ve inşaatların ihtiyaçları bu şekilde karşılanıyor.
Orman ve tarım ürünleri ülkenin başlıca ihraç kaynakları. Tarım ürünlerinin başında ise pirinç geliyor. Pirinç Bangladeş için o kadar önemli ki ülke bayrağında bulunan semboller sonsuz pirinç tarlalarının yeşili ile güneşten oluşuyor.
Erkeklerin başlık parası nedeniyle sıkıntı çektiği şehirlerin birinden, Van’dan geldiğim için bu cümleler çok dikkatimi çekti. Başlık parası diyordu rehberimiz, “Başlık parası nedeniyle evlendiremiyoruz kızlarımızı.” Öğrendik ki kızlar evleneceği erkeğe belli bir miktar para veriyor. Drahoma dan farklı olan bu uygulamada çiftlerden biri, statü olarak kendinden daha iyi olana para ödüyor.
Genelde erkekler daha iyi bir kariyere sahip olduğu için kızlara da başlık parası ödemek düşüyor. Rehberimiz Sujon, “Bu, kariyer sahibinin kendinden daha aşağıda biriyle evlenmesinin bedeli olarak alınıyor.” diyor. Sujon mühendis, o da bir öğrenciyle evlenmiş fakat para almamış kızdan. Neden diye sorduğumuzda İslamiyette böyle bir şey olmadığını söyleyerek bizi kalbimizden vuruyor.
İnsanları çok cana yakın ve herkes elindekini paylaşmanın peşinde. Bu bazen bir meyve dilimi bile olabiliyor. Fotoğraf makinesiyle gittiğinizde çevrenizde bir anda onlarca kişi belirebiliyor ve herkes sefile çekmek için adeta sıraya giriyor. Tabi şunu da belirtmekte fayda var: Yakınlaşmaları asla bir eziklik içerisinde değil, sadece samimiyetten kaynaklı. Kendilerine ikram ettiğimiz Türk lokumu, bisküvi gibi şeyleri beğenmiyorlar, hatta Adana kebabını bile hatırımız kalmasın diye yiyenler oldu.
İnsanları kadar doğası da bir harika. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde sonsuz maviliklere bakmaya alıştık. Peki, sonsuz yeşillik içinde boğuldunuz mu hiç? Ya da yeşil ile mavinin gökyüzüne uzandığına şehitlik ettiniz mi? Özenle tek boyda biçilmiş gibi ufukla birleşen pirinç tarlaları tüm olumsuzlukları unutturuyor. Nehirler, dev ağaçlar, gökyüzüne uzanan bambular ve her zamanki gibi sınırsız pirinç tarlaları… Henüz betona kurban edilmeyen ülkede doğanın tüm nimetlerinden yararlanabiliyorsunuz. Jak meyvesi, ananas, mango, muz, malta, salak -ilginçtir ki bir meyve ismi- ile mideniz ziyafet çekerken siz de manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz.
Gittiğiniz her yerde saygıyla karşılanıyor ve bazen eve davet ediliyorsunuz. Bir su içmeye davet ediyorlar nedense, çay kültürü gelişmediğinden olsa gerek. Bir bilseler bizdeki çay sevdasını Seylan’ı işgal edecekler.
Cana yakınlığı kadar çalışkanlığıyla da dikkat çekiyor Bengal halkı. Genç, yaşlı hemen herkes bir yerlerde çalışıyor. Günde 1-2 dolar bile olsa bir şeyler kazanmanın peşindeler. Yüzlerce kiloluk yük arabası çeken yaşlı insanlara sıkça rastlayabiliyorsunuz ya da günde 3 dolar kazanmak için rikşalarıyla gün boyu ter içinde pedal çeviren delikanlılara.
45 dereceyi bulan sıcaklıkta buz gibi bir suyun çok iyi gideceğini düşünüyorsanız boşa heveslenmeyin. Çünkü hiç kimse içmediği için soğuk su bulmanız imkansız. Soğuk suyu sağlıksız bulduklarından ılık su içmeyi tercih ediyorlar. Kapitalizmin amiral gemisi ürünler buzdolabında ‘soğuk içiniz’ talimatına uygun satılırken yöresel içecekler ve su açıkta sıcak bir şekilde satılıyor. Tabi dolaptaki soğuğun bizdeki ılığa eşit olması da ayrı bir ironi.
Suç oranlarına dair istatistikleri bilmesem de 20. kattaki evin bile pencere ve balkonunda demir parmaklıklar olması bu konuda ipuçları veriyor. Fakat buna karşın İstanbul’dan daha az tehlikeli olduğu kanısındayım nedense. Belki de bu güzel insanlara kötülüğü yakıştıramadığımdan.
Çokça sokak satıcısının olduğu ülkede özellikle okul önlerinde satılan çeşitli yiyecekler merdiven altı piyasasına rahmet okutacak cinsten. İç içe geçen elektrik ve internet kabloları o kadar fazla ki şehrin en büyük görüntü kirliliğini oluşturuyor.
Teknolojinin henüz kirletemediği ülkede cep telefonu çılgınlığı bizdeki seviyeye ulaşmaya çok uzak. Fakat reklam tabelalarına bakınca kapitalizmin nasıl çalıştığı görülüyor. Her tarafta reklamları bulunan GSM operatörleri, yiyecek ekmeği olmayan insanlara gigabayt gigabayt İnternet satmanın peşinde.
İngiltere’ye 10 bin kilometre uzakta ve yüzde 89’u Müslüman bir ülkenin İngiliz Uluslar Topluluğu’na üye olduğunu öğrendiğimde garip gelmediği için ne fark eder deyip geçtim. Fakat İngiliz bayraklı tişörtler giyip İngilizce konuşan insanların kriket gibi İngiliz oyunları oynadığını görünce meselenin özünü kavramaya başladım. Zenginlik dışında her şey İngilizleşiyordu burada. İngiliz toplumunun bir parçası olmaya çalışan ülkede sadece İngiliz’in refah seviyesi eksik.
Hijyen anlayışları bizden farklı. Bu konuda ön yargılı olmamam gerektiğini biliyorum. Derslerden öğrenmiştim her kültürün kendi sistemi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini. Fakat yine de bir acaba vardı kafamda, acaba diyordum… Bir taraftan da acaba Avrupalılar bizim için ne düşünüyor, onlar da bizi böyle yargılıyor mu diye düşündüm. Kafamdaki bu soru işareti ile Türkiye’ye döndüğümde metrobüs durağındaki çöp yığını ve bir yandan izmaritini yere atıp diğer yandan sümküren dayı kafamdaki tüm acabaları silip attı. Franz Boas’ın bile ikna edemediği beni tek bir hareketiyle bilimin şefkatli kollarına itti yeniden.
Bu insanların sorunu teknoloji/yazılım üretmek yerine pirinç üretmeyi tercih etmeleri. Fakirliklerinin temelinde tembellik yok, zira çalışkan bir millet. İnşaatlarda ve yol çalışmalarında kadınların da çalıştığını görüyoruz. Caddeleri süpüren kadınlar, tarlalarda çalışan yaşlı adamlar ve rikşalarıyla yolcu taşıyan gençler… Yani kadın-erkek, genç-yaşlı tüm insanlar çalışıyor. Lüks ya da birikim peşinde değiller, herkes karnını doyurmanın telaşında.
Bir Garip Ülke : BANGLADEŞ – Bu yazı 2016 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 112. sayısından alınmıştır.